Enver SEZGİN

Demirel’i nasıl bilirdik
23.06.2015
2803

 Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, öldüğü andan itibaren TV kanallarında onunla ilgili övgü dolu yorumları izlediğimde bir an için kendimden şüphelenmeye başladım. Ona haksızlık mı ediyordum? Bir kez daha yaptıklarını ve söylediklerini düşündüm. Hayır, ortada bir haksızlık falan yoktu.

Murat Belge’nin dediği gibi, “önemli” bir adamdı. Ancak,“olumlu mu?” Asla.

Süleyman Demirel ilk kez başbakan olduğunda 11 yaşında bir ilkokul öğrencisiydim. Demokrat Parti’li bir babanın oğlu olarak adını çok sık duyardım. Evdeki politik sohbetlerin baş aktörüydü. Küçük bir çocuk olarak konuşulanları anlamaya çalışıyordum. O yaşta bunun Demirel’in son başbakanlığı olmayacağını nereden bilecektim ki.

Fikret Kızılok’un şarkısındaki gibi, “Süleyman hep başbakan, başbakan hep Süleyman”.

1970 yılında üçüncü kez başbakanlık koltuğuna oturduğunda artık onun hakkında bir fikrim vardı.

1971 yılında askerlerin verdiği muhtara sunucunda şapkasını alıp gittiğinde bir lise öğrencisiydim.

Çekip gitmişti ancak, “partilerüstü” denen hükümetlere bakan vermeyi ihmal etmemişti.

Bir yandan da, Deniz GezmişHüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın asılmaları için elinden gelen çabayı gösteriyordu. Parlamentodaki idam oylamasında “evet” oyu verdiği anda yüzündeki kini ve nefreti okumak mümkündü.

1975 yılında Milli Selamet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi ile kurduğu “Milliyetçi Cephe” hükümetinin başbakanı olduğunda, 21 yaşında bir genç olarak çoktan memleket meseleleri üzerine kafa yormaya başlamıştım. Aynı yıl, ‘milli duyguları yok etmek’ suçundan yedi buçuk yıl hapis istemiyle yargılandım.

1977 Genel Seçimleri’nden kısa bir süre önce arkadaşlarımla birlikte, “Milliyetçi Cephe Partilerine Oy Yok” başlıklı bir bildiriyi kaleme aldığım için 10 ay hapse mahkûm edildim.

1979 yılında bir azınlık hükümetinin başında başbakanlık koltuğuna oturduktan sonra, işler daha da kötüye gitmeye başlamıştı.

1980 yılında Çorum ilinde mayıs ve haziran aylarında düzenlenen saldırılarda 50’nin üzerine insan katledildi. Demirel, “Çorum’u bırak, Fatsa’ya bak” diyerek hem katliamın üzerini örtmek istemiş ve hem de halkın oylarıyla belediye başkanı seçilen Fikri Sönmez (Terzi Fikri) ve arkadaşlarını hedef göstermişti. Bu sözlerin ardından askerler tarafından Fatsa’ya operasyon düzenlenmiş; Belediye Başkanı gözaltına alınmıştı.

Ve 12 Eylül Darbesi.

Demirel, bir kez daha şapkasını alıp gittiğinde, ben de askerî yönetim tarafından aranan bir “suçluydum”.

Devrik başbakan, üç ay boyunca zorunlu ikamete gittiği Zincirbozan’dan Ankara’ya dönüp, “bir bilen” olarak siyasete yön vermeye çalıştığı günlerde, polis takibinden kurtulmaya çalışıyordum.

1991 yılında Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) ile birlikte oluşturulan hükümetin başına geçmeden kısa bir süre önce, “bir kaçak” olmaktan kurtulmuştum.

Süleyman Demirel, 49. Hükümet’in oluşmasından hemen sonra, yanına Erdal İnönü’yü alarak Diyarbakır’a gitmiş ve orada “Kürt realitesini tanıyoruz,” cümlesini kurmuştu. Bu söz pek çok kişiyi olduğu gibi beni de umutlandırmıştı. Boşuna umutlanmıştık.

Bir daha asla “Kürt realitesinden” söz etmedi. Kürt sorununun çözümü için en ufak bir adım dahi atmadı.

Tam tersine, Kürtler üzerindeki baskı ve şiddeti daha da artırdı.

1992 yılında Cizre’de, Newroz kutlaması sırasında güvenlik güçleri kalabalığa ateş ederek, çok sayıda insanın ölümüne yol açtı. Demirel, bu katliamın ortaya çıkarılması için kılını bile kıpırdatmadı. Katliamı yapanlar hiçbir zaman açığa çıkartılmadı, yargılanmadı.

Süleyman Demirel, “son büyük görevini” Cumhurbaşkanı olduğu sıralarda yerine getirdi.

“28 Şubat’la işbirliği içine girmekten kaçınmadı.

Onu, iki kez iktidardan uzaklaştıran askerlerle aynı safta yer aldı.

Medyanın neredeyse tamamının, ardından gözyaşı döktüğü Demirel’i işte böyle hatırlıyorum.

[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar