Hilâl KAPLAN

Gezi dersleri
16.06.2013
2328

 Haftalardır, 'Gezi'yi anlamak lazım' temalı sayısı yazı okudunuz, sosyolojik analiz izlediniz, 'Gençlerimize kulak verelim' çağrıları duydunuz. Ben de benzer şeyleri yazdım ve söyledim.

Hükümet de böyle yaptı. Kendisine operasyon çekenlere karşı dik durdu ama eylemcilerle diyaloğu da ihmal etmedi. Pek çok demokratik ülkedeki uygulamalardan farklı olarak, Başbakan Erdoğan, eylemcilerle iki gün arka arkaya beş saatlik toplantılar yaptı. Son toplantıdan çıkan sonuç, eylemin amacını en azından 'işgal' bağlamında tamamladığı, Gezi'deki tek dala dokunulmayacağının kesinleştiğiydi. Gezi'deki en geniş örgütlenmenin temsilcisi Tayfun Kahraman da sabaha karşı yaptığı açıklamada eylemin biçim değiştireceğinin sinyalini vermişti.

Ancak toplantı sonrası, iki güne yakın kendi içinde tartışan gruplar adına Taksim Dayanışma, meydandaki gençlerin esprili dilinden oldukça uzak, arkaik sol jargona teslim olmuş ve 'direnişe devam' dışında başka hiçbir bilgi vermeyen açıklamasını yaptı. Gezi'nin akıbeti, daha uzunca bir süre güvendeyse, neye direnilecekti? Nasıl direnilecekti? Hangi amaca ulaşana kadar direnilecekti?

Neyse ki, saatler sonra, sanırım diğer oluşumlardan gelen tepkilerle aklıselimin yolu bulundu ve tüm bileşenleri tek çadırda toplayarak Gezi nöbetine devam kararı alındı. Böylelikle meydanın ve parkın normalleşmesine, kamuya açılmasına imkân sağlanmış, kuşkuculara da 'Ne olur ne olmaz, buradayız' mesajı verilmiş oldu.

Hükümet, çevrecilik ekseninde yeşeren konu merkezli muhalefetin ideolojik muhalafete evrildiğini gördü. Ve bu muhalefetin konu merkezli kısmını muhatap alarak, ideolojik merkezli ve oldukça da 'operasyonel' öğeler içeren kısmını başarıyla tasfiye etmiş oldu.

Bu yaşananlardan çıkardığım sonuçları özetlemek gerekirse:

Çözüm sürecine ve yeni anayasa karşı çıkan grupların hegemonize ettiği eylem alanındaki göstericilerin ağzından düşürmediği ve âdeta bir boş gösteren haline getirdikleri 'demokrasiye', hükümet eskisinden daha çok sahip çıkmaya devam etmelidir. Özgürlük alanını genişletmek, yeni anayasa hedefine sahip çıkmak birincil amaç olmalıdır. 27 Mayıs öncesinde olduğu gibi demokrasinin üzerine demokrasi sloganlarıyla yürüyenlere verilecek en doğru cevap budur.

Mütedeyyin kesimlerin, seküler kesime bakışında menfi ve düşmancıl bir dil büyük ölçüde yoktur. Tüm taciz ve hakaretlere rağmen, tacizcilere bir fiske bile atılmamış olması mucizedir. Ancak, özellikle ulusalcı/ulusolcu çevrelerde bu dil, önemli oranda karşılık bulmaktadır. 28 Şubat'ı hortlatırcasına ortaya çıkan başörtüsü düşmanlığı, bunun en vahim kanıtıdır.

Algı yönetiminin hakikatin önüne geçtiği ve onu mağlup ettiği günler yaşanmıştır. Başbakan Erdoğan başta olmak üzere, hükümet yetkilileri, atacakları her adımda halkla ilişkiler eksenine hassasiyet göstererek eğilmelilerdir. Anketler, halkın nabzını tutmak için yeterli değildir.

Hakan Fidan ve onun üzerinden Başbakan Erdoğan'ı hedef alan 7 Şubat darbe girişiminde saflarını belli eden kişi ve oluşumların, bu süreçte de aynı saflaşmayı sürdürmeleri dikkat çekicidir.

Gerek Türkiye'de gerek The Economist başta olmak üzere yabancı basın organlarında ve Avrupa Parlamentosu kararında, Erdoğan'ı saf dışı bırakarak Ak Parti üzerinde bir 'lider mühendisliği' deneyenler olmuştur. CHP'yi Kılıçdaroğlu üzerinden 'dizayn' edenlerin, Ak Parti'yi dizayn çalışmalarındaki rolü gözlerden kaçmamıştır. Bu hususta, Ak Partililerin olduğu kadar, millî iradeye saygı duyanların da aynı hassasiyeti benimsemesi gereklidir. Ancak ne yazık ki bu konuda sınıfta kalanlar, demokrat sıfatına ne kadar layık olduklarını da gözler önüne sermiştir.

Devlet Bahçeli'nin akıl fukarası olarak nitelendirdiği 'âkil'lerden birisi olarak, aklım, MHP liderinin devlet adamı kimliğinin, muhalefet lideri kimliğinin önüne geçtiğini görmeye yetmiştir. Duruşu ve tabanına verdiği mesajlar takdire şayandır.

Gezi eylemi yatışsa bile, operasyonel odakların sadece şimdilik 'uyumaya' yatacağı ve yine günü geldiğinde saldırıya geçecekleri açıktır. Bu seferlik ağaç arkasına saklanıp ateş edenler, başka bir toplumsal ivme gördüklerinde göreve kaldıkları yerden devam edecektir.

Başbakan Erdoğan'ın medya ve sermaye kesimleri üzerinde, ortalama bir Avrupalı lider kadar bile etkisi olmadığı görülmüştür. Bu tablo, 'basın özgürlüğü'nün siyasî iktidardan nispeten bağımsız olsa da sermaye bağımlısı bir görünüm arz etmesinden anlaşılabilir. Basın, 'sivil kuvvetlerin yönetime el koyması' için elinden geleni ardına koymamıştır.

Süheyl Batum'un 'ak itler', Emine Ülker Tarhan'ın 'biz kazandık' cümlesi, Hüseyin Aygün'ün nefret söylemine varan açıklamalarının hiçbir şekilde üslup eleştirisi çerçevesinde ele alınmaması not edilmelidir.

Özellikle Alevi vatandaşlarımıza yönelik açılımda bir an önce uygulamaya geçilmeli, ülkeyi mezhep ayrışmasına sürüklemeye çalışan çevrelerin önü alınmalıdır.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar