Halil BERKTAY

Asıl epistemolojik kopuş, hangisi
1.03.2012
7567

 Birkaç yazıdır, Solun 60’lara kadar güçlü bir şekilde gelen değerlerinin, o tarihten sonra nasıl bir mikro-parçalanma ve itibar kaybına uğradığını anlatmaya çalışıyorum. En başta sosyalizmin kendisi; sonra anti-emperyalizm, kendi kaderini tâyin hakkı, Üçüncü Dünya... Sovyetlerin yeryüzündeki varlığının son 15-20 yılında hepsi dejenere oldu ve inandırıcılığını yitirdi.

Bunlar arasında, özellikle “haklı savaş”ın üç büyük gerekçesi olagelmişti : (a) İşçi sınıfı devrimi. (b) Anti-faşizm. (c) Sömürgelikten kurtuluş. Bu tarihsel zeminlerin hepsi silindi. Militanlığı zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmamasından kaynaklanan bir işçi sınıfı kalmadı. Sosyalizm pırıltısını yitirdi; SSCB, Çin veya diğer “halk demokrasileri” gibi olmak uğruna kimse devrim yapmayı, hattâ özlemeyi düşünemez oldu. Hitler ve Mussolini ezildi, dirilme şansları kalmadı. En küçükleri dâhil eski koloniler bağımsızlıklarına kavuştu (ve haydi, işte size istiklâl, kalkının bakalım, görelim ne yapacağınızı diye özetlenebilecek yeni bir meydan okumayla yüz yüze geldi).

1920’lerden 40’lara, politikada şiddetin kaçınılmaz, hattâ belki arzu edilir olduğu hissi anlaşılabilir nedenlerle yaygınlık kazanmış; bir yandan faşizm ve diğer yandan emperyalizm, bir düşünce sertleşmesini olağanlaştırmıştı. Tony Judt’ın yazdığı gibi, (Avrupa ve Türkiye için merkezî önem taşıyan) Fransız aydınları 50’lerde dahi bu sertlik içindeydi. Öncesiyle birlikte İkinci Dünya Savaşı’nın mirası olan bu hava en son 70’lere uzandı ve Vietnam Savaşı da bitince sönmeye yüz tuttu. İster gelişmiş, ister azgelişmiş; (yakın zamanda devrim veya darbelerle kurulmuş) bütün çağdaş “devrim sonrası” toplumların başarısızlığı karşısında, özellikle Batı Avrupa’da yeniden tanımlanan demokrasi büsbütün çekicilik kazandı ve sorunları bu demokrasi içinde çözme eğilimi alternatiflerine çok ağır bastı. Bu, siyasette ve teoride katılığın, “sert düşünce”nin sonunu getirdi.

Tarihteki bütün geçiş süreçlerinde olduğu gibi, bu da hemen algılanmadı kuşkusuz. Eski, yeninin içinde uç verirken, yeninin içinde eski yaşamını sürdürdü. Böyle dönemlerde nereye baktığın, neyi gördüğün önemlidir. Değişene mi dikkat çekeceksin, dört elle değişmeyene mi sarılacaksın ? Bunun da rahatlatıcı bir yanı vardır tabii. Gene öyle oldu. Bazı düşünürler proletaryanın ve sosyalist devrimin bittiğini daha 70’ler ve 80’lerde söylemeye başladılar. Çoğunluk onları istihfafla karşıladı, alay etti. Militan Solun önemli bir bölümü için “yeni” fikirler daima bir aldatmacaydı. Aslında hiçbiri yeni değildi; hepsi daha önce Kautsky, Martov, Bernstein gibi revizyonistlerce dile getirilmişti. Kapitalizm değişemez, Lenin’in emperyalizm çağı asla sona eremezdi.

Galiba şu bizim sosyalizm tartışmamız da, eğer buna tartışma denebilirse, biraz böyle bir şey. Zamanı çoktan geçmiş kabullerin tekrarı ve gene de reddi, gene de reddi, bir “çocukluk düşü” uğruna. 21 Şubat akşamı aHaber’in “Konuşulmayanlar” programına Süleyman Seyfi Öğün ve Ömer Laçiner’le birlikte katıldık. Onların söylediklerini dinlerken de aynı şeyler geçti kafamdan.

Her neyse. “Haklı savaş” açısından önemli olan şu ki, birincisi, tarihsel olarak bittiği (ve pratikte de artık bitirilmesi gerektiği) noktadan çok sonra, devam etti-rildi maalesef. Öyle büyük bir alan, taban, coğrafya, doğruluk, geçerlilik, kitlesellik kalmadığı halde, iradeci, sübjektivist zorlamalarla, model özentileriyle devam ettirildi ve kaçınılmaz sonucu, her şeyin parçalanması, karikatürleşmesi, giderek tepki çekmesi veya en azından kanıksanması, şu veya bu şekilde etkisi ve itibarının kalmaması oldu.

İkincisi, bu değişim silâhlı mücadelenin (taban ve coğrafya gibi) bazı koşullarını bir ölçüde karşıladığı düşünülen konjonktürleri de kapsıyor. Herhangi bir ülke ve dönemde “haklı savaş” asla tek başına varolmaz ve tek başına “haklı” da değildir. Sırf nesnel bir durumdan kaynaklanmaz “haklılık”; “şu kadar zulüm ve baskı var, öyleyse tabii haklı” diye bilimsel bir denklem de mevcut değildir. Çevresiyle, genel ortamla, basının ve uluslararası kamuoyunun tavrıyla, etrafındaki sempati halkalarıyla bir bütündür.

Bugün dünyanın hemen hiçbir köşesinde böyle elverişli bir atmosfer yok artık. Kendi partizanları dışında kimse, “haklı savaş” veya “haklı şiddet”i sevmiyor, okşamıyor, övmüyor, yüceltmiyor, romantize etmiyor. Gazeteler yazıp çizmiyor, çoğaltmıyor, çarpan etkisi yapmıyor; yanlarına röportaj yapmaya giden de Régis Debray’nin “Che”nin yanına gittiği gibi, ya da Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek’lerin 1980’lerde Bekaa vâdisine gittiği gibi, hayran olmaya hazır gitmiyor. Çünkü PKK’nın da ilk yıllarındaki büyüsü bozuldu. 35 küsur yıl oldu; büyük çoğunluğu bıktırdı; hele, barış beklenen koşullarda BDP’nin son seçimlere gözü kara gidiş tarzı ve sonra “devrimci halk savaşı”nın yeniden başlamasıyla, herkese illâllah dedirtti.

Bunlar, bütün bir teorik kurgunun tarihî geçerliliği bittiği, kullanım süresi aşıldığı için oluyor. Artık bu kavramlar dizisiyle yeni bir şey kurmak mümkün değil. Gemi batmış, direk ve seren parçaları satha yayılmış. Can havliyle bunlara tutunursan, eh, o ân için boğulmazsın belki. Ama enkazı birleştiremezsin de. Âcilen karaya çıkmak, ayağını sımsıkı yere basmak ve yeni bir tersane kurmak gerek.

 Epistemolojik kopuş asıl şimdi. Marx’ın hayat süresinde, 1844 Elyazmaları’ndan Kapital’e geçişinde değil.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar