Şahin ALPAY

Obama Paris’te niye yoktu?
24.01.2015
1392

 Charlie Hebdo dergisini hedef alan terör saldırılarını protesto amacıyla Fransız hükümeti tarafından Paris’te düzenlenen “Cumhuriyet Yürüyüşü”ne katılan 44 devlet ve hükümet başkanı arasında ne Obama vardı, ne de üst düzey bir ABD temsilcisi.

Çoğu Amerikan medyası derginin katliamdan sonra yayımlanan ilk sayısının kapağındaki Hz. Muhammed karikatürüne yer vermedi. Bunlarda bir anlam görmeyenler olabilir. Ben o kanıda değilim. Aşırı bir yorumda bulunduğumu söyleyecekler çıkabilir, ama ben bu tutum farkının Fransız ve Amerikan devrimlerinin niteliğine kadar uzandığı kanısındayım.

Fransa ve ABD’de modernleşme iki ayrı yol izledi. Fransa’da modernleşme, Fransız Aydınlanma düşüncesinin de etkisiyle Katolik kilisesini ve dini inançları hedef alan bir yorumuna dayandı. ABD’de ise, modernleşme kiliselere ve dini inançlara karşı olmadı. Her ne kadar iki ülkenin demokratik ve laik değerleri paylaştıkları sık vurgulanıyor ise de, din–devlet ayrılığına ilişkin anlayışları farklı oldu. Fransa’da din–devlet ayrılığı, aristokrasiye ve müttefiki olarak görülen Katolik Kilisesi’ne karşı yapılan devrim sonunda gerçekleşti. Dini inançları modernleşmenin engeli olarak gören anlayışla, devlet dini inançları düzenleyici ve sınırlandırıcı bir rol üstlendi; bu rejime de “laicite/laiklik” adı verildi.

ABD ise, Avrupa’da dini inançları yüzünden baskı ve zulme uğrayan, çok farklı dini inanışlardan göçmenler tarafından, Anglikan Kilisesi’yle dini devletleştiren Britanya’ya karşı verilen bağımsızlık savaşıyla kuruldu. Bu nedenlerle Amerikan modernleşmesi dini inançları modernleşmenin engeli olarak görmedi. Aksine, ABD anayasası din ile devlet arasına duvar çekti, din ve vicdan özgürlüğünü güven altına aldı. ABD’nin bugün en modernleşmiş ve aynı zamanda en dindar toplum olmasının muhakkak ki bu anayasayla ilgisi var.

Fransa ve ABD arasındaki fark, sadece modernleşmelerinin farklı bir yol izlemesinden, birinin dini denetleyen laikliği, ötekinin dinle devleti ayıran sekülarizmi kabul etmesinden ibaret değil. Fransa, İkinci Dünya Savaşı’nda ırkçı milliyetçi Nazilerin işgali altında kaldı. Naziler Fransa’da kendileriyle işbirliği yapan bir Vichy hükümeti bile kurdular. ABD ise ırkçılıktan payını fazlasıyla aldı, ama Nazi işgali altında kalmadı. Fransa dahil Batı Avrupa’yı Nazi işgalinden kurtaran ABD oldu.

Nazizm tecrübesinden geçen Batı Avrupa ülkeleri, savaş sonrasında Avrupa Konseyi’ni kurdular; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzaladılar, üye devletlerin sözleşmeye uymalarını denetlemek için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni ihdas ettiler. AİHS–AİHM içtihadları, AB müktesebatının da bir parçası oldu. Bu müktesebat şiddet kışkırtıcılığı yanında nefret söylemini, yani cinsiyeti, etnik kökeni, dini inancı, ırkı, engelli olması ya da cinsel eğilimi nedeniyle bir kişi veya gruba sözlü saldırıyı suç saymakta ve cezalandırmakta. Fransa da bu müktesebatı paylaşıyor.

ABD’de Yüksek Mahkeme’nin geliştirdiği hukuk müktesebatı ise, kanunsuz eylemleri tahrik ve teşvik bakımından “mutlak / yakın tehlike” arzetmediği sürece, ifadenin, söylemin suç sayılamayacağını öngörüyor. Nefret söylemini suç sayan yasalar sadece California eyaletinde mevcut. Kısacası, ABD’de hukuki mevzuat Fransa’ya nazaran çok daha esnek.

Fransa ile ABD arasında belki bir farktan daha söz etmek mümkün.   Fransa’da (Charlie Hebdo tarafından iyi temsil edildiği söylenebilecek) hayli güçlü bir laik köktenci gelenek var. Oysa ABD’nin gelenekleri dini inançlara saygıyı telkin etmekte.

Bütün bunlardan Türkiye için çıkarabileceğimiz sonuçlar var mıdır? Gelecek yazıda.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar