Akın ÖZÇER

Akın ÖZÇER
Akın ÖZÇER
Tüm Yazıları
Suriye’ye karışmak ya da karışmamak (2)
18.09.2012
3213

 Bir önceki yazımda Suriye’de elli yıl kadar önce darbeyle iktidara gelen Baas Partisi’nin 73 Anayasası’yla pekiştirdiği tek parti diktatörlüğünün reform sayılamayacak bazı iyileştirmeler dışında aynen devam ettiğini; demokratik ilkelerin ve temel insan hak ve özgürlüklerinin sürekli ihlal edildiğini özetlemiştim. Bu rejimin insan hakları ihlallerini sürdürmesini ve sivil muhalefetin Arap Baharı’ndan esinlenerek 15 Mart 2011’de başlattığı toplu protesto gösterilerine karşı güç kullanmasını, hangi gerekçeyle olursa olsun, Suriye’nin “içişleri” çerçevesinde değerlendirmenin, demokrasi ve insan haklarına dolaylı olarak karşı çıkmak anlamına geldiğini vurgulamıştım. Aslında içişlerine karışmama ilkesine bazı siyasetçiler zaman, zaman atıfta bulunuyor ama Suriye’deki olaylar uluslararası kuruluşlarda genelde insan hakları bağlamında ele alınıyor. Suriye’deki olaylarla ilgili olarak BM çerçevesinde alınan 29 Nisan 2011 tarihli ilk kararın üye ülkelerde insan haklarının durumunu izleyen Genel Kurul’un İnsan Hakları Konseyi’nden çıkması basit bir rastlantı değil elbette.

BM Genel Kurulu, bir yıl kadar sonra, 16 Şubat 2012’de, 12’ye karşı 137 oyla benimsediği “Suriye’deki Durum” raporuyla “Suriye yetkililerinin keyfî tutuklamalarla ve sivillere karşı kuvvet kullanmak suretiyle insan hakları ve temel özgürlükleri ağır ve sistematik biçimde ihlal etmesini kuvvetle kınıyor. Şam hükümetini kendi halkını saldırılara ve hak ihlallerine karşı korumaya ve uluslararası hukuktan doğan yükümlülükleri yerine getirmeye ve Arap Ligi Planı’ndaki kararlara uygun önlemleri almaya çağırıyor”. Bilindiği gibi, sözkonusu plan Suriye’de çoğulcu, demokratik bir siyasi sistem oluşturmaya yönelik geçiş süreci için atılması gerekli adımları sıralıyor.

Buna karşılık, Beşlerin veto yetkisine sahip olduğu Güvenlik Konseyi’nden benzeri karar tasarılarını geçirmek mümkün olmuyor. Önce 4 Kasım 2011, sonra 4 Şubat ve 19 Temmuz 2012 tarihlerinde Rusya ve Çin tasarılara karşı “veto” kullanarak, muhalif harekete karşı gerekli gördüğü şiddeti uygulayabilmesi için Baas rejimine imkân ve zaman tanıyan bir tür “carte blanche” gösteriyor. Rusya Büyükelçisi Suriye’ye olası askerî müdahaleyi önlemeyi veto gerekçeleri olarak ortaya koyuyor. Çin Daimi Temsilcisi Li Baodong ise, Suriye’de insan hakları ihlal edilmiyor da sadece iki taraf savaşıyormuş gibi, ABD ve AB ülkelerince sunulan tasarıyı “sadece taraflardan biri üzerinde baskı uygulamayı öngördüğü” için veto ettiklerini açıklıyor. Rusya ve Çin, yaklaşık bir yıldır ardı ardına kullandıkları bu vetolarla aslında Suriye’nin içişlerine karışmama ilkesini işletmiş ve Baas rejimine muhalefeti silah gücüyle alt etmesi için gereken oksijeni sağlamış oluyor.

Baas rejimi, varlığını sürdürebilmek için uluslararası hukukta giderek zemin kaybettiğini vurguladığım içişlerine karışmama ilkesini savunuyor. Başbakan Yardımcısı Kadri JamelRio Novosti ajansına “Batılı ülkeler Suriye’nin içişlerine karışmak için bahane arıyorlar. Biri uygun olmazsa diğerini bulacaklar” açıklamasını yapıyor doğal olarak. Sovyet Bloku çöktükten sonra, uluslararası arenayı hâlâ iki kutuplu dünyada yaşıyormuşuz gibi görmek ya da göstermek, demokrasi sorunu olan ülkeler kadar eski kalelerini elinde tutmak isteyen büyük devletlerin işine geliyor anlaşılan. Rusya Suriye’deki “stratejik çıkarları” nedeniyle Baas’ı destekleyebilir elbette ama Rusya’nın stratejik çıkarları üçüncü tarafların ağır insan haklarına yol açan bu rejime destek olmaları için gerekçe oluşturmuyor. Çünkü Suriye’nin kimin güdümünde olması değil, demokratik hukuk devletine dönüşmesi önemli olan. Başta Suriye, sonra Türkiye ve bölge halkları için...

Ne var ki içişlerine karışmama ilkesine Türkiye’de de olduğundan fazla önem veriliyor. Suriye sorununun “bağımsız ve egemen bir devletin içişlerine karışıp karışmama meselesi” olduğunu iddia edecek kadar geçmişte kalmış “solcu” yazarlarımız var. Ana muhalefet partisinin “Suriye’nin içişlerine karışmak cahilliktir” diyen İl başkanları, Suriye’deki çatışmaları “laikliği korumaya çalışan Suriye halkı ile Suriye’ye şeriatı getirmek isteyenler arasında bir savaş” olarak niteleyen milletvekilleri var. Abartının dozunu kaçırıp Esed’i “emperyalizme karşı dik duran bir aslana” benzetenleri ve demokrasiyi yarım yüzyıldır ayaklar altına alan Baas’ı göklere çıkaranları ise bir tarafa bırakıyorum.

Türkiye’nin Suriye’de demokrasiye, temel insan hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesini savunan değişimden yana politikası, Rusya ve Çin vetolarıyla mevcut rejimine oksijen sağladığı, İran da tüm ağırlığıyla bölgedeki müttefikine aktif destek verdiği için güvenlik riski taşıyor. Bu ülkelerin PKK ile kirli ilişkilerine ilişkin iddialar gözönüne alındığında bu riski gözardı etmek mümkün değil elbette. Ama Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun söylediği gibi Suriye’ye yönelik olarak izlenmesi mümkün olan üç politikadan diğer ikisi “Baas’a açık destek vermek” ya da “Suriye’nin içişlerine karışmamak” demokrasi ve insan hak ve özgürlüklerini ikinci plana atan, bu nedenle de Türkiye ve bölge için geleceği olmayan politikalar.

Türkiye’nin asıl sorunu, dış politikada yanlış bir kutup seçmiş olmaktan değil; iç politikada Kürt sorununu çözecek demokratikleşme adımlarını bir türlü atamamaktan kaynaklanıyor. Sorun belli, çözüm yolu da öyle ama siyasi iradeyi harekete geçirmek için daha ne yapmak gerekir, onu bilemiyoruz işte.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar