Bekir AĞIRDIR
Bu topraklarda zeytin ağacı yalnızca tarımsal üretim değil, bir yaşam biçimi. Ege’de, Akdeniz’de köylünün geçim kaynağı ama aynı zamanda kültürel belleğin simgesi. Ancak son yıllarda defalarca gündeme gelen “zeytin yasası değişiklikleri”, enerji ve maden yatırımlarına alan açmak için zeytinliklerin sınırlarını gevşetmeye, zeytin ağacı katliamına gerekçe üretiyor. Bir yandan köylünün geçim ağacı sözde bir başka ekonomik üretim uğruna feda ediliyor. Bir yandan bu toprakların kültürel belleği yok ediliyor. Bugünün hoyratlığıyla memleketin geleceği sökülüyor. Zeytin ağacına dokunmak, aslında toplumsal belleğe dokunmak gibi. Çünkü zeytin, Anadolu’daki on iki bin yıllık geçmişin ve geleceğin sembolü.
Muğla’daki Akbelen ormanları çevresinde kömür madeni genişletme girişimi, yalnızca yerel bir doğa mücadelesi olarak başlamadı; kısa sürede ülke çapında sembolik bir direnişe dönüştü. Çünkü Akbelen, “Kömür için orman feda edilir mi?” sorusunu hepimizin önüne koydu. Bir yanda enerji ihtiyacı söylemiyle kömür çıkarılmasını savunan iktidar, diğer yanda ormanlarını savunan köylüler ve çevreciler...
Zeytin yasası ve Akbelen direnişi Türkiye’de çevre mücadelesinin yalnızca doğayı korumak değil, aynı zamanda demokrasi ve yaşam hakkı mücadelesi olduğunu gösteriyor. Yavaş yavaş bir direniş belleği oluşuyor: Kaz Dağları, Cerattepe, İkizdere, Akbelen… Zeytin yasası kalkınma uğruna kültürel belleğin ve geçim kaynaklarının göz ardı edilmesini sembolleştirdi. Akbelen köylülerinin mücadelesi doğanın korunmasıyla demokrasinin korunmasının aynı anda mümkün olduğunu hatırlattı. Bu iki örnek bize şunu söylüyor: Türkiye’nin enerji ve maden politikaları, yalnızca ekonomik ve teknik değil, aynı zamanda kültürel ve demokratik bir meseledir.
Enerji ve maden hikayesinde kaybolan gelecek
Aslında bu mesele etrafında yine aynı soruyla yüzleşiyoruz: Para mı, doğa mı? Enerji faturaları mı, zeytin ağaçları mı? Kömür mü, orman mı? Kalkınma mı, çevre mi?
Bu sorular yalnızca ekonomik ve teknik tercihler değil. Aslında toplumun geleceğe dair güvenini, devletle ilişkisini, kendi yaşamına sahip çıkma iradesini gösteren aynalar. Son yıllarda yapılan araştırmalar, zeytin yasası tartışmaları ve Akbelen direnişi, hep aynı fotoğrafı önümüze koyuyor: Türkiye toplumu bilgi eksikliği, güven kaybı ve umut yoksunluğu içinde, kendi geleceğini göremiyor. Toplum iklim değişikliğini, doğa felaketlerini, hava ve su kirliliği gibi meseleleri biliyor. Buna karşılık gündelik yaşamı radikal biçimde etkileyen gıda erişimi, enerji kaynağı, göç, deniz seviyesi yükselmesi gibi meseleleri daha az biliyor. Aynı bilgisizlik madenlerde de var. Altın madenlerinde kullanılan siyanürün gerçek risklerini bilen çok az kişi var.
Toplumun bilgisi ve farkındalığı kendi deneyimi üzerinden ve doğrudan kendi yaşamına değen sorunlardan biçimleniyor. O nedenle bu topraklarda, kendi yaşamında sıkça yaşamakta olduğu sıcaklık artışının, yağışlardaki azalmanın, kuraklığın, temiz suya erişim sorunlarının toplum farkında, duyarlılığı da yüksek. Toplumun hemen her sınıfsal, kültürel, demografik kesimi kendini bu meselelere karşı son derece kırılgan hissediyor. Öte yandan bilgi eksikliği yurttaşı edilgen hale getiriyor. Ta ki Akbelen’de, Kaz Dağları’nda olduğu gibi olan bitenin doğrudan kendi yaşamına, hanesine yönelik tehdide, saldırıya dönüştüğü ana kadar.
Yaşanan tüm iklim ve çevre krizleri toplumsal bellekte birikiyor, bilgi ve farkındalık artıyor. İçgüdüsel olarak yaşamı savunma güdüsü yükseliyor. Bir yandan da memleketin her yeri maden uğruna delik deşik ediliyor. Maden sahaları köylünün suyunu, tarlasını tehdit ediyor. Hemen her hafta bir yerlerde maden göçükleri, atık havuzu kaçakları yaşanıyor. Zeytin yasası değişiklikleri, köylünün geçim ağacını enerji üretimi uğruna feda ediyor ama aynı zamanda enerji faturaları her ay cebi yakmaya devam ediyor.
Bu süreç iki konuda güven krizi üretiyor. Birincisi yurttaşın devlete, iktidara ve hukuka güveni giderek azalıyor. Çünkü toplum her seferinde devletin sermayedardan yana tavır aldığını görüyor. Maden izni verilirken yurttaşa, yaşamı doğrudan yok olacak köylüye sorulmuyor. Örneğin TEMA Vakfı’nın pilot seçilen 15 ile odaklanan raporuna göre, bu 15 ilin yüzölçümlerinin yüzde 60’ını kapsayan topraklar için iktidarın iradesiyle maden arama ya da işletme ruhsatı verilmiş durumda.
Karanlık tünelde umut yitimi ve kimliklere sıkışma
Soma maden göçüğünde, İliç altın madeni sahasında heyelan ve zehirli atık kaçağı vakasında, Kaz Dağları'nda, Yırca köyünde, İkizdere’de devletin yurttaşlara karşı hoyratlığına tanıklık ediyor toplum. Pandemide, depremlerde, doğal felaketler ve yıkımlarda çaresizliği yaşıyor. Her akşam haberlerde başka ülkelerde de yaşanan felaketleri dinliyor, öğreniyor. Pandemide gördüğü gibi meselelerin küreselleştiğini deneyimliyor. Ukrayna savaşıyla beraber insanlığın nasıl bir enerji krizine girdiği, o zamana dek verilen küresel sözlerin nasıl birdenbire çöp olduğunu görüyor. Yaşananların kökünde yalnızca bu topraklara dair değil insanlığa ve gezegene dair daha büyük bir değişimin emareleri olduğunu hissediyor.
Toplumun kaygıları, korkuları katmerleniyor. Karşılaşılan hoyratlık, yaşanılan çaresizlik, toplumsal farkındalığı artırıyor ama paradoksal biçimde geleceğe dair umudu değil umutsuzluğu yükseltiyor. İnsanlar “ne yaparsak yapalım sonuç değişmeyecek” duygusuna kayıyor.
Yaşananlar yalnızca umut kaybı üretmiyor aynı zamanda bir başka kadim zihin ve duygusal meselemizi de canlandırıyor. Her bir meseledeki tutum ve davranışımızı, tercihimizi belirleyen zihni ve duygusal ambargolarımız var. Bu ambargoların en önemlisi kültürel kimliklerimiz. Toplumdaki kadim muhafazakar ve seküler kimlik ve siyasal kutuplaşma ekseni iklim ve çevre krizlerine bakışımızda da belirleyici. İkinci bir katman olarak kalkınma ve çevre ikilemlerindeki pozisyonlarımızı da belirleyici. İklim değişikliği, çevre meseleleri, enerji veya maden politikalarını tartışmaya başladığımız zaman görüyoruz ki bilgisizliğin başladığı yerde kültürel kimliklere aşkımız, sadakatimiz, kolaycılığımız devreye giriyor.
Örneğin araştırmaların bulguları enerji tercihlerinde dahi siyasal kimliklerin belirleyici olduğunu, kültürel ve siyasal kutuplaşmanın ne kadar derinleştiğini gösteriyor. Birçok konuda olduğu gibi, enerji meselesi de “yerli-milli” ya da “modern-evrensel” gerilimine sıkışmış durumda. Muhafazakar kesimler yerli kömür ya da yerli doğalgazdan yana olurken, modern kesimler rüzgar ve güneşi savunuyor. Aynı zamanda sınıfsal pozisyonlar da elbette etkili, örneğin doğa meselelerine dair algılarda, kırsalda, alt sınıflarda, mavi yakalarda ekonomi ve geçim, şehirde, görece üst sınıflarda, beyaz yakalılarda çevre öne çıkıyor.
İkinci bir zihni ve duygusal ambargomuz da kadim siyasi gerilim ekseni olarak kalkınma mı çevre mi ikileminde vücut buluyor. Türkiye’nin kalkınma hikayesi uzun yıllar “ne pahasına olursa olsun büyüme” üzerine kuruldu. Barajlarla sular altında kalan köyler, kömür ocaklarındaki facialar, siyanür gölgesindeki tarım alanları… Hep aynı cümle tekrarlandı: “Ülkenin kalkınması için fedakarlık yapmak gerek.” Bu anlatı aynı zamanda ülkeyi yöneten sağ parti iktidarlarının da anlatısı.
Toprak, doğa, kalkınma ve demokrasi arasında köprü
Her toplumun toprağıyla, doğasıyla ilişkisi, aslında kendi geleceğine bakışının da bir aynası. Kimi toplumlar toprağını bir hazine sandığı gibi görüyor, sonuna kadar kazmak, tüketmek istiyor. Kimisi için toprak ve doğa kutsaldır, uğruna savaşılacak bir kimliktir, ona dokunmak bile kutsallığı bozmak olarak algılanıyor. Kimisi içinse toprak ve doğa, gelecek kuşakların emaneti. Bizim ise toprağımızla, doğamızla kurduğumuz ilişki, bu üç bakışın hiçbirinde netleşmiş değil. Çünkü her tartışmada aynı ikilem gündemi ve zihinleri ele geçiriyor: Kalkınma mı çevre mi?
Bugün geldiğimiz noktada toplumun büyük kısmı hâlâ “kalkınma ile çevre arasında seçim yapmak zorundayız” ikilemine sıkışmış durumda. Örneğin geçenlerde İliç vakasında çalışan bir uzman, yurttaşların bir an önce madenin yeniden çalışmaya başlamasını talep ettiklerini, kasabanın ekonomik geçiminin madene bağımlı olduğunu anlatıyordu bir toplantıda. Bu tartışmalar ve İliç vakasına dair anekdot da Akbelen köylülerinin çaresizliği de aslında bir hikaye boşluğuna işaret ediyor. Geleceğe dair bir hikâyemizin olmayışı, toplumu ortak bir gelecek tahayyülünden mahrum bırakıyor. İnsanlar bireysel yaşam öncelikleriyle ülkenin geleceği arasında seçim yapmak zorunda kalıyor.
Artık toplum bu hikâyenin sonuna geldi. Çünkü insanlar daha sık biçimde görüyor ki, bugünün büyümesi yarının yaşamını tüketiyor. Bu tablo, çıkışı olduğundan emin olamadığımız bir tünelde yolculuk gibi. En büyük tehlike işte bu umutsuzluk hissi. Ve biliyoruz ki umut yoksa, gelecek de yok.
Siyaset toplumun önüne yeni bir hikaye koyacaksa, bu hikayenin iklim ve doğa politikaları kendi başına değil, aynı zamanda ekonomik eşitsizlikler ve toplumsal kırılganlıklarla iç içe düşünülmeli. Doğaya uyum, iklimle mücadele programları, sosyal yardımlar ve eşitsizlik azaltıcı mekanizmalarla, sosyal devletin yeniden inşasıyla birlikte ele alınmalı.
Bugün ihtiyacımız olan, korkunun ve felaketin diliyle değil, umut ve bereketin diliyle konuşan yeni bir hikaye. Zeytin ağacını da Akbelen ormanını da köylünün geçimini de şehrin havasını da aynı hikayeye dahil edecek bir dil. Köylünün geçim kaygısına, kentlinin temiz hava ihtiyacına, emeğin ve istihdamın iş talebine seslenen bir dil. Afet bütçelerinin yerini dayanıklılık bütçeleri aldığında, madenin gölgesi yerine bereketli toprağın umudu öne çıktığında, bu ülke yeniden geleceğe güvenle bakabileceğimizden kuşkum yok.
Çünkü aslında mesele sadece zeytin ağacını korumak, bir ormanı savunmak değil. Asıl mesele geleceği, umudu ve demokrasiyi yeniden inşa etmek. Ve bu topraklarda umut yeniden yeşerirse, biliyoruz ki bereket de yeniden filizlenecek.
Oksijen'den alınmıştır.
Yazarlar
-
nevzat cingirtNeden Yazmıyorsun? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRMHP’li Yıldız’ın KON’u AK Partili Miroğlu’nun Roja Welat’ı… 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanJet motoru sıkıntısı: Tek geciken Kaan değil 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayArjantin’in çıkmazı: Şok terapi, bağımlılık ve ABD’nin gölgesi 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİÖzgür Özel’e saldırı aydınlatıldı mı şimdi? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolDış politikada rasyonel zemin 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciAsgari ücret 30.000 TL 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalKirk ve ICE vakaları ile faşizme doğru mu? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUKrallar ve ulus-devletler 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUGazetecilik bir kez daha tartışılıyor 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasKendi uçağımızı kendimiz yaparken 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZYeni Çözüm Süreci: Hakikatle yüzleşme 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANGazetecilik can çekişiyor! 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRZeytinlik yasasından Akbelen ve İliç'e; enerji ve maden hikâyesinde kaybolan gelecek 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRTÜSİAD isyan etmişti: Ciner’e kayyumun gerekçesi o madde! 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞSİYASETÇİ ZENGİNLEŞİRKEN VATANDAŞ FAKİRLEŞİYOR, NEDEN? 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURKomisyon Suriye’yi, Suriye İsrail’i, İsrail Trump’ı…. 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYATürkiye’nin Demokratikleşmesi ve Kürt Sorununun Çözümü: Ciddiyetin Tarihsel Zorunluluğu... 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluTrump’a neler verdik, neler alacağız! 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEYargı CHP’ye çalışıyor 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇZaferden hapishaneye 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN“Trump’ın verdiği meşruiyet” notları 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunYazmak, ciddi bir iştir 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİTrump-Erdoğan görüşmesine hile karıştı mı? 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYMutlakiyetçiler ve Cumhuriyetçiler 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUErdoğan’ın tercihleri 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERSarkozy’nin tarihi mahkûmiyeti 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKSüreç Suriye’yi, Suriye süreci bekliyor. Peki bu kısırdöngü nasıl aşılacak? 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuBoeing - Gazze ilişkisi nedir? 26.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANAlev rengi hüznüyle sonbahar… 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Metin KarabaşoğluHerkes sözünden sorumludur; 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNYetersiz bakiye! 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilFanatizm ve inancın siyasallaşması 24.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaŞimdi de Mansur Yavaş hedefte 24.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanBüyük Türkiye hayali böyle bir hayal miydi? 24.09.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞBayrampaşa ve maskeli balo 23.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENKasabın bıçağını bileyen adam 23.09.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezGonca Kuriş’in kemiklerini, sevenlerin yüreğini sızlattılar 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraCumhuriyet-Halk-Parti 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRYANARDAĞ ÖZÜR DİLEMELİ 17.09.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENPogromlar, darbeler, acılar ayı Eylül.. 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMTERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE GEÇİŞ SÜRECİ! 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye’nin en iyi/kötü dönemi hangisiydi? 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçArşivden | 12 Eylülcüler nasıl bir ülke hayal etmişti? 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBir 12 Eylül Sabahı 12.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNÖcalan, Erdoğan’a “Seni yine başkan yaptırırız” sözü mü veriyor? 11.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünSuriye’nin diğer dertleri… 10.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİN2016 belediye ablukaları ve 2025 darbesi 9.09.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMesele CHP Değil! 8.09.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
8.09.2025
1.09.2025
25.08.2025
18.08.2025
11.08.2025
4.08.2025
28.07.2025
21.07.2025
14.07.2025
7.07.2025