Markar ESAYAN

Tepegözü öldürmek…
24.11.2013
2451

 Herkes çok 'sıkı ve mükemmel' görünüyor. Hiç öyle olmadığı halde, annesinin karnından çıkıp üç metreden yere düştükten sonra hemen ayağa kalkan fil yavrusu gibi, sanki insan da doğar doğmaz bu hayatı dize getirdim tavırlarında. Her zaman sıkı, yenilmez, ihtiyaç hissetmez, sever ama sevilmeyi, sevilir ama sevmeyi önemsemez, ne bileyim, acıkmaz, susamaz, canı acımaz, gurbete tınmaz, ayrılığa aldırmaz haller.

Oysa insanın arzularına sırtını dönmüş bir hayata doğuyoruz. İstediklerimizle, gerçeklik arasındaki mesafe dramatik derecede uzak ve bunun çelişkisini yaşamayan insan yoktur kanımca.

İşte o makasın kapanması için insanın bizatihi bedel ödemesi gerekiyor. Makasın arasında kesilmek biçilmek uğruna uğraşmak. Kendi üzerine düşünmek, kendi ruhuyla boğuşmak ise çok meşakkatli bir iştir. Çürüyen bir dünyada çürüyen bedenlere doğuyoruz. Toprak cebelleşmeden ürün vermiyor, kadın acılar içinde doğuruyor, çocuk büyüyene kadar ana ve baba yaşlanıyor. Bu bir trajedi değil mi?

Evet, öyle, bu bir manevi bunalımdır. Bu bunalıma düşmek değil, onu yok sayan tavırlar yanlıştır.

Mutluluk, bu bunalımı uyuşturduğumuz o nadir anlarda görünür gibi oluyor. Kesin ve güvenilir bir şey değil. Çünkü o 'mutluluk' anları çoğunlukla dünya ile uzlaştığımız zamanlarda ruhumuz karşılığında bize verilen küçük rüşvetlerdir. Açlığı daha da büyüten…

Ama insan bu yaptığının tutarsız olduğunu, hayata gelme amacını ıskalayıp kendini uyuşturduğunu pekâlâ bilir. Kendi hayatı üzerine düşünmek ve evet soylu bir acı çekmek yerine, hayatın gerçekleri üzerine düşünür biteviye, gösterişli nutuklar atar, hep devrimcidir. Bu faydasız meşgale sayesinde tutarsızlığı ile uzlaşır. Geriye bunu diğer insanlara bir zafer olarak pazarlamak kalır.

O güçlüdür, ihtiyaçlarını giderecek irade ve acımasızlığa sahiptir, başarısız olduğunda, ihtiyaçlarını yok sayarak yenilgiden bir 'zafer' çıkaracak kadar da siniktir.

Peki, bizim yaratılış amacımız, dünyanın acı gerçekleri üzerine nutuklar atıp, faydacı gerçekliğe teslim olduğumuzu gizlemek için sinizme ve snopluğa mı sığınmaktır?

Yaşamanın anlamı üzerine kaç kişi düşünüyor bugünlerde? Yok, depremde, ay sonu kredi taksitini ödemekte zorlanıldığında veya ani bir ölümde değil.

Sıradan bir günde ve sık sık.

Bunu başardığımız o sıradan anda, aslında büyük anlatıların, büyük yargıçların kurguladığı matrisin içinde bir sayı olduğumuzu, kendimizi birey olarak hissetme durumumuzun da, tüketme ve uyuşma özgürlüğünden başka bir şey olmadığını anlarız.

Bu dünyada ve bu ülkede bu kadar çok klişe ile konuşan, boş boş homurdanan insanın olması doğal mı? Kendi düşüncesini geliştirmeyen, sinizme, faydacılığa kapılmış gitmiş, aklını devretmiş bireyin, Arthur Koestler'den ilhamla, yedi milyar insanın yedi milyara bölünmesiyle ortaya çıkan bir sayı olduğunu söylesem…

Kendi sorumluluğunu, kendi düşüncesini başkasına devreden insanlar, ülke ve dünya hakkında yapılması gerekenleri başkalarının sırtına yüklerken, sadece kendisi için değil, iyilik adına huzurunu gönüllü biçimde kaçırmış insanların çabalarına kibirle bakarlar. Onları Pollyannacılıkla suçlarlar: Dünya kötü bir yerdir ve bu değişmezdir. O zaman kendi faydamıza bakalım.

Bunu değiştirmeye kalkanlar, hele değiştirenler, onlar için birer ayna oldukları için paratoner gibi tüm nefreti de üzerlerine çekerler.

Bireyi, yedi milyar insanı yedi milyara bölerek bulamazsınız. Bulduğunuz şey bir projedir. Birey eşsizdir. Başkasıyla çarpılmaz, bölünmez, başkasının üzerine toplanmaz. Bunu anlamak için maneviyatın keşfedilmesi gerekir.

Ölüm, bu maddeci, faydacı dünyada metafiziği bir göktaşı gibi hayatımızın ortasına düşürür. Büyük projeler, şaşaalı iddialar çöker. Bu nedenle çoğunluk ölülerini değil, ölümü toprağa verme telaşındadır. Herkesin üzerinde anlaştığı şey, bir an evvel bu 'tatsız' olayı unutmaktır.

Evet, kendi üzerine, dünya ve hayat üzerine düşünen insanın huzuru kaçacak ve acı çekecektir. Bu hayırlı bir acıdır, çünkü insanı gerçekle yüzleştirir. Kardeşinin gözündeki çöple uğraşmak yerine, kendi gözündeki merteği farkeder. Birey olabilmenin, özgür olabilmenin, hayatını, imkânlarını, malını, parasını, sevgisini gönüllü biçimde ötekilerle paylaşmak olduğunu, dünyanın daha iyi bir yer olması için, öncelikle kendi içindeki tepegözü yenmesi gerektiğini anlar. Bu olmadığında insan sevemez, sevildiğini kabul edemez. Sevmeyen, sevildiğini kabul edemeyen insan da asla huzur bulamaz.

Sevgi çok güçlü bir zayıflık gerektirir. Seven insan, etrafına saldırmaktan, kendi doğrularını başkalarına tahakküm etmekten özgür olur. Özgürlük budur, kendi benciliğinin köleliğinden kurtulmak, başka bir şey değil.

Ama işte, tüm bunlar için akıl yetmiyor. İnsanın ruhunu, maneviyatını keşfetmesi, başkalarının aklıyla kurulan hayatlara 'Bu benim!' diye yerleşmekle mümkün değil. O kazaya engel olmak çok aptalca.

Her insan kendisiyle mutlaka çarpışmalıdır.

Ferdi özgürlük toplumsal hareketlerle değil, kendi içindeki çatışma sonucu gelişir. Her şeyin birbiri ile ilişkili olduğu, birbirimize bağımlı olduğumuzu keşfetmekle özgürlüğümüzü kazandığımızı anlarız.

Kendimizden sorumluyuz. İyi ile kötü arasında kendi özgür irademizle seçim yapmakla yükümlüyüz. Bu konuda pazarlık, joker hakkı veya rastlantıya yer yok.

Kararsızlık, verilmiş büyük kötü kararlara paydaşlık etmektir çünkü.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar