Münir AKTOLGA
VAROLUŞUN GENEL İZAFİYET TEORİSİ-HERŞEYİN TEORİSİ VE TASAVVUF...
İÇİNDEKİLER
DİN NEDİR, İDEALİZM VE MATERYALİZM NASIL ORTAYA ÇIKIYORLAR?...4
LA İLAHE İLLALLAH... HAK’KIN DİYALEKTİĞİ!..7
YA ŞÜKÜR NEDİR, ŞÜKÜRÜN DİYALEKTİĞİ!...11
-Daha önce yayınlanan bir çalışmamı gözden geçirerek genişletip yeniden yayınladım. Bu makale onun bir özeti: “NAMAZ’IN DUA’NIN VE HER İŞE „BİSMİLLAH“ DİYEREK BAŞLAMANIN DİYALEKTİĞİ, VAROLUŞUN GENEL İZAFİYET TEORİSİ-HERŞEYİN TEORİSİ VE TASAVVUF”...
-BU EVRENDE VAROLAN HERŞEY-HER VARLIK, HER AN KENDİNCE BİR NAMAZ VE DUA HALİNDEDİR! İNSANIN GÖREVİ BU HALİ BİLİNCE ÇIKARARAK, DOĞA’NIN BİLGİSİNİ ÜRETMEKTİR!... http://www.aktolga.de/m37.pdf
BİLİMDE DE DEVRİM!...
Kendi koştuğun kulvarı da birlikte yaratma zorunluluğu işi değişik bir mecraya döküyor! Söylermisiniz bana, ben kendimi nasıl ifade edeceğim, bir yanda, bütün çeşitleriyle materyalizm, onun “kendinde şey”, ya da, “objektif mutlak gerçeklik” anlayışları; bu anlayışları temel alan, patates çuvalı örneği bir evren tasavvuru, diğer yanda ise, evrensel oluşumu metafizik bir “idee”ye bağlayarak açıklamaya çalışan idealizm ve çeşitleri! Buna bağlı olarak da tabi, kendini ideolojik anlamda “ateist”, ya da “dinci” olarak ifade eden dünya gürüşleri!... Bunların ikisi de insanlık macerasının belirli bir konağına (sınıflı toplumlar konağına) denk düşüyor bana göre. Ve ikisi de bilgi toplumuna (modern sınıfsız topluma) giden yolda 21.yy’ın gerçeğiyle bağdaşmıyor artık; ikisi de çok ilkel kalıyorlar!...
Bunun da ötesinde, iş artık öyle bir yere geldi dayandı ki, sadece toplumsal düzeyde siyaset alanında değil, bilimsel düzeyde de her türlü gelişmenin, ilerlemenin önünde ayak bağı haline geldi bu dünya görüşleri. Çünkü, doğa bilimleriyle uğraşan o “biliminsanları” da son tahlilde sınıflı toplumun insanları, yani onların beyinleri-bilinçleri de insanlığın bugün bulunduğu konaktan bağımsız değil. Bu nedenle, 21.yy da bilgi toplumuna giden yolda, siyasi anlamda bütün o dünya görüşlerinde olduğu kadar bilimde de devrim gerekiyor!... Bütün o “bilimsel bakış açılarının” da pozitivizmle maskelenmiş materyalist-idealist dogmalardan temizlenmesi gerekiyor!...
Alın bir Kuantum fiziğini!... Bohr-Heisenberg devrimlerini!... Newton fiziğine, klasik fiziğe göre bir devrim onların vardığı sonuçlar; ama sonra iş geliyor, çağın-dönemin o ideolojik-felsefi temellerine takılıp kalıyor!... Bir yanda, Einstein gibi, varılan noktayı-ortaya çıkan sonuçları materyalist bakış açısına göre açıklamaya çalışanlar, diğer yanda ise, Bohr-Heisenberg’in ve Kuantum fiziğinin “Kopenhag yorumcularının” ucu sübjektif idealizme varan anlayışları!... Çağa damgasını vuran bütün o biliminsanları adeta ikiye ayrılıyorlar o dönemde, ve doksan yıldır da halâ aynı şeyleri tartış babam tartış, aynı yerde dönüp duruyor onların takipçileri!...
Bakmayın siz bugün “bilimsel teknolojik devrim” falan dediğimize. Bugün yenilen o üzümler halâ o zaman-geçen yüzyılın başlarında- dikilen bağlardan geliyor! Yani, o zamandan bu yana pek fazla yeni bir şey yok ortada (tabi o “Tanrı Parçacığı”-ve şimdi de “gravitasyonal dalgalar” saçmalığını saymazsak! Sahi ne oldu o Higgs Bozonu ve kütle meselesine getirilen yeni açıklama (!), hani bu nedenle Nobel ödülü bile vermişlerdi ya!! Ben size söyleyeyim, eğer gerçekten böyle bir buluş ve kütle anlayışına getirilen böylesine radikal yeni bir açıklama olsaydı ortada şimdiye kadar bütün fizik kitaplarının değişmesi gerekirdi!!... Tahsisatları kesilen materyalist “biliminsanları” yeni bir icat yaptıklarını ilan ederek(!) iş koşullarını yeniden yaratmış oldular o kadar!!...)
Bu arada hiç kimsenin aklına “kardeşim belki de hata bakış açılarımızdadır, koordinat sisteminin merkezini oturttuğumuz yerdedir” demek gelmiyor nedense!...
E, ne olacak şimdi, ben nasıl ifade edeceğim kendimi; materyalizmin de idealizmin de kulvarları... bunların ikisi de- dar geliyor bana, mecbur muyum ben bir tarafa dahil olmaya! Bana diyorlar ki, mecbursun, yoksa seni yok sayarız ve bütün o yazdıklarını da bu durumda kimse okumaz!!... Bu durumda kaybeden sanki ben olurmuşum gibi!!...
Çok ilginç birşey gerçekten! Birgün birisi çıkıyor önünüze ve size diyor ki, “alın işte size, arayıp durduğunuz o Herşeyin Teorisi („Sistem Teorisi’nin Esasları-Varoluşun Genel İzafiyet Teorisi-Herşeyin Teorisi“, http://www.aktolga.de/t4.pdf) “Kaf Dağı’nın ardına gizlenmiş olan, evrendeki bütün o kilitli kapıları açmaya yarayan sihirli anahtar budur”!
Ne yapardınız bu durumda? Durun, ben size söyleyeyim! Bu durumda ilk yapacağınız şey, hemen, kısa vadeli olarak böyle birşey bana ne kazandırır, ya da beden ne götürür hesabı olacaktır! Ki, bunu da belirleyen, günlük hayatınızı kuşatan koşullardan, o atmosferden başka birşey olamaz!...”Biliminsanı” da olsanız, mahalledeki bakkal da olsanız, durduğunuz yere göre oluşacak “bakış açınızla” varacağınız sonuçlardır sizi yönlendirecek olan!...
Peki, ya ayağınızın altındaki o zemin sürekli kayarak değişiyorsa, o zaman ne yapacaksınız! Öyle ya, 21.yy’da bilgi toplumuna doğru giden süreç o kadar hızlandı ki, bugün, bırakınız bir yere tutunarak orayı referans almayı, artık ayakta durmak bile zorlaştı! Bu yüzden, bir çok kişinin yukardaki soruyla karşılaştığı zaman göstereceği ilk reaksiyon, “acaba bu kafayı mı yemiş” diyerekten “bir bu eksikti” hesabı, yüzünüze öyle baka kalmak olacaktır!
Devam ediyoruz!
Hani, “insanla birlikte doğa kendi bilincine varıyor” diyoruz ya, “Herşeyin Teorisi’nden”- “varoluşun sırrından” bahsettiğiniz an, burada kendiliğinden ortaya çıkan bir sonuç var. Doğa, ya da evrensel varoluş dediğimiz oluşum kendi içinde öyle bir sırrı-varoluş sırrını-gizliyor ki, bu sır, evrim süreciyle birlikte insanda kendini açığa vurmaya başlıyor!...
Tamam, bu bir süreç, insanlık durumunun her aşamasında biraz daha kendini açığa vuran bir süreç. İnsan, her aşamada, bu sırra ne kadar vakıf hale geldiyse o dönemin terminolojisiyle onu dile getiriyor. İnsan olarak varoluşun daha o ilk anından itibaren bütün o dinlerin falan yapmaya çalıştıkları hep bu. Yani öyle hemen birden ortaya çıkmıyor bu sır!... Çünkü, onun “ortaya çıkması” demek, bir yerde insanın varoluş gerekçesinin de ortadan kalkması demek! Madem ki insan “doğanın kendi bilincine varması” oluyor, bu durumda, bu iş başarıldığı an, artık “Kaf Dağı’nın ardında saklı olan o sır” da ele geçirilmiş oluyor ki, bundan sonra artık, o “varlığa”, bizim hala bildiğimiz anlamda “insan” dememiz doğru olmaz! Çünkü artık o yarı biyolojik, yarı computer “bilinçli bir doğa” olmuştur!...
Ha, deminden beri hep bir “Kaf Dağından”, ve “onun ardına gizlenmiş olan” “sır”dan bahsediyoruz! Sahi nerededir gerçekte o “Dağ” ve o “sır”? Google’un dünya haritasında bile yeri olmayan bir “dağı” nasıl bulacak ki insanlar? Bu konuya az sonra tekrar döneceğiz ama ben size şimdiden ipucu vereyim: o “Dağ” sizin nefsinizdir! Ya “sır”mı dediniz? Boşuna demiyor atalarımız “nefsini bilen Rabbini bilir” diye! İşte “sır” da o zaman açığa çıkıyor!... Peki, nefsini bilince nası Rabbini bilmiş oluyor insan, nerede o “Rab”, nefs dediğimiz nöronal etkinlik nasıl örtüyor-gizliyor Rabbi?
İnsan da bir sistem mi; ve her sistem gibi o da kendi içindeki sistem merkezinde bulunan sıfır noktasında temsil olunmuyor mu; alın işte size, “benden içeri olan o ben”in “sırrı” da budur”!... Hani o “öküz nerde, dağa kaçtı, dağ nerde, yandı bitti kül oldu” ata sözü var ya, işte aynen öyle!...
Şimdi tekrar tasavvufun diline dönerek bütün bu açıklamaları bir de onun diliyle ifade etmeye çalışacağız... ama önce bir kere daha modern bilimle tasavvuf arasındaki ontolojik ilişkinin altını çizelim:
Sistem Bilimi’ne göre ( http://www.aktolga.de/t4.pdf ) her sistem, kendi içindeki bilginin maddi bir gerçeklik olarak ortaya çıktığı belirli bir denge durumudur demiştik. Ama ilk varoluş “anında”[1] o henüz daha belirli bir bilgiyi temsil eden potansiyel bir gerçeklik olarak anlaşılmalıdır! Onun izafi objektif bir gerçeklik haline gelişi bu “an”dan itibaren başlayan çevreyle etkileşme süreci içinde gerçekleşir. Bu nedenle, çevreyle etkileşmenin de başladığı o ilk oluşum “anının” gerçekliğini, A ve B gibi, birbirlerini yaratarak, birbirlerine göre var olan iki unsurun varoluş zemini olarak ifade etmiştdik. A ve B, objektif-izafi gerçeklikler olarak bu zemin üzerinde etkileşirken varoluyorlardı. Bu zemin, bundan sonra artık, hem A ve B’nin etkileşerek birbirlerini yarattıkları, ama hem de, aynı zamanda, sistemin kendi içinde -ana rahminde- kendi diyalektik inkarı olarak yeni bir sistemi yaratacağı (zıtların birlikte varlığı ve mücadelesi) esas zemin olacaktır.
İşte, zıtların birliğinin ve mücadelesinin gerçekleştiği bu zeminedir ki, biz belirli bir “denge durumu” diyoruz. Denge, yani iki karşıt kutbun birbirleri üzerine olan etkilerinin eşit-sıfır olduğu izafi bir durum. İzafi, çünkü maddi bir gerçeklik olarak sıfır-denge halinin temsili diye birşey söz konusu olamaz. Sıfır yokluğu-potansiyel bir gerçekliği- temsil eder. Ama, birbirine göre izafi objektif bir gerçeklik olarak var olmayı açıklayabilmek için ondan yola çıkmak gerekir. Çünkü, her durumda, bir şey’in uzay zaman içindeki varlığını ifade edebilmek için kullandığınız koordinat sisteminizin merkezidir o. Evet, uzay-zaman içinde belirli bir objektif gerçekliğe denk düşen böyle bir “nokta” yoktur; ama onun “varlığı” da işte bu “yokluğuyla” anlam kazanıyor! Bütün varlıklar onun (sıfır noktasının) bu “yokluğuyla”-“olmayan varlığıyla”- birlikte, ona göre anlam kazanıyorlar. Şöyle düşünelim:
Şekilde (a) ve (b), başka-farklı süreçlerin ürünleri olarak, bu süreçlerin içinde varolarak gerçekleşmiş olsunlar. Bu durumda, bunların arasında hiçbir ilişki olmadığı için bunlar (yani a ve b) birbirlerine göre henüz daha potansiyel gerçeklik durumundadırlar. Bunlar, yani a ve b, ne zamanki bir araya gelirler ve karşılıklı olarak ilişki içine girerler, ancak o zaman, sıfır noktasında temsil edilen belirli bir sistem içinde A ve B olarak birbirlerini yaratarak, biribirlerine göre izafi objektif gerçeklikler haline gelirler.
İşte, (varlığı sistem merkezindeki sıfır noktasında temsil edilen) belirli bir sistemin içinde birbirini yaratarak birbirine göre izafi objektif gerçeklikler olarak varolma anlayışını temel alan modern sistem bilimiyle, varolmak anlayışı “bir ben vardır bende benden içeri” olan tasavvufun arasındaki ilişkinin özü budur... Dikkat ederseniz tasavvufun dinsel bir terminolojiyle ifade ettiği ontolojik zemin modern bilimin sistem zeminiyle aynıdır... Birisi, “sistem merkezini” “sıfır noktası” olarak ifade ederken, diğeri, benden içeri olan “ben”, yani Tanrı-Allah olarak ifade ediyor... Daha başka bir deyişle, tasavvufun “kendi içimizde” olarak ifade ettiği “Allah” organizmayı bir sistem olarak düşündüğümüz zaman sistem merkezinde bulunan sıfır noktasını temsil eden instanz olarak karşımıza çıkıyor. “Ne yerde, ne gökte, her yerde her zaman varolan”, kendi içimizdeki “benden içeri olan ben” olan Tanrı anlayışının özü budur... Eğer bu evrende yer alan bütün varlıklar kendi içinde bir sistemse ve bütün sistemler de sistem merkezindeki sıfır noktasında temsil ediliyorlarsa, o zaman bu evrende ondan, sıfır noktasında temsil edilen Tanrıdan gayrı başka birşey yoktur. Bütün diğer varlıklar belirli bir sistemin içinde ona göre, ondan yola çıkılarak varolan izafi gerçekliklerdir o kadar...
DİN NEDİR, İDEALİZM VE MATERYALİZM NASIL ORTAYA ÇIKIYORLAR?...
Din ve dinsel inanca gelince; dinlerin ve dinsel inançların varlığı insanın varoluşu kadar eskidir. Çünkü din, insanlık durumu ortaya çıkarken (hayvanlık durumundan insanlık durumuna geçilirken) arada oluşan o sıfır “noktasına” insanların metafizik bir “varlık” atfetmelerinin ürünüdür.
Yukardaki şekle dönersek, insan (A), insan olarak varolmaya başladığı “an”, çevreyle (B)-doğayla- sanki ondan ayrı bir varlıkmış gibi ilişkiye-etkileşmeye başlamış oluyor ve buna bağlı olarak da-bu ilişkinin sonucu olarak- izafi-objektif bir varlığa sahip oluyor. İnsanın insan olarak varolmaya başladığı o “an”, bilişsel mekanizmanın çalışmaya başladığı an da olduğundan (dinlerde bu an “cennetten kovulma” anı olarak ifade edilir), insan ilk kez o andan itibaren “ben” demeye başlar. Bu nedenle o an, “yabancılaşmanın” başladığı, onun-yani insanın- kendini doğadan ayrı olarak hissetmeye-düşünmeye başladığı an olur. İşte tam bu “an”dan, ya da bu “noktadan” itibaren, insanın bu izafi “varlığını” ifade edebileceği bir koordinat sistemine ihtiyacı olur. Ki bu da ancak, insan-doğa sisteminin sistem merkezini- burada oluşan sıfır noktasını temel alan bir koordinat sistemi olabilirdi. Çevrede bulunan bütün diğer varlıkların, bu arada insanın kendi varlığının da içinde tanımlanabileceği bir koordinat sistemidir bu.
İnsanların, insan-doğa sisteminin sistem merkezinde oluşan sıfır noktasına, yani “Tanrıya” maddi bir varlık izafe edilemeyeceği düşüncesine gelmeleri için tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasını beklemek gerekecektir. Bu noktaya gelene kadar binlerce yıl insanlar Tanrıyı ona maddi bir varlık (Totem-put) izafe ederek sembolize etmişlerdir.
Tanrı’nın, yani sıfır halinin kendisi de her varlıkla birlikte gerçekleşen izafi bir oluşumdur, bu yüzden onun “varlığına” diğer varlıklar gibi izafi de olsa objektif-maddi bir gerçeklik atfetmek mümkün değildir. Yani, varlıkların sistem merkezinde oluşan sıfır halinin dışında maddi bir gerçeklikle temsil olunan “kendinde şey” bir sıfır-Tanrı yoktur!!... Böyle birşey ona-Tanrı’ya “şirk koşmak” olurdu!... Ama insanın, insan olarak evrimi sürecinin başlarında bunu kavraması mümkün olamaz. O dönemde önemli olan, “cennetten kovulan” insanların içinde kendi varlıklarını tanımlayabilecekleri bir koordinat sistemi ihtiyacıdır o kadar. Yani insanların o andan itibarek, kendi varlıklarının bilincine varabilmeleri için, kendileri için önemli olan bir şeyi sembol kabul ederek bir Tanrı-rererans noktası- yaratmaları gerekiyordu. Çünkü birşeyin (insanın da) varlığının anlam kazanabilmesi için, onun uzay-zaman içinde gerçekleşen bu varlığının tanımlanabileceği belirli bir referans-koordinat sistemine ihtiyaç vardır.
Aradaki sınır çok ince değil mi! Evet, sıfır noktasının bilimsel gerçekliğiyle, onun metafizik yorumu arasındaki sınır çok incedir! Nerden bilecekti-nasıl ayırdedecekti insanlar o zaman bunu! Daha hala bugün bile çıkılabilmiş değil işin içinden!...
İdealizm ve materyalizm gözümüzdeki ideolojik gözlüklerdir!...
Şöyle düşünelim: Bu evrende herşey (nesne-obje) kendi içinde bir sistem mi? Evet! Her sistem de sistem merkezindeki sıfır noktasında temsil edilmiyor mu? Evet! O halde buradan kolayca, „bu evrende sıfır noktasından başka hiçbir şey yoktur (“bu evrende Tanrıdan gayrı birşey yoktur”), herşey o’nun farklı görünümleridir” sonucunu da çıkarabilirsiniz! İşte tam bu noktada, din ve idealist felsefe, bu evrensel varoluş problemini sıfıra metafizik bir “idee”- varlık atfederek çözmeye çalışırlar (yani, sanki “Tanrı” diye varlıkların dışında bir “idee-varlık”, bir hayalet-varlık olarak bir yerlerde oturan ayrıca birşey varmış gibi)! Çünkü, evrensel oluşumun alt yapısını insana özgü üretici bir mühendislik faaliyetiyle kıyaslayarak mekanik bir olay olarak kavramaya kalktığınız zaman mecbur kalıyorsunuz buna...
Ama, bakış açısı mekanik kaldığı sürece, madalyonun tersinden-materyalizm cephesinden- baksanız da farketmiyor!... “Şu elimde tuttuğum nesne bir kalem midir? Evet! Bu da kitap, sandalye, dolap, ayna vs. bunlar “objektif gerçeklikler”- “kendinde şey” olarak var olan varlıklardır; ve esas olan da budur” der çıkarsınız işin içinden! Alın işte size, bütün çeşitleriyle materyalist dünya görüşü de bu! Olayı bu şekilde ele aldığınız zaman sistem gerçekliğine falan yer kalmıyor artık ortada... Bu zeminde ele alınan “sistem” anlayışı (Newton’un sistem anlayışı) tamamen bir patates çuvalına benzer... Her biri kendinde şey olan, yani varolmak için birbirleriyle ilişki-etkileşme içinde olmaya ihtiyacı olmayan nesnelerin daha sonra bir araya gelip etkileşerek meydana getirdikleri bütündür o... Böyle bir sistem anlayışı içine monte edilebilecek “sıfır” ise iki mekanik-karşıt kuvvetin birbirini dengeleme hali olarak düşünülebilir. Dikkat ederseniz bu durumda çevreyle etkileşim içinde varolan ve kendini üreten bir instanz anlamında bir sistem yoktur artık ortada. Söz konusu olan her biri kendinde şey olan nesnelerin mekanik birliğinden ibarettir. Mesela bir elektrik süpürgesi, veya başka her hangi bir makine gibi... Bir makine de birçok parçanın bir araya getirilerek monte edilmesiyle oluşan bir sistem değil mi... İşte mekanik-materyalist dünyanın varluş-sistem anlayışı budur. Ki, bu duruş “ateizm” olarak ifade edilen “Tanrıtanımazlığın” da özüdür... Yani, ya “kendinde şey” bir “idee”, ya da gene “kendinde şey” bir “madde” anlayışı-inancı, beğen beğendiğini!... Olay budur!...
İdealizm ve materyalizm.. Bunlar, gerçeği, varoluşun sistem zemininde anlam kazanan izafiliği gerçeğini görmemizi engelleyen gözümüzdeki ideolojik gözlüklerdir! Ama bunlar olmadan da olmazdı! Çünkü, insan adı verilen kurtçuk, her aşamada ancak kendi ördüğü bu türden kozaların içinde gelişerek bu günlere gelebildi!..
Görüyorsunuz, bütün mesele evrensel oluşumun özünü oluşturan sistem gerçekliğinin kavranılabilmesinde yatıyor. Her durumda, sistem merkezini temsil eden bir sıfır noktasının gerçekliğini kavrayabilmekte yatıyor...
Peki, nedir bu sıfır noktasının „maddi bir gerçekliğe tekabül etmeyen“ varlığı mı diyorsunuz? İdealizmin ve bütün dinsel ideolojilerin iddia ettikleri gibi, maddi gerçekliğin ötesinde metafizik bir varlık olarak bir „idee“midir burada söz konusu olan? Yani bu evren, herşeyin özünü-ruhunu oluşturan bir „idee“-ruh (bilgi) , ve onun “yarattığı” bir vücuttan mı ibarettir. Evrensel varoluş denilen şey, “madde” ve onu “yaratan” “idee”den meydana gelen düal bir oluşum mudur? İşte insanlığı daha o ilk varoluş anından itibaren uğraştıran soru!...
Gelin isterseniz bu mantık zincirini tamamlayalım: Sıfıra, „idee“, “bilgi”, ya da „ruh“ adı altında, „maddi olmayan“, ama ne olduğu da belli olmayan bir varlık (ama maddeden ayrı olarak var olan metafizik bir varlık) izafe ettiğiniz zaman, bu, “Tanrı” fikrinin esasını oluşturan, herşeyi yaratan bir “fikir-varlık” olarak karşımıza çıkıyor. Ama öte yandan, “hayır, böyle birşey söz konusu olamaz, esas olan maddi gerçekliktir” diyerek idealizmin karşısında materyalizmin cephesinde yer aldığınız zaman da sonuç gene değişmiyor; bu sefer de, gene “kendinde şey” olarak varolan mutlak bir “madde” anlayışına takılıp kalıyorsunuz! Yani, her iki durumda da, esas olan, “kendinde şey” olarak varolan “mutlak bir gerçeklik”, bir “yaratıcı” anlayışıdır. Biri “idee”, ya da “ruh” diyor buna, diğeri de “kendinde şey”-yani kendi yaratıcısı da olan- “madde”! Yüz yıllardır tartışılan, ve halâ da içinden “çıkılamayan” sınıflı toplumun çıkmaz sokağıdır bu!...
Peki sorun nerede? Sorun, „maddi gerçekliğin“ mutlak olmadığını, her durumda, bir sistem gerçekliğine bağlı olarak izafi olduğunu kavrayabilmekte yatıyor. Yani, belirli bir A-B sisteminin içinde birbirlerine göre gerçekleşen A ve B, başka nesnelerle etkileşmeler içinde oluşan başka sistemlerin-ilişkilerin içinde artık aynı A ve B olarak kalmazlar!... Çünkü, A ve B diye öyle her türlü ilişkiden bağımsız mutlak gerçeklikler yoktur. Bu kadar basit! Ama işte bu kadar basit olan bir gerçeği kavrayabilmenin yolu da sıfır noktasının diyalektiğini kavrayabilmekten geçiyor.
İnsanlar, toplumsal-tarihsel gelişme sürecinin her aşamasında kendilerine göre bir Tanrı-din anlayışı yaratmışlardır. Dikkat ediniz, bunların hepsinin de özünü, esasını, belirli bir denge durumunu yaratabilmek-tanımlayabilmek için konulan kurallar oluşturur. Merkezde oturan bir kural-yasak koyucu vardır ve nelerin yapılacağına, ya da yapılamayacağına o karar verir. Bu bir ihtiyaçtır. Yeni bir durumun-varoluş halinin- tanımlanabilmesi için bir zorunluluktur. “O”nun uygun bulduğu şeyler iyidir, yasakladığı şeyler de “kötü”. Nedir bütün bunların anlamı? Belirli bir düzenin-dengenin-uyumun-ahengin yaratılmasıdır. Peki , ne için gerekiyor bütün bunlar?. İnsanlar, çevreyle etkileşme sürecinde kendi varlıklarını üretirlerken, bunu her aşamanın somut koşulları içinde oluşan bir platform (zıtların birliğinin oluşturduğu bir platform) üzerinde yerine getirebiliyorlar. İşte Tanrı-din kavramı da, her aşamanın somut koşullarına göre oluşması gereken bu dengenin-platformun kurallarının belirlendiği referans sistemi oluyor. Şunları şunları yapar, şunları yapmazsan denge bozulmaz (yani sıfır halinin içinde kalınır) insanlar mutluluk içinde yaşarlar anlayışıdır bu.
Bir durumdan başka bir duruma geçilirken , eski dengenin (sıfır halinin) bozulduğu, ama henüz yeni bir dengenin (yeni bir sıfır halinin) de oluşmadığı dönemlerde ortaya çıkar bu türden düşünceler. Amaç daima, yeni bir denge durumuna ulaşabilmektir; ama, ulaştıktan sonra da iş bitmez, bu sefer de mevcut dengeyi koruyabilmek için gerekli kurum ve kurallar ön plana çıkar. “Bu kuralları koyan ise”, denge halini, yani merkezdeki sıfır noktasını temsil eden “Tanrıdır”!
“Denge” nedir peki?... “Tanrı” neresinde bu dengenin?...
Dengeyle neyin kastedildiğine gelince, özünde bu aynen Newton’un İkinci Kuvvet Yasasında olduğu gibidir: Ka=Kb , ya da, Ka-Kb=0 (buradaki Ka ve Kb, birbirlerinin üzerine etkide bulunan iki karşıt kuvveti ifade ediyor). Tanrı ise, buradaki “0” oluyor. Yani, A ve B den kaynaklanan birbirine eşit iki karşıt kuvvet, birbirleri üzerine etkide bulunurlarsa, bunlar arasındaki denge-adalet-eşitlik bozulmaz, mevcut durum muzafaza edilir demektir bu! A’ ya ve B’ ye diyor ki Tanrı (yani sıfır), bakın, bu işin, yani dengeyi koruma işinin kuralı budur, adaletli olmak budur! Bu kuralı koyan da merkezde oturan „0“ olarak „ben’im”! “Benim dünyamda A ile B arasında ilâhi bir denge hüküm sürer, eşitlik hiç bozulmaz”!...
Örneğin bir atomda belirli bir kuantum seviyesindeki durum budur... Elektronların ve çekirdeğin birbirleri üzerine etkileri sistem merkezinde sıfır noktasında belirli bir denge durumunun oluşmasına neden olmaktadır. Yalnız burada hemen bir noktanın altını çizelim. Yukarda Newton’un İkinci Kuvvet Yasasını örnek gösterdik. Bu tabi mekanik bir örnek bu anlamda da bir metafor! Gerçekte, doğal sistemlerde-doğal denge durumlarında- ise durum farklıdır!... Örneğin atom belirli bir kuantum seviyesinde denge halinde iken A ve B öyle (Newton mekaniğinde olduğu gibi) her an enerji harcayarak birbirlerini bir K kuvvetiyle etkilemezler!... Bu durumda söz konusu olan, potansiyel kuvvetler arasındaki eşitlikten kaynaklanan bir denge halidir... Öyle ki, A ve B her an görünmez bir zincirle birbirlerine bağlı gibidirler... Bunlar, aradaki zinciri zorlayarak kaçma teşebbüsünde bulunmadıkları sürece zincirin hiç farkına varmadan serbestçe hareket ederler. Ne zamanki bir kaçma teşebbüsü olur ve zincir zorlanır, işte o zaman arada gerçek anlamda bir kuvvetin varlığı da ortaya çıkar!...
LA İLAHE İLLALLAH... HAK’KIN DİYALEKTİĞİ!..
Şeyh Bedreddin şöyle diyor „Varidat“ında: „Bütün evrenler bir zerrede vardır”.. “Bu gerçek ne kadar bilinir, bütünün her insanda bulunduğu ne kadar anlaşılırsa (bu gizlilik ne denli aydınlanırsa), ‘Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim ve beni bilsinler diye insanlarıyarattım’ sözünün gizemi de o oranda aydınlanır. Ancak, bilen de, anlayan da (yaradan ve yaradılan da) gene onun kendisidir (Tanrıdır), başkasıdeğil (“Vahdeti vücud”).Tanrıbütün niteliklerden sıyrılmıştır, ama o, aynızamanda bütün nesnelerle nitelenmiştir de. Bu evrende herşeyin özü o dur, ondan gayrıbirşey yoktur”.[2]
Ne diyor Şeyh Bedreddin burada:
1-“Bütün bir evren tek bir zerrede vardır”.(Bütün evren tek bir atomun içinde vardır anlamına gelir bu)
2-“Tanrı insanı,nefsini-kendini-bilerek Rabbini bilsin diye yaratmıştır”.
3-“Ancak, yaradan da yaradılan da-bilen de anlayan da- bir ve aynışeydir”. Yani, yaradan ve yaradılan diye birbirinden ayrıiki varlık söz konusu değildir. Her şey-her nesne, her sistem- Tanrı’nın izafi bir gerçekleşme halinden ibarettir. Yani her şey özünde-sistem merkezinde temsil edildiği sıfır noktasında- Tanrıdır. (Tanrıbütün niteliklerden sıyrılmıştır, ama o aynı zamanda bütün nesnelerle nitelenmiştir. Bu evrende her şeyin özü o dur (her şey sistem merkezindeki sıfır noktasında temsil olunur), ondan gayrı (sıfırdan gayrı) birşey yoktur)...
Böyle diyor Şeyh Bedreddin. Ama, sadece Şeyh Bedreddi mi diyor bütün bunları? Muhyiddin’i Arabi’den Ahmet Yesevi’ye, Hacı Bektaş’tan Yunus Emre’ye kadar bütün o tasavvuf erlerinin söylediklerinin özü de hep aynıdır.
Şimdi bir de şu sözlere kulak verelim http://www.aktolga.de/t4.pdf : “Bu evrende varolan her şey kendi içinde sistem merkezindeki sıfır noktasında temsil edilen (A ve B gibi iki temel parçadan oluşan) bir A-B sistemi iken (buradaki A ve B, rasgele sembolik ifadelerdir), aynıanda, gene sistem merkezinde temsil olunan varlığıyla, bir başka A-B sisteminin içinde izafi bir gerçeklik olarak C ya da D şeklinde yer alır, var olur. Bu nedenle; madem ki her şey son tahlilde kendi içinde varlığı sistem merkezindeki sıfır noktasında temsil olunan bir sistemdir, bu durumda evrende o sıfırdan gayrı hiçbir şey yoktur... Şeyler, her durumda sıfır noktasında temsil olunan belirli bir sistemin içinde gerçekleşen izafi oluşumlardır...”
Peki, Yunus’un “benden içeri olan o ben”inin anlamı da bundan ibaret değil midir?...
İşte, ilkel komünal toplum bilgini atalarımızdan bize kalan bilgi temeli mirasın sınıflılık süreci içinde gerçekleşen birey eksenli kendini ve doğayı bilme süreciyle-bilgi temeliyle- etkileşmesi sonucunda ortaya çıkan modern komünal toplum biliminin-bilincinin özü, esası-bilgi temeli bundan ibarettir!...
Yani, ne öyle varlığı “kendinde şey” olan bir Ahmet, Hasan ya da atom veya güneş sistemi gibi “kendinde şey”-“objektif mutlak gerçeklikler” vardır, ne de bunları yaratan doğa üstü metafizik bir “idee”!... Herşey, kendi içinde bir A-B sistemi olarak sistem merkezinde bulunan sıfır noktasında (Tanrı, Hak) gerçekleşirken, aynı anda, bir başka dış unsurla ilişki-etkileşme esnasında kendi nefsiyle (gene sistem merkezindeki sıfır noktasında) izafi bir gerçeklik olarak da varolur, bilinir. Dikkat edin, iç diyalog açısından sistem merkezi olarak ifade edilen sıfır noktası, aynı anda, bir dış unsurla etkileşmeye bağlı olarak sistemin kendi nefsiyle gerçekleştiği nokta oluyor! “Ben”, “benden içeri olan beni” kendi içinde barındıran izafi bir gerçeklik olarak vücud buluyor!...
İşte size o “Kaf Dağı”, işte onun ardında bir canavarın (nefsin) koruması altında bulunan “nadide çiçek” (Hak-Tanrı)!...
İşte, modern sistem biliminin olduğu kadar atalarımızdan bize miras kalan bütün o tasavvuf bilincinin de özü-esası!...
Bu tablo içinde Hak, yani Tanrı-Allah nerede peki?
Hak, her durumda, o sıfır denge halinde-noktasındadır demiştik. O sıfır ise her yerde! Yani belirli bir yeri yok!... Sıfırı uzay-zaman içinde maddi bir gerçeklikle temsil edebilir misiniz!! “Her yerde hazır ve nazır olan” o! Atalarımız boşuna “onun varlığı yokluğundadır” dememişler!...
İşte, “ne yerdedir, ne gökte, ne adı vardır, ne tadı, ne rengi” denilen şeyin- Tanrı’nın- özü bu evrensel sistem gerçekliğinden ibarettir!...
PEKİ YA “ATEİZM”?...
Aman dikkat! Şimdi bazıları hemen diyecekler ki, “aha işte bak, sen de sıfır noktasından-yani yokluktan- bahsediyorsun bunun adı Tanrıtanımazlıktır- ateizmdir”!
Halbuki alâkası yok! “Ateizmin”, yani “Tanrıtanımazlığın” özünde materyalizm yatar, materyalizmin “kendinde şey” madde-varoluş anlayışı yatar; varolmak için başka nesnelere ihtiyaç duymayan “objektif-mutlak gerçeklik” anlayışı yatar. Ateistler, idealizme, onun idee-Tanrı, din anlayışına karşı çıkarlarken kendilerinin de yeni bir din yarattıklarının farkında bile olmazlar! “Bilim”, ya da “kendinde şey-madde” dini! Onlar, bilimi pozitivist felsefeye göre yorumlayarak “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” anlayışıyla bir din haline getirirlerken, bunun da altında, günlük hayatın mekanik akışı içinde şekillenen sübjektif idealist bir “objektif-mutlak gerçeklik”-“kendinde şey” madde anlayışı yatar!...
Bilimsel temellerini Newton fiziğinde bulan ateizm kuantum fiziğinin ve sistem biliminin ortaya çıkışıyla birlikte aslında çoktan tarihin çöp sepetine atılmış bir dünya görüşüdür. Çünkü, örneğin bir kuantum fiziğiyle-onun madde, varoluş anlayışıyla- ateizmi bir arada düşünmek mümkün değildir! Ama tabi, kafasındaki ideolojik şablomları atabilenler farkedebiliyor bunu. Yoksa atış serbest!... Hele hele Türkiye’deki gibi dinin siyasetin içinde olduğu bir ülkede, sınıfsal güdülerle, sınıf mücadelesi içindeki pozisyonunu muhafaza edebilmek için ateist olmak gerektiğine inanmış olan bütün o pozitivist-Devletçi-jöntürk-jönkürt-“solcu” ideolojilerin tükenmişliklerini görünce insan bunu daha iyi anlıyor!...
Ama, yukardaki görüşlerin idealizmin o klasik idee-Tanrı anlayışıyla da alâkası yoktur! Çünkü, bütün o idealist-dinci ideolojiler de hem derler ki, “bu evrende Allahtan gayrı birşey yoktur”, ama hem de, “onu”, yani Tanrıyı varolan maddi gerçekliklerin dışında başka yerlerde ararlar!... Onlara göre o, yani Tanrı “yaratandır”, varlıklar ise “yaratılanlar”! İşte, bütün idealist dünya görüşlerinin altında bu “yaratan-yaratılan” ikiliği yatar...
Aslında ne kadar ilginç, idealizmle materyalizm arasındaki o ideolojik perdeyi kaldırıverin “kendinde şey” “yaratılmış” varlıklardan başka birşey kalmaz ortada! Biri der ki, “şeylerin bir yaratıcıya ihtiyacı yoktur, onlar kendinde şey” “objektif-mutlak gerçekliklerdir”! Diğeri ise, metafizik bir “yaratan” anlayışından yola çıktığı için, bu durumda onun için de gene “yaratılmış” olan varlıkların karşılıklı etkileşme esnasında birbirlerini yaratmaları diye bir problem olmaz ortada. Onlar, yani “yaratılmış” olanlar “yaratandan dolayı mutlak gerçekliklerdir” o kadar!!...
Mutlak bir sıfır gerçekliği de yoktur, o da, yaratırken her seferinde kendini de yeniden yaratmış olur!...
Son bir nokta daha! Peki, madem ki her şeyin gerçekliği “o” dur, yani bütün sistemler sistem merkezinde bulunan o sıfırla temsil edilmektedir. Bu durumda, “bu evrende ondan-yani sıfırdan başka birşey yoktur” demekle mutlak-metafizik bir “idee” olarak bir sıfır gerçekliğini kabul etmiş olmuyor muyuz biz de? Hayır! Neden? Çünkü, her şeyin özünü oluşturan o sıfırın kendisi de izafi bir gerçekliktir! Yani öyle sıfır diye “kendinde şey” mutlak bir idee-gerçeklik yoktur!... Varlıklarla birlikte her an kendini de yeniden yaratan-var eden izafi bir gerçekliktir o da!... “Onun varlığı yokluğundadır” sözünün bir anlamı da budur zaten. Atalarımız, “Allah varlıkları, tıpkı birer ayna gibi, onlara bakarak kendini seyretmek-bilmek- için yarattı” demiyor muydu!... “Nefsini bilen Rabbini bilir”in anlamı nereden geliyor sanıyorsunuz!...
İşte size, “La İlahe İllallah”-yani, “Allah büyüktür, ondan başka ilah yoktur”- gerçeği ve bunun anlamı!...
İster, Marx’tan yola çıkarak “insan doğa’nın kendi bilincine varmasıdır” deyin, ister aynı gerçeği Şeyh Bedreddin-ya da bütün diğer tasavvuf erleri gibi ifade ederek “Tanrı insanı kendini bilmek için yaratmıştır” deyin, özünde bütün bunlar aynı yere çıkar. “La İlahe İllallah”ın “Hulefa-i Raşidin” devrindeki o ilk bozulmamış, yorumlanarak içeriği boşaltılmamış haldeki anlamı da daha farklı değildir. Buradaki “başka ilah yoktur”dan kasıt, maddi gerçeklikleri yaratan, onların dışında ayrıca varolan başka bir yaratıcı yoktur anlayışıdır. Dikkat ederseniz burada da gene özünde “kendinde şey”- “mutlak gerçeklik” anlayışının reddi söz konusudur. Ama tabi daha sonra “Tanrının yeryüzündeki gölgesi Devlet ve onu temsil eden sultanlar” devrinin başlamasıyla birlikte herşey değişir. Bu durumda, devletleşen dinin ortaya çıkardığı “yaratan” “yaratılan” ikiliği, artık “yaratanın yeryüzündeki temsilcisi” olma sıfatını alan sultanla onun kulları arasındaki sınıfsal karşılıkta kendine maddi bir temel de bulmuş-yaratmış- olmaktadır.
Bütün bunları şöyle de ifade edebilirdik:
Madem ki varolmak iki denge durumu arasında oluşan zaman-mekan boyutları içinde ortaya çıkıyor, herşey her an bir şekilde Hak’ka, yani belirli bir denge durumuna, sıfır noktasına ulaşabilme çabası içinde gerçekleşiyor, o halde, bizim varolmak adını verdiğimiz çaba, her durumda, Allah’ın adıyla sıfır noktasından-Allah’tan başlayarak başka bir sıfır noktasına (denge haline, yani gene Allah’a) ulaşabilme çabasından başka birşey değildir. Her durumda, Allahın adıyla-bismillahirrahmanirrahim-başlayan her izafi varoluş insiyatifi, gene onun-Allahın-varlığında yok olarak son buluyor. İşte, “Herşey her an Allah’tan yola çıkıp gene ona dönüş halindedir”in (yani, “herşey her an yeniden yaratılmaktadır”ın) diyalektiği bundan ibarettir...
(Aynı şeyi bilişsel bilim terminolojisiyle ifade etmek isteseydikte şöye dememiz gerekirdi: Herşey-bütün sistemler son tahlilde bir “ilk durumdan” yola çıkarak bir “son durumda” nihayet bulurlar. Varolmak denilen etkinlik ise, bu iki durak arasındaki izafi gerçeklikten-oluşumdan başka birşey değildir. Bu evrende mutlak anlamda “kendinde şey” olarak varolan nesneler mevcut değildir. Materyalizmin ve idealizmin bütün o kuruntuları günlük yaşamın makroskobik-mekanik dünyasının yanıltıcı algılarından kaynaklanan illüzyonlardan başka birşey değildir...)
Peki o zaman, Hallacı Mansur “En El Hak” derken neden hatalıydı?...
Tasavvuf erenleri atalarımız “Tanrı insanı kendini bilmesi için yaratmıştır” diyorlardı! Peki insan ne yapıyor bunun için? Aynaya bakıyor ve diyor ki “En El Hak”!
Hallacı Mansur ne yaptı peki, onun davranışı bundan farklı birşey mi idi? Kendi içindeki “kendisinden içeri” olan o “beni” hissettiği an duygusal bir bilinçle o da “En El Hak” demişti o kadar! Biliyorsunuz, sırf bu sözünden dolayı “Tanrıya eş koşuyor” diyerek öldürmüşlerdi onu! O halde nedir meselenin özü?
İnsanlara dönerek “En El Hak”-yani “ben Tanrıyım”- diyorsun, ama burada unutulan bir şey var; Tanrı-sıfır hali kendi nefsiyle insanın ağzından bu şekilde konuşamaz ki!! Yani Hallacı Mansur “En El Hak” diyerek kendini-kendi nefsini Tanrı’nın yerine koyma hatasına düşüyordu!... Bu nedenle, duygusal bir bilinçle-Tasavvuf bilinciyle-nefsini bilerek Rabbini bilen “erenler” dediğimiz atalarımız-Hallac-ı Mansur’dan farklı olarak- kendi nefisleriyle ağzı var dili yok olanlardır!... Duygusal bilginin-bilincin sınırı budur. Bu bilinçle onu sadece hissedersin, kendi içinde yaşarsın o kadar. Onu dışa vurarak “ben Tanrıyım” dediğin an o “ben” artık Tanrı olmaz, bu durumda “sen” kendi nefsinle kendini onun yerine koymuş olursun!!... (tabi burada onun derisini yüzenlerin haklı olduğunu falan söylemek istemiyorum!!...)
O halde?
O halde, “nefsini bilerek Rabbini bilme” sürecini duygusal bilincin-bilginin (örneğin tasavvufun) ötesine taşıyarak onu bilişsel düzeyde açıklayabilmek de lazımdır. Bu başarılmadan bir yere varılamaz!... Benim yapmaya çalıştığım da zaten bundan ibarettir!...
İşte atalarımızdan bize kalan miras, işte bu mirasa sahip çıkılarak varılabilecek bilişsel hedef!...
YA ŞÜKÜR NEDİR, ŞÜKÜRÜN DİYALEKTİĞİ!...
Evrensel varoluş diyalektiği içinde, her an, belirli bir hedefe-Hak’ka- ulaşma çabası içinde gerçekleştiğinin (yani, her an yeniden yaratılarak varolduğunun) farkına varan insan, aynı zamanda, belirli bir andaki varlığının bir önceki sürecin sonunda ulaşılan mevziden-Hak’tan- kaynaklandığının da farkına varmış olur ki, bu da onda o an neye sahip olduğunun bilincini beraberinde getirir. İşte şükür’ün diyalektiği budur.
Daha başka bir deyişle, Dimyad’a pirince giderken evdeki bulgurun farkında olma, ondan vazgeçmeme, onu rizikoya atmama bilincidir bu! “Buna da şükür ya Rabbim” dediğin an neye sahip olduğunu-çıkış noktanı, zeminini- biliyorsun demektir; yeni hedeflere ulaşmaya çalışırken sahip olduğun varlığının o ana kadar ulaştığın hedeflerden kaynaklandığının-bunun bir kazanım olduğunun- farkındasın demektir.
Yapılan her iş, elde edilen her ürün-sonuç- bir sentezdir. Yani, hiçbir zaman, o an “ben yaptım oldu” diye birşey yoktur!... “Herşey Hak’tan doğar ve sonra tekrar ona döner” ki, bu da daima kendi kendini üreten bir sistem gerçekliği zemininde olur. Her durumda, bir A, neyin yapılacağının planını yaparken, bir B de onu hayata geçirerek gerçekleştirir. Bu, her çocuğun bir babasının bir de anasının bulunduğu anlamına gelir. “Çocuğu ben doğurdum o halde o benim ürünüm”, ya da, “ben olmasam o da olmazdı, o halde o benim” diye birşey yoktur!! Bu nedenle, her işin kaynağı nasıl ki o işi yapacak olan sistemin potansiyel bir gerçeklik olarak ortaya çıktığı “ilk duruma” ilişkin sıfır noktasında temsil olunan Hak ise, yapılan işin sonunda ortaya çıkan ürün de, gene başka bir sıfır noktasında temsil olunan Hak’kın bir başka ortaya çıkış halinden ibarettir. “Herşey sıfır noktasından- Hak’tan gelip yaşam sürecinin sonunda gene onun- sıfır noktasında temsil olunan Hak’kın- varlığında yok olurken, bu arada kendini üreterek gene sıfır noktasında Hak’kın bir başka biçimde kendini ifadesi olarak da gerçekleşir...
PEKİ “SABIR”, O NEDİR?...
Sabrın mantığı da gene aynı diyalektiğe dayanır. Eğer işi yapan, ürünü elde eden sadece “sen”-nefs-değilsen, ve ortaya çıkan ürün de sonunda “sana” ait bir “mal”-özel bir mülk- değilse, o zaman neden “sabırsız” oluyorsun ki! Her işin bir zamanı-her çocuğun doğumu için gerekli olan bir gebelik süresi- vardır. Aslında “sen”- yani seni temsil eden o nöronal etkinlik de bu üretim sürecine ilişkin zaman dilimi içinde ona bağlı olarak gerçekleşmiş oluyorsun.
O halde, “sabırsızlık” iki nedenden kaynaklanıyor:
Birincisi,ortaya çıkacak ürünü kendi malın gibi tasavvur ettiğin için (bu durumda koordinat sisteminin sıfır noktası senin kendinin üzerine monte edilmiş haldedir) bir an önce ona-ürüne- “sahip olma” duygusunun-nefsin- etki alanında bulunuyorsun demektir (tipik sınıflı toplum hastalığı!).
İkincisiise (bu da gene bir sınıflı toplum hastalığıdır), kendi varlığını “kendinde şey” “mutlak bir gerçeklik” olarak algıladığın için, bilinç dışı bir çabayla bir an önce istediğin şeye sahip olarak bundan-kendi nefsinden-kurtulmak istiyorsun!...
“Kendin”, ya da “nefs” denilen şey nedir ki, son tahlilde bir aksiyon potansiyeli, yani nöronal düzeyde elektriksel bir etkinlik değil midir bu? Bir kere oluştuktan sonra, kendi yapısı gereği, bir an önce belirli bir denge durumuna ulaşarak onun içinde nötr hale gelmeye, yani “yok olmaya” çalışacaktır (yani, bizim “huzura ermek” olarak ifade etmeye çalıştığımız hal’e ulaşmaya çalışacaktır)! Çünkü huzur, nefsin duygusal anlamda kendini bilerek, onun neden olduğu sorunlardan kurtulup, “kendi varlığında-sıfır noktasındaki Hak’ın varlığında-yok olmasından” başka birşey değildir...
Bir de bilişsel sabır var!...
Bilişsel sabır, kim olduğunu, ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilişsel anlamda bilme-bilmeye çalışma erdemine dayanır ki, bu da bilişsel kimlikle birlikte ortaya çıkar. Bu durumda insan bilme sürecindeki eksikliklerinin farkında olduğundan, bu eksikleri giderme konusunda ne yapması gerektiğinin de bilincindedir. Her adımda sürecin hangi aşamasında bulunduğunu bilmek kafanda önündeki yola ilişkin genel bir tablonun oluşmasına yol açar; öyle ki, bu durumda artık yapılacak iş bellidir, bu işin yapılması gereken zaman süresi de ortadadır, sabırsızlık niye?...
İnsan bilişsel düzeyde kendini bildiği an, kendi içindeki varoluş zeminini -yani “Rabbini” de bilmiş olacaktır. Öyle ki, bu durumda, işi yapanın da (işi yapan A-B sisteminin de) ortaya çıkacak olan ürünün de (ki bu da gene başka bir A-B sistemidir) özünde sıfır noktasında temsil olunan bir gerçeklikten, yani Hak’tan başka birşey olmadığı biliniyor demektir!...
İşte, bu bilince ulaşan -benim “bilinçli doğa” dediğim insanadır ki, atalarımız ona “insanı kâmil” diyorlardı...
“HAKLI OLMANIN” ANLAMI...
„Haklı olmak“, “eski” ile “yeni” arasındaki mücadelede, „eskinin“ içinden çıkıp gelmekte olan „yeninin“ “eskiye” göre daha “ileri” olan bir denge durumunu temsil etmesinden kaynaklanır. “Eski”, varoluş koşullarını “yeniye” karşı mücadele içinde ürettiğinden, bu mücadele ona, otomatikman, mevcut durumu muhafazaya yönelik „kendinde şey“ duygusal bir kimlik de atfeder ki, işte onun „Haksız“ olmasının nedeni budur. Bu durumda, doğal varoluş koşulları içinde sistem merkezini temsil eden Hak’kın yerini, kendisinde mevcut sistemi- sistem merkezini- kuvvet kullanarak muhafaza etme, temsil etme “hakkını” ve yetkisini gören sistemin dominant kutbu almaktadır. Bu ise, yeniyle eski arasındaki mücadelede “haklılığın”, yani sıfır noktasını- Hak’kı temsil etme yetkisinin artık yer değiştirerek varolan sistemin içinde gelişen “yeniye” ait yeni merkezde anlam kazanmakta olduğunu gösterir...
Dikkat ederseniz burada bütün mesele, mevcut sistemi (A-B) korumaya çalışırken (kendini, kendi nefsini sistem merkezindeki sıfır noktasında temsil olunan Hak’kın yerine koyarak varolanı korumaya çalışırken) ona, yani kendi nefsine „mutlak gerçeklik“-„kendinde şey“ bir varoluş hali- kimlik kazandırma iddiasından kaynaklanıyor. İşte, kuvvet kullanarak mevcut „durumu“ yani dengeyi korumaya çalışanın „haksızlığının“-“Hak’ka şirk koşar” konuma girmesinin- nedeni budur!... (C-D) ise, aynı anda, buna karşı mücadele halinde olduğundan, o, Y noktasında temsil olunan sistem merkeziyle “Hak’kı temsil eden”- “Haklı olan” olarak anlam kazanmış olur!... Görüyorsunuz, herşey varoluşun ve kendini üretmenin izafiliğiyle ilişkili!...
YA PEKİ, “LA HAVLE VELA KUVVETE İLLA BİLLAHİL ALİYYİL AZİM”İN, YANİ “ALLAHIM BANA KUVVET VER”İN ANLAMI?...
Şimdi bakın, “yeni daima eskinin içinde doğar ve onun içinde, onun diyalektik anlamda inkarı-zıttı olarak gelişir, sonunda da onun-yani eskinin- yerini alır” demiştik ya;
dikkat ederseniz burada iki süreç var:
Birincisi açık; “yeninin eskinin içinde oluşumu ve gelişimi”. Eskiden beri varolanın kendini üretme süreci onun kendi içinde “yeniyi” de üretmesi süreciyle çakışıyor-bu süreç “yeni” açısından da onun kendini üretmesi süreci oluyor- Yani, “eski” kendi varoluş sürecini üretirken zorunlu olarak “yeninin” ortaya çıkışının ve onun da kendini üretmesinin koşullarını yaratmış oluyor...(Hemen bir örnek verelim: Kapitalizm kendini üretirken, azami kâr yasasının ve rekabetin sonucu olarak makinalaşmayı-robotları-da geliştirir, ki bu da sonunda işçi sınıfının ve (artık el koyacak artı değer kalmayacağı için) burjuvazinin de sonu anlamına gelir. Yani kapitalizm kendini üretirken kendi içinde modern sınıfsız toplum bebeğini de geliştirmiş, üretmiş olur)...
İkinci nokta ise, diyalektik bir birlik-birlikte varoluş-anlamı taşıyan bu sürecin, aynı zamanda kendi içinde birbiriyle zıt iki süreç olmasıdır. Öyle ki, “eski” kendini üretirken “yeninin” varoluş koşullarını da yaratarak onun da kendini üretmesine yol açınca, kaçınılmaz olarak, “eskiyle” “yeni” arasında (eskiye ait yaşam alanını birlikte paylaşmanın neden olduğu) bir yaşam biçimi ve alanı kavgasının-varoluş mücadelesinin- başlamasına neden olur. Yani, “eski” hem “yeniyi” yaratıyor, ama hem de onun kendi yerini (kendi yaşam biçimiyle, ilişkileriyle örülü yaşam alanını) almasını istemediği için ona karşı mücadele ediyor!... (Yukardaki örnek üzerinden devam edersek, evet kapitalistler makinalaşmayı-robotların üretim faaliyetine girmesini teşvik ederler ama bunu yaparken onların amacı maliyetleri daha da düşürerek rekabet güçlerini arttırmak, dolayısıyla da daha çok kazanmaktır. Onlar, bütün bunları yaparken hiçbir zaman işçilerin yerini robotların alacağı, kendilerinin yerine de yönetici beyin gücünün geçeceği modern anlamda bir sınıfsız toplumu falan arzu etmezler!!... Ya da, feodallerin kapitalizmi yaratmalarında olduğu gibi, feodaller de hiçbir zaman kendi asılacakları ipi üretmek için yapm
Yazarlar
-
Zeki ALPTEKİNÜretici Güçlerin Gelişiminin Motorlarından Biri Olarak Toplumsal-Sınıfsal Mücadeleler 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluGeri dönülmez çözümde son düzlük... 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENSüreç Olmasaydı 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİHakan Fidan'ın diploması 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUSiyaset CHP’siz, CHP siyasetsiz olmaz 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURMehmet Ali Sebük’ü neden kimse hatırlamıyor? 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasHükümet yalanladı konu kapandı 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçKürt sorunu, komisyon ve Marx… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolTefessüh… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUAnayasa engeli olduğu halde yeniden seçilmek isteyen başkan ne yapar? 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanAK Parti kendini nasıl bu hallere düşürdü… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÇeteler çağı ve muhteşem çöküş… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazAYM kararı yargıyı bağlayacak mı? 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraÇağdaş Türkiye 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluKalorifer kazanından rektör danışmanlığına ve öğretim görevliliğine uzanan yol: Sahte diplomaya ne g 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet Berkanİktidar ülkeyi yönetebiliyor mu ki? Tek kişi ne kadar yönetebilirse o kadar işte… 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTUtanmazlığın ve Çürümüşlüğün Belgesi: Sahte Diploma Skandalı 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarŞeffaf, açık ve çoğulcu 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: “İmralı’da Bir Mahkûm” 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞAdemimerkeziyet: Dikey güçler ayrılığı ya da paylaşımı 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİsa’nın takipçilerine sığınan Muhammed’in takipçileri 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUDemokratlar, ümmetçiler, ırkçılar 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilBüyük Aldatmaca: Popülizmin (Halkçılığın) Yolsuzluk Ve Eşitsizlik Konusundaki Yalanları 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞMeslek liseleri tartışmaları (1) 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit Akçay2025’in kalanı nasıl geçecek? 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜR‘Dijital devlet’ işgali: Girilmedik kurum yok! 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEKaş yaparken göz çıkarmak 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERİki öncü şirkete nasıl sızıldı: Denetimsizliğin çürüttüğü devlet 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZTerörsüz Türkiye hedefi: Hukukun ve siyasetin rolü 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezEkonomiyi düzeltmekle iş bitmez 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNESiyasî kimlikler panayırı kapandı 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNKalemşörler ve Çubuk Ustaları da Silah Bıraksın! 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNMisak-ı Suriye! 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYABarış ve Demokratik Toplum Çağrısı; Hasta Tutsaklar 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞKUVVETLER AYRILIĞI YOK İSE… 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRGüvensizliğin gölgesinde siyaset: Geçen yıla kıyasla korku düzeyimiz yükseldi, peki neden? 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanBatı artık Kiev’de Zalujni’yi görmek istiyor gibi 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciÇürüme! 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANErdoğan’ın korktuğu başına geldi 3.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKBatı, Türkiye, ulus-devlet: Vazgeçmenin fırsatları ve riskleri 3.08.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPartiler ve toplum nereye gidiyor? 3.08.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRKomisyon hayırlara vesile olsun inşallah… 2.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKEzberler bozulurken mağduriyetler de son bulmalı 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERSüreç ya da Çözüm Komisyonu 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYAzerbaycan ile Rusya arasında savaş çıkar mı? 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİHıristiyanlıktaki “kurtuluş” fikrinin İslamda yeri olabilir mi? 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞZora girmiş bir anlatı: “ABD emperyalizminin değişmez stratejik hedefi bağımsız Kürt devleti” 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunSuyun akışı ya da meramı barış olmak 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYAnkara, CHP, Çözüm Süreci ve Şam Arasındaki Tıkanıklık: 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUKötülük durur durur, seni de vurur! 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRKÜRT ULUSAL BİRLİK KONFERANSI 28.07.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç ve Suriye denklemi 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENBeyaz Toroslu savcı olayına iktidar nasıl bakıyor? 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünSuriye’de istikrarı sağlamak mümkün mü? 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKİktidarın soğuk matematiği 23.07.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANTartışmayı kazanmaktan önce becermek gerek 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYABeşiktaş düzene karşı çıktı: Sessiz devrimin adı olacak 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerULUSAL KİMLİK DAVASI 18.07.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTaşıyıcı koalisyonlar ve ormanın içindeki CHP 17.07.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMAcaba Kürt sorununun önündeki engel “Atatürk miti” mi? 14.07.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENKürt ulusunun kavgasında bir sosyalist lider 13.07.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞDemirtaş’a Kobane mahkumiyeti: Gerekçedeki “10 kusurlu hareket” 28.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYKopukluk ve “Anadolu Kırılması” 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANRahip Brunson ve öğrenci Rümeysa 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan CEMALTerörsüz Türkiye! İyi güzel, peki ya demokratik Türkiye?.. 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARŞizofrenik yurttaşlık 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBoykot ve sokaklar neden bu kadar korkutuyor? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezCumhur İttifakı'nın ‘muhalefeti dönüştürme görevi…’ 28.02.2025 Tüm Yazıları
-
Doğan AKINAhmet Sever: Eşsiz, kırgın, yalnız… 26.02.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNCHP’ye açılan soruşturmaların ortak hedefi Ekrem İmamoğlu 12.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMDEVLET VE KÜRTLER SORUN DEĞİL KONU! 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKEN“Mesele”yi hayatın içinden çözmek 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselEkonomik büyümede iyimser olunabilir mi? 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Münir AKTOLGABATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ... 16.12.2024 Tüm Yazıları
-
Necati KURBÜYÜK TÖS BOYKOTU 15.12.2024 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakDevrim 10.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cenk DoğanÜRETİCİLERE İLK OLARAK KOOPERATİF LAZIM 4.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cevat KORKMAZFiller ve Çimen... 22.11.2024 Tüm Yazıları
-
Tuncer KÖSEOĞLUTamirhanelere giden toplar… 4.11.2024 Tüm Yazıları
-
Ayşe HÜRDevletin Muhteşem Örgütlenmesi: 6-7 Eylül 1955 Pogromu 9.09.2024 Tüm Yazıları
-
Ferhat KENTEL“Maarif” marifetiyle yeni “makbul vatandaş” kurma çabaları 26.07.2024 Tüm Yazıları
-
Banu Güven“Bozkurt” Almanya’da sahaya indi 4.07.2024 Tüm Yazıları
-
İBRAHİM Ö. KABOĞLUDevlet ve yürütme kaç başlı? 27.06.2024 Tüm Yazıları
-
Gürbüz ÖZALTINLICHP’nin normalleşme politikası Erdoğan’a mı yarar? 21.06.2024 Tüm Yazıları
-
Oya BAYDARBir yazamama yazısı 14.06.2024 Tüm Yazıları
-
Bayram ZİLANAK Parti’de değişim gecikiyor mu? 4.06.2024 Tüm Yazıları
-
Soli ÖzelBetül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi 30.05.2024 Tüm Yazıları
-
Reha RUHAVİOĞLUTürkiye’de Kürtçenin Durumu: Gidişat, İmkânlar ve Fırsatlar 18.05.2024 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANNeden Yeterli Halk Desteği Alamıyoruz! 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞ31 Mart'ın merkez üssü: Pazarcık ve Elbistan 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
Atilla AytemurBingöl Erdumlu Kitabı: Film gibi hayat* 24.01.2024 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİ“Gazze’deki Uzun Savaş” 10.01.2024 Tüm Yazıları
-
Şahin ALPAY"Ergun Abi"ye veda 10.11.2023 Tüm Yazıları
-
Ahmet ALTANYüzyıllık cumhuriyet başarılı mı başarısız mı? 29.10.2023 Tüm Yazıları
-
Levent GültekinDin, insanları kardeş yapar mı? 26.09.2023 Tüm Yazıları
-
Ayhan AKTARŞair Roni Margulies’in ardından… 7.08.2023 Tüm Yazıları
-
Ceyda KaranBiden ve iki cephede birden yenilgi 30.06.2023 Tüm Yazıları
-
Orhan Kemal CENGİZMuhalefetin sınavı asıl şimdi başlıyor 1.06.2023 Tüm Yazıları
-
Roni MARGULIESMutlu bitmiş bir göç öyküsü 20.05.2023 Tüm Yazıları
-
Burhanettin DURANTarihi Yol Ayrımındaki Kritik Seçim 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Celal BAŞLANGIÇKendini kurtarmak için Erdoğan, Erdoğan’ı reddedecek! 14.04.2023 Tüm Yazıları
-
Ergun AŞÇIErsagun Hanım 5.03.2023 Tüm Yazıları
-
Uğur Gürses‘Dolambaçlı katlı kur’ yolunda 23.01.2023 Tüm Yazıları
-
Besim F. DellaloğluMesafenin Sosyolojisi 16.12.2022 Tüm Yazıları
-
Hidayet Şefkatli TUKSALKur’an kurslarında yatılı eğitim ve çocukların korunması 15.12.2022 Tüm Yazıları
-
Nergis DemirkayaAltılı Masa ortak yönetim planı: Her partiye bir yardımcı bir bakan 17.11.2022 Tüm Yazıları
-
Nabi YAĞCIŞaşıyorum gerçekten… 24.10.2022 Tüm Yazıları
-
Berin UYARONLAR İÇİN... 12.09.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim UsluSeçmen yolsuzluğu önemsiyor mu? 9.09.2022 Tüm Yazıları
-
Hasan GÜRKAN“SEVMEK YİNE DE BİR SARRAF İŞİDİR, YERYÜZÜ KİTAPLIĞINDA” 18.08.2022 Tüm Yazıları
-
Oktay Cansın EMİRALSAVAŞ VE ZAMAN 7.08.2022 Tüm Yazıları
-
Özgül Üstüner COŞKUNİnceden 5.07.2022 Tüm Yazıları
-
Namık ÇINARBir toplumun geri kalma inadı 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Barış SoydanGıda Komitesi’nin ve enflasyonla mücadelede başarısızlığın acıklı öyküsü 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Mehmet BARLASAnkara’yı sel aldı 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
Melih ALTINOKAna muhalefet lideri Akşener mi olacak? 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZİKİ MEZAR, İKİ İNSAN ve IRKÇILIK 12.06.2022 Tüm Yazıları
-
Atilla YAYLAKanunlar ve fiyatlar 10.06.2022 Tüm Yazıları
-
Fatma Bostan ÜNSALBu kez Günah Keçisi SADAT mı? 23.05.2022 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaKılıçdaroğlu’nun adaylığı 23.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet İlhanBurhan Sönmez’in İstanbul İstanbul’unda Yerin Altı ve Üstünde Ne Yaşanıyor? 15.05.2022 Tüm Yazıları
-
Yavuz BAYDARİmamoğlu olayı ardından: ’Altılı Masa’ bir ortak aday çıkarabilecek mi? 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Kübra ParSessiz İstila belgeseli ve sığınmacı meselesi 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ergun BABAHANTürkiye’nin patlamaya hazır yeni kırılma hattı: Suriyeliler 22.04.2022 Tüm Yazıları
-
Kemal BURKAYİSVEÇ DEMOKRASİSİ VE KURAN YAKMA OLAYI… 17.04.2022 Tüm Yazıları
-
Tarık Ziya EkinciGAZETECİ AYDIN ENGİN VEFAT ETTİ 24.03.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim KaragülBu bir Avrupa savaşı ve çok uzun sürecek. -Batı, Türk-Rus savaşı istiyor! 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
Cengiz AKTARSavaş notları 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
Aydın ENGİNBir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden 7.02.2022 Tüm Yazıları
-
Nezih DUYGUMete Toksöyle (30 Mart 1954 - 02 Şubat 2022) 3.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet KARDAM28/29 Ocak Karadeniz Katliamı'nın 101. Yılı 1.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAKAN“Ya herro ya merro” mu dedi?.. 7.01.2022 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇAL2022 yılı karamsarlıklarımızı tersine çevirebilir mi? 4.01.2022 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYOrtadoğu’nun ‘Yeni Dönemi’ 9.12.2021 Tüm Yazıları
-
Muharrem SarıkayaOylardaki yükselişin ağırlığı 7.11.2021 Tüm Yazıları
-
Şevki ÇELİKCİKEMAL ARABACI 17.10.2021 Tüm Yazıları
-
Metin GürcanFırat batısı, Suriye, riskler, tespitler: Ufukta bir operasyon mu var? 13.10.2021 Tüm Yazıları
-
Metin MünirErkeğin kadını ezmesi 22.09.2021 Tüm Yazıları
-
Mehmet AcetSon anketler ne diyor? 9.09.2021 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZKONYA KATLİAMI VE GAZETECİLİK MESLEĞİ ÜZERİNE 2.08.2021 Tüm Yazıları
-
Süleyman Seyfi Öğün2023’e doğru Türkiye 26.07.2021 Tüm Yazıları
-
Yasin AKTAYTaliban’ın inancıyla ters olma arzusu 26.07.2021 Tüm Yazıları
-
Cem SANCARHanımefendi diyeceksiniz 28.06.2021 Tüm Yazıları
-
Yusuf KaplanFetih ruhu ve rüyası 28.06.2021 Tüm Yazıları
-
Ali AYDINİşsiz Kalan Antikorlar, Lanetli Pay ve Siyaset 17.06.2021 Tüm Yazıları
-
Ömer F. GergerlioğluMuhafazakârlar çürümeye niye sessiz? 8.06.2021 Tüm Yazıları
-
Mustafa ÖztürkNiyet ve akıbet 29.05.2021 Tüm Yazıları
-
Ayşe BöhürlerTarih büyük harflerle yazılmaz 28.05.2021 Tüm Yazıları
-
Gazi BAŞYURTBir zamanlar sayılamazdık parmak ile, şimdi eksiliyoruz birer birer… 25.05.2021 Tüm Yazıları
-
Yıldız ÖNENİsrail’in sonu gelmez işgalciliği 15.05.2021 Tüm Yazıları
-
Ömer Ahmet ÖZERENBİR 1 MAYIS Anekdotu… 10.05.2021 Tüm Yazıları
-
Osman CAN24 Nisan 1915: Kardeşimin Cenazesini Kaldıramadım Hala! 29.04.2021 Tüm Yazıları
-
Verda ÖZERBırak artık eski normali 28.04.2021 Tüm Yazıları
-
Yetvart DANZİKYAN24 Nisan’ı anmak 24.04.2021 Tüm Yazıları
-
Kurtuluş TAYİZPandemide Erdoğan'ı devirme planı çöktü 22.04.2021 Tüm Yazıları
-
Ali Saydam23 Nisan ‘Çocuklara Hürmet’ Günü 22.04.2021 Tüm Yazıları
-
Vedat BilginSistem değişti de ne oldu! 22.04.2021 Tüm Yazıları
-
Ali TarakçıZEVZEK'in asıl amacı Montrö değilmiş! 17.04.2021 Tüm Yazıları
-
Burak Bilgehan ÖzpekVesayet Nedir, Nasıl Kurulur, Niçin Çöker? 16.04.2021 Tüm Yazıları
-
Firuz TÜRKERDARBE GİRİŞİMİNE HAZIR OLMAK 4.04.2021 Tüm Yazıları
-
Yıldız RamazanoğluYeni metin ne söyleyecek? 25.03.2021 Tüm Yazıları
-
RAGIP DURAN'Bir tek kişinin otoritesi suçtur!' 22.03.2021 Tüm Yazıları
-
Sevilay YALMANMesele Gergerlioğlu meselesi değil! 19.03.2021 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKBACAKİZMİT KÖRFEZİ YAKIN, DENİZ BİZE ÇOK UZAK! 17.03.2021 Tüm Yazıları
-
Ural ATEŞERANADİL... 21.02.2021 Tüm Yazıları
-
Demir Küçükaydınİki Devrimci – Türeci ve Şahin 4.01.2021 Tüm Yazıları
-
Perihan MAĞDENHayaller: ETHOS, Gerçekler: BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM 18.11.2020 Tüm Yazıları
-
Talat ULUSOY9 Eylül 1922, İzmir’in “KURTULUŞ” Günü’nde… 9.09.2020 Tüm Yazıları
-
Mahmut ÖVÜRAK Parti mi “İhvan’cı” siz mi operasyon çekiyorsunuz? 8.09.2020 Tüm Yazıları
-
Mustafa Yurtsever2010 YILI REFERANDUMU’NUN BİTMEYEN HİKAYESİ 29.08.2020 Tüm Yazıları
-
Hilâl KAPLANİstanbul Sözleşmesi yaşatır mı? 7.08.2020 Tüm Yazıları
-
Eşref ÇAKARKonca Yazışmaları... 5.08.2020 Tüm Yazıları
-
Zekeriya KurşunOsmanlı Kudüs’ü 4.06.2020 Tüm Yazıları
-
Ahmet ALTANÜmitliyim, çünkü… 26.05.2020 Tüm Yazıları
-
Kadri GÜRSELTürkiye’de darbe mi olacak gerçekten? 16.05.2020 Tüm Yazıları
-
Sinan ÇİFTYÜREKTürbülanstan mayın tarlasına dalış yapan AKP! 13.05.2020 Tüm Yazıları
-
Yaşar YAKIŞTürkiye’nin iktidar partisi yardımlaşmayı da tekeline almak istiyor 25.04.2020 Tüm Yazıları
-
Orhan PamukEski salgınlar ve bugün biz 24.04.2020 Tüm Yazıları
-
Bejan MATURÖlüm hangi boşluğu doldurur? 12.04.2020 Tüm Yazıları
-
Umut ÖZKIRIMLIKorona ve milliyetçilik 8.04.2020 Tüm Yazıları
-
Raffi Hermon Araks‘ARTSAX (Dağlık Karabağ) MESELESİ, NEDİR VE NE DEĞİLDİR? 1.04.2020 Tüm Yazıları
-
Serdar KAYAİslam, Bilim, Virüs, Kumaş 24.03.2020 Tüm Yazıları
-
Markar ESAYANKarantina günlerinde yalnızlık... 20.03.2020 Tüm Yazıları
-
Eyüphan KAYACorona Virüs bir musibettir 19.03.2020 Tüm Yazıları
-
Metehan DemirMoskovanın samimiyet testi 23.02.2020 Tüm Yazıları
-
Merve Şebnem OruçSürreel bir devrim: Gezi 23.02.2020 Tüm Yazıları
-
Tayfun AtayGoebbels korosu söylüyor: "Her şey mükemmel efendim!" 18.02.2020 Tüm Yazıları
-
Hüseyin GÜLERCECHP, şimdi de İlker Başbuğu alet ediyor 8.02.2020 Tüm Yazıları
-
Yalçın AKDOĞANBirilerini suçlama yarışı 8.02.2020 Tüm Yazıları
-
Ufuk COŞKUNCemevleri için Cumhurbaşkanı’na Çağrı! 20.01.2020 Tüm Yazıları
-
Yalçın ERGÜNDOĞANGökdelen hançeri tam İzmir’in kalbine saplanıyordu ki… 16.12.2019 Tüm Yazıları
-
Nihat Ali ÖzcanOrtadoğu’nun karmakarışık halleri 22.10.2019 Tüm Yazıları
-
İbrahim TenekeciDün ve bugün 11.09.2019 Tüm Yazıları
-
Haşmet BABAOĞLUİçerisini iyi anlamak için dışarıya bak! 9.09.2019 Tüm Yazıları
-
Esat KORKMAZYOLDAŞIM YAVUZ ÇANAK 29.08.2019 Tüm Yazıları
-
Ali KİREMİTCİDÜNYADA VE TÜRKİYE’DE SİYASET YENİDEN ŞEKİLLENİYOR 13.07.2019 Tüm Yazıları
-
Tayfun TURANAYILANA GAZOZ, BAYILANA LİMON. 11.07.2019 Tüm Yazıları
-
Mustafa DAĞCIÖTEKİLEŞTİRMENİN ÖTESİ= DÜŞMANLAŞTIRMAK 3.07.2019 Tüm Yazıları
-
Gürkan-Zengin23 Haziran seçimleri: Bir vak’ayi hayriyye 25.06.2019 Tüm Yazıları
-
Celal DENİZIRKÇILIĞIN TEDAVİSİ VAR MIDIR? 9.06.2019 Tüm Yazıları
-
Serdar ESEN"Herşey Çok Güzel Olacak" mı? 9.06.2019 Tüm Yazıları
-
Ahmet AY14 Mayıs güzellemelerinin anlamı 15.05.2019 Tüm Yazıları
-
Salih TunaZincir sesleri 23.04.2019 Tüm Yazıları
-
Beril DEDEOĞLUİflas eden tüccar, eski defterleri karıştırırmış 27.02.2019 Tüm Yazıları
-
İbrahim TığlıBu ne iki yüzlülük!... 26.02.2019 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKSUUDİLER UNUTMAK İSTİYOR AMA OLMUYOR 8.02.2019 Tüm Yazıları
-
Nermin ALPAYİNSAN VE EKONOMİK DEĞERİ 8.02.2019 Tüm Yazıları
-
Ümit FıratBir mahalli seçim hatırası 15.01.2019 Tüm Yazıları
-
Murat AKSOYUnutmayalım yerel seçime gidiyoruz 11.01.2019 Tüm Yazıları
-
Ekin GÜNBİR… İKİ… İZMİR MARŞIYLA KOŞ! 4.01.2019 Tüm Yazıları
-
Ahmet SeverTürkiye bu kadar tehdit ve hakaret eden bir Cumhurbaşkanı görmedi 18.12.2018 Tüm Yazıları
-
İbrahim SEDİYANİKirletme 15.12.2018 Tüm Yazıları
-
Nadi ÖZTÜFEKÇİUlusal mı Ulusalcılık mı? 15.12.2018 Tüm Yazıları
-
M.Şükrü HANİOĞLUDünya “biz”i parçalamak için mi savaştı? 26.11.2018 Tüm Yazıları
-
Cemil ERTEMEkonominin geleceğini simgeler anlatır! 31.10.2018 Tüm Yazıları
-
Amberin ZAMANCemal Kaşıkçı ve Türkiye’nin itibarı 10.10.2018 Tüm Yazıları
-
Mete YararCastle International 28.09.2018 Tüm Yazıları
-
Mehmet CANFilistin ulusal sorunu-II 25.09.2018 Tüm Yazıları
-
Leyla İPEKCİAile içi eğitimin maneviyatı (1) 18.09.2018 Tüm Yazıları
-
Ümit KurtTarihçi Kieser: Modern Türkiye'nin eş kurucusu Talat Paşa 17.09.2018 Tüm Yazıları
-
Güngör UrasABD’DE BORÇ KRİZİ 10.08.2018 Tüm Yazıları
-
Serpil Çevikcan24 Haziran sonrasındaki şema 30.05.2018 Tüm Yazıları
-
Hüseyin ÇAKIRVaatlerinizi sözleşme olarak imzalayın… 27.05.2018 Tüm Yazıları
-
Kürşat BUMİNLGS Türkçe: Çocuklarla dalga mı geçiyorsunuz? 7.02.2018 Tüm Yazıları
-
Aslı AydıntaşbaşYaklaşan facia 6.02.2018 Tüm Yazıları
-
Özgür MumcuTutuklu yargı 6.02.2018 Tüm Yazıları
-
Yusuf Ziya DÖGERTürkiye Seçimlerinin Kilidi Kürdler 6.02.2018 Tüm Yazıları
-
Arife KÖSEHawaii’den sonra nükleer savaş tehdidini yeniden düşünmek 1.02.2018 Tüm Yazıları
-
Güldalı COŞKUNSeçim kritiği desem de…. 1.02.2018 Tüm Yazıları
-
Ergün Diler23 gizli toplantı. 8.01.2018 Tüm Yazıları
-
Ceren KENARMusul sonrası DEAŞ 14.07.2017 Tüm Yazıları
-
Okay GÖNENSİNSertleşme mi normalleşme mi? 11.07.2017 Tüm Yazıları
-
İhsan ELİAÇIKDini çoğulculuk gereği kadından imam olabilir 23.06.2017 Tüm Yazıları
-
Adil GÜRHay Allah yine çenemi tutamadım! 16.04.2017 Tüm Yazıları
-
Hüseyin SARIBAŞHAYIR, YETER ARTIK! 18.02.2017 Tüm Yazıları
-
Mustafa ARMAGANÇankaya’nın karakutusu Latife Hanım mı? 7.02.2017 Tüm Yazıları
-
İlhan ÇETİNFiliz 22 gündür hayata tutunmaya çalışıyor... 7.02.2017 Tüm Yazıları
-
Süleyman YAŞARVatandaşın dövizini devlete dört katı faizle satıyorlar 26.07.2016 Tüm Yazıları
-
A.Turan ALKAN40 $, hem de ‘döge döge’ 15.07.2016 Tüm Yazıları
-
İhsan YILMAZÜmmetin ortak dili: İngilizce 13.07.2016 Tüm Yazıları
-
Bülent KORUCUÖzel haber bayramı 11.07.2016 Tüm Yazıları
-
Gökhan ÖZGÜNBen HDP’ye oy veriyorum… 28.06.2016 Tüm Yazıları
-
Orhan MİROĞLUYazmaya kısa bir mola veriyorum 17.04.2016 Tüm Yazıları
-
Cemil KOÇAKVe Türkiye ‘hayır’ diyor! 16.04.2016 Tüm Yazıları
-
Sema İZOLCennette de hendek var mı anne? 15.02.2016 Tüm Yazıları
-
Lale KEMALMİT-Mossad kırılganlığı, Rusya ile IŞİD gerilimi 9.02.2016 Tüm Yazıları
-
Birgül HAKANAli Demirsoy 9.02.2016 Tüm Yazıları
-
Sanem ALTANAcılar usta, bizler çırağız.. 6.02.2016 Tüm Yazıları
-
Hadi ULUENGİNOtoriterlik yükselirken 4.02.2016 Tüm Yazıları
-
Demiray ORAL‘Serbest kötülük ortamı’nı icat ettik / Hep birlikte - Tev bi hev re* 2.02.2016 Tüm Yazıları
-
Enver SEZGİNEkrem Sezgin 1.02.2016 Tüm Yazıları
-
Mehmet BARANSUYasadışı dinleme suç değilmiş! 1.02.2016 Tüm Yazıları
-
Gülay GÖKTÜRKAYM’den AİHM’e cevap 12.01.2016 Tüm Yazıları
-
Yasemin YILDIRIMSayın Kılıçdaroğlu elinizi yükseltin ve “Demirtaş 15 Temmuz gecesi neredeydi?” diye sorun 5.01.2016 Tüm Yazıları
-
Ayhan BİLGENYalanın gücü tükenir, onur kavgası tükenmez 30.12.2015 Tüm Yazıları
-
Zeliha AKPINARNefretiniz elektriğe dönüştürülebilseydi bütün dünyayı aydınlatırdı 29.12.2015 Tüm Yazıları
-
Umur COŞKUNSöz Geçmez, Top Mermisi İşlemez 28.12.2015 Tüm Yazıları
-
Abdülkadir Küçükbayrak“Analar ağlamasın”dan “Analarını ağlatacağız”a nasıl gelindi! 28.12.2015 Tüm Yazıları
-
Ekrem DUMANLIGeç kaldın ey Müslüman 17.11.2015 Tüm Yazıları
-
Semra POLATFransa'nın mülteci ayarlı bombaları 14.11.2015 Tüm Yazıları
-
Ferdan ERGUTHDP içi bir PKK eleştirisi mümkün müdür? 12.11.2015 Tüm Yazıları
-
Nejat ERDİMIŞİD,KÜRTLER VE KAPIMIZDAKİ TEHLİKE! 22.07.2015 Tüm Yazıları
-
Mazlum ÇETİNKAYAEşitlik yoksa kardeşlik de yok! 26.06.2015 Tüm Yazıları
-
Hakan DEMİRCANKoalisyon hava durumu 3 21.06.2015 Tüm Yazıları
-
Tuncay TOPCamide propaganda ve ucuz taşra siyasetçiliği 27.05.2015 Tüm Yazıları
-
Mithat SANCARİnkarın bedeli 30.04.2015 Tüm Yazıları
-
Bülent KARATAŞBirol Başören 28.03.2015 Tüm Yazıları
-
Hasan ÖZTÜRKİLMİK İLMİK 26.02.2015 Tüm Yazıları
-
Kelemet Çiğdem TÜRKMUNZUR’UN ŞİFASI 6.02.2015 Tüm Yazıları
-
Gürbüz Çimen2 Dil 1 Bavul 2.02.2015 Tüm Yazıları
-
Kerem ALTANHayaller duşakabin 20.01.2015 Tüm Yazıları
-
Mehmet YILDIZEnseyi karartmamalı ama nasıl? 8.01.2015 Tüm Yazıları
-
Eylem YILMAZDemokratı az olan toplumlar az demokrasi ile yönetilirler! 3.01.2015 Tüm Yazıları
-
Muhteşem ÖZDAMARHDP'yi BEKLEYEN TEHLIKE 29.12.2014 Tüm Yazıları
-
Mehmet DOĞANHADİ KALK 7.08.2014 Tüm Yazıları
-
Haydar TOPAYSevgili Yoldaşımız, ağabeyimiz Burhanettin Çetinkaya... 13.07.2014 Tüm Yazıları
-
Erdal TALUPolitikada Yeni Paradigmanın Doğuşu 7.06.2014 Tüm Yazıları
-
Mehmet KIRARSLANHalklar nasıl karar verir? 20.04.2014 Tüm Yazıları
-
Yasemin ÇONGARKiev’den notlar: Avrupalılaşmak ile güdülmek arasında… 4.02.2014 Tüm Yazıları
-
Zülfikar ÖZDOĞANTarih, Tarih Olalı... 2.01.2014 Tüm Yazıları
-
Neşe DüzelHata ve devlet gazetecileri 11.12.2013 Tüm Yazıları
-
Selçuk UZUN1915/16´da Erzurum Vilayeti Valisi Tahsin Uzer (1) 25.07.2013 Tüm Yazıları
-
Dr.Sivilay GENÇSibirya ablası 2.05.2013 Tüm Yazıları
-
Nihat TAŞTANBU GÜNÜN MÜŞRİKLERİ MEKKE MÜŞRİKLERİNİ ARATMIYOR 16.03.2013 Tüm Yazıları
-
Nabi YAĞCI-Taraf YazılarıBelirsizlikler zamanı ve ütopya zamanı 21.10.2012 Tüm Yazıları
-
Orhan MİROĞLU-Taraf yazılarıESAT’IN YENİ HAMLESİ.. 8.10.2012 Tüm Yazıları
-
Ayşe HÜR-Taraf yazıları1922’de Güzelim İzmir’e Kimler Kıydı? 9.09.2012 Tüm Yazıları
-
Cevdet AŞKINŞiddetli çatışma dönemi başladı 22.05.2012 Tüm Yazıları
-
nevzat cingirtTüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
16.11.2024
9.11.2024
31.07.2024
3.06.2024
9.04.2024
20.07.2023
18.07.2023
17.07.2023
20.06.2023
18.06.2023