Namık ÇINAR

Namık ÇINAR
Namık ÇINAR
Haberdar Tüm Yazıları
‘Durumdan vazife çıkarmak’ ne demektir
20.04.2012
3629

 “Durumdan vazife çıkarmak”, dillere pelesenk olacak kadar sivil literatüre de girmiş, günlük kullanımlara kadar sokulmuş, bilinen birkaç askerî taktik prensipten biridir. Lâkin o siviller, kendilerine âdetâ özellikle öğretilerek sindirmeleri sağlanmış bu umdenin, acaba ne anlamlarla yüklü olduğunun ayırdında mıdırlar?

Durumdan vazife çıkarmak, görevinin ne olduğu mutlak olarak hiyerarşi içinde belirlenen ve bunu daima kendisinden istendiği ölçülerde ve söylendiği şekilde yapan her seviyedeki askerin, muharebe esnasında emir-komuta zincirinin koptuğu ve alışageldiği emirleri alamadığı ve ilâveten, koşulların yeni biçimlere doğru evrilmeye de başladığı hâllerde, kendi hareket tarzına inisiyatif kullanarak kendisinin karar vermesi hâlidir.

Bir askerin ne yapacak olduğuna kendi kendine karar verebilmesi için, demek ki komutanı ve hâttâ tüm hiyerarşik kademelerle irtibatının kesik olması; yeni kararlar almadığı takdirde de, değişen durumların zararlı sonuçlar üretmesi gerekecektir.

Bu durumda olan eğer bir birlik ise, orada emir-komuta münasebetlerine hiçbir şekilde halel gelmeyecek; o birlik, kendi içindeki hiyerarşisini aynen sürdürecektir.

İşte böyle bir atmosferde kalmış, amirlerinden emir alamayan o askerin kullanacak olduğu inisiyatifin pusulası, içinde bulunduğu koşullar, yani “durum” olmaktadır. O durumun muhakemesini yapacak; başından beri sürdürmekte olduğu görevini, içinde bulunduğu fiziksel koşulları ve elindeki imkânları değerlendirerek, kendi başına bir karara varacaktır.

Askerlikteki bu hâl, görüleceği üzere tıpkı ceza hukukunda düzenlenmiş bulunan “meşru müdafaa”müessesesi gibi, sıradışı bir durumu temsil etmektedir. Zira kuralın, askerî birliklerin “komutakontrol sistemi” çerçevesindeki bir organizasyonla muharebe etmeleri esasına dayanmakta olduğuna, herhangi bir kuşku duyulamaz.

Pekiyi madem öyleyse, neden generaller sivil toplumu, böylesine ekstrem, böylesine istisnai bir kaideyi, sanki askerî komuta ilişkilerinin esasını oluşturuyormuş gibi hava yaratarak, içselleştirip kanıksayacakları bir algılamaya doğru sevk etmeye çalışmışlardır? Ordu içerisindeki astlarına en küçük bir konuda dahi inisiyatif vermedikleri hâlde, kendileri bakımından ne diye sık sık “durumdan vazife çıkardıklarını” söyleyegelmişlerdir?

Çünkü bu yolu, sivil siyasal otoriteden kopmak ve özerk kalmak için, bir yöntem olarak kullanmışlardır. Generallerin durumdan vazife çıkarıyor olmaları, başlarında sivil siyasal bir otoritenin olmadığı, böyle bir iletişimin kurulmadığı; o nedenle de kendilerinin tasarlayıp kendilerinin biçimlendirdikleri “devlet içindeki devlet” düzenlerinin ve bu başa buyruk hareketlerinin meşru olduğu anlamına gelmektedir.

Ölümünün üzerinden yetmiş küsur yıl, dört beş nesil geçmesine ve Modern Dünya Sistemi’nde akıl almaz değişiklikler olmasına rağmen, meşruiyetlerini sürdürebilmek için ülkenin kültleşmiş önderi üzerinde tasarruflarda bulunarak; yaşıyormuş gibi yaparak, “yaşasaydı hareket tarzı ne olurdu”diye akla ziyan saçmalıkları dayatarak, “Atatürkçü Düşünce Sistemi” adlı bir model uydurmuşlar ve bu uğurda Mustafa Kemal’i dahi kullanmışlardır.

Oysa, öldüğü hâlde yaşıyormuş gibi yaptıkları bir tek o vardır. Başkaları, örneğin anneleri, babaları, yakınları ya da gelmiş geçmiş herhangi bir tarihî şahsiyette yapmadıkları şeyi, ısrarla bir tek onda uygulamışlardır.

Bu ise, günahıyla sevabıyla anılıp, hak ettiği saygıyı görmesi mümkün olan bir şahsiyeti, insanı çileden çıkaran bir zombiye dönüştürmelerine; ve Kuzey Kore önderlerine benzeterek, aslında Atatürk’ün hatırasına en büyük kötülüğü yapmalarına da sebep olmuştur.

Onlar bakımından bunun, tabii ki zorunlu bir nedeni vardı. Zira kült önderin psiko-sosyal konumunu kalkan yaparak kullanma olanakları, başka hiç kimsede bu kadar mevcut değildi. Amirleri ve komutanları olarak onu tanımaları, yaşıyormuş sanısını diri tutarak onunla bağ kurmaları, resmî ideolojinin de arka çıkması sayesinde, sivil siyasal otoriteyi sürekli by-pass etmelerine imkân tanımıştır. İşin ilginç yanı, bu durumu toplum da yadırgamamış, sivil siyasayı durumdan vazife çıkararak dışlayan disiplinsiz generallerin emir-komuta zincirini koparttıklarını anlayamayarak, her şeyin tıkırında gittiğini sanmıştır.

Askerî vesayete ve darbelere vesile olan faktörlerin başında gelen bu durumdan kurtulmanın yolu, siyasal iktidarın, kendi içinde kapalı devre hâline gelmiş bulunan askerî emir ve komuta zincirinin derhâl başına geçmesidir. İç Hizmet Kanunu’na, kimlerin asker olduklarını tarif ederken en başa başbakanı, onun yardımcısı olarak da Savunma bakanını yazmadıkça, sorun çözülmeyecektir.

1922’deki Büyük Taarruz’da, Meclis’in Mustafa Kemal’e ait üç aylık uzatma kararından bu yana, Başkomutanlık Kanunu’na el dahi sürülmemiştir. Oysa Silahlı Kuvvetler’in komutanı Genelkurmay başkanı değildir. O nedenle de TSK, yıllardan beri başsızdır. Bütün olup bitenlerin bir nedeni de budur. TSK’nın komutanı, yürütmenin siyasal sorumlusu olan başbakan olacak yerde, bu konu müphem ve sisli tutulmuştur.

Reformlar açısından, hukuksal ve yapısal olarak ortaya hiçbir şey konmayıp, sadece lâk lâk yapılmaktadır. Askeriyenin sorunları ise, bu usullerle asla düzelmez.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar