Gürbüz ÖZALTINLI
Önceki yazımda, Erol Katırcıoğlu’nun Kürt sorununda yaşanan şiddetten tek taraflı devleti sorumlu tutmasının gerekçelerini tartışmaya çalışmıştım. Hatırlanacağı gibi, Katırcıoğlu, Kürt direnişinin silahlı olmasına devlet siyasetlerinin yol açtığını söylüyor; PKK’ya sorumluluk yüklenemeyeceğini ileri sürüyordu.
Ben de buna karşı çıkarken, direnişin meşruiyetinin tartışılamayacağını fakat savaşın temel yöntem olarak kullanılmasının bir zorunluluk değil ideolojik seçim olduğunu öne sürüyor; Katırcıoğlu’nun şiddeti sona erdirmekte PKK’yı tamamen sorumluluk dışı tutmasının, soruna benzer bir ideolojik zeminden yaklaşmasından kaynaklandığını savunuyordum. 1978 yılında deklare edilen Kuruluş Manifestosuna da atıfla PKK’nın yolunu ve kimliğini belirleyen ideolojinin apaçık Marksizm-Leninizm olduğunu; bu ideolojinin toplumsal mücadelelerde şiddete geniş bir meşruiyet alanı tanıdığını, yaşanılan ağır acılar ve büyük yıkımın arkasında yatan bu fikri zemini görmezlikten gelerek PKK’nın sorumluluğunu inkâr etmenin yanlışlığına işaret ediyordum.
Yine hatırlanacağı üzere Katırcıoğlu, bugün de aynı durumun sürdüğünü, AKP’nin, devletleşerek söylem ve yaklaşımlarıyla şiddetin devamına yol açan aktör olduğunu, sorunu onun çözmesi gerektiğini; PKK’ya “silah bırak” çağrısının yanlış olduğunu savunuyordu.
Katırcıoğlu’nun “zorunluluk” tezini bugünün koşullarına da taşıyan sözlerini tartışmaya yer kalmamıştı.
Bir itirafla başlayayım: Evet itiraf ederim ki bu sözlere şaşırdım. HDP’yi destekleyen sol çevrelerden bile, savaşın “Saray’a yaradığı”; PKK’nın çatışmayı kesmesi gerektiği; silah zoruyla ilan edilen özyönetim girişimlerinin HDP’nin açtığı siyasal alana zarar verdiği yönünde sesler gelirken; Katırcıoğlu gibi bir ismin neredeyse bu uyarıları cevaplarcasına “söylenecek söz PKK’ya değil devlete söylenmelidir” diyebilmesi gerçekten düşündürücü geldi bana…
1978 yılında silahlı mücadeleyi deklare eden PKK’nın, ilk çarpıcı çıkışını yaptığı 1984’ten bugüne, şiddetin bir yöntem olarak kullanılmasını gerektiren koşullarda bir değişiklik olmadığını ileri sürmek nasıl bir bakış açısını ifade eder? Anlamamız, tartışmamız gereken soru bu.
Her şeyden önce, İlk yazımda da ileri sürdüğüm düşüncenin bir kez daha altını çizmek isterim. Bu görüş, “şiddet” sorunuyla hiçbir ciddi hesaplaşma yapmamış bir ideolojik dünyanın varlığına işaret eder. Sadece bu değil ama… Yıkıcı bir devrime karşı, evrime; ucunda insan hayatı olan vahşi güç kullanımına karşı, kitlelerin iknasına dayalı demokratik siyasi mücadeleye; insanlığa acıdan başka hiçbir şey kazandırmayan “ya hep ya hiç”çi, meydan okumacı, toptancı maksimalizme karşı, gerçekçi, uzlaşıcı, inşa edici bir siyasete… Evet, bunların hepsine dair derin bir inançsızlığı gösterir aynı zamanda…Ve bütün bu inançsızlıkların izini sürerseniz, önceki yazımda da işaret ettiğim ideolojiye; Marksizm-Leninizm’e rastlarsınız.
Böyle bir yazıda oturup, 1978’den bugüne doğru Kürt haklarının gelişimine, Kürt siyasi alanının kazandığı meşruiyete veya en yakın olarak 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin açtığı muazzam siyasi alana dair kanıtlar sıralayacak değilim. Değişen koşullara dair reform listeleri yazmak, Kürt kimliğinin kabul görme grafiğinden, devletin değişen politikalarından bahsetmek okuyucuya hakaret olur. 1978- 2015 arasında nereden nereye gelindiğini, bu zamanı kesintisiz uyuyarak geçirmediyseniz ve bugün de uyumuyorsanız bilirsiniz. Uyuma taklidi yapanı ise uyandırmak mümkün değildir zaten.
Denilebilir ki – sıkça da söyleniyor zaten- silahlı mücadele olmasaydı bu haklar kazanılmaz koşullar değişmezdi. Ben buna katılmadığımı daha önce yazdım. Değişen dünyada bu haklar için bu ağır acıları yaşamak zorunlu değildi. JİTEM’lerle, faili meçhullerle, topluca öldürülen askerlerle, korucu köylerinde yaşanan çoluk çocuk katliamlarıyla içinden geçtiğimiz eşsiz yıkım, bu hakların makul bir bedeli olamaz. Barışçı yollarla gidilseydi koruculuk gibi patolojik kurumlarla, “bebek katili” gibi yakıştırmalarla tanışmazdık. Türkler şovenist ideolojiye bu kadar açılmaz, bu kadar katılaşmazlardı. Evet, bu devlet barışçı gösterilerde de can alabilirdi. Fakat herhalde kırk bin insan olmazdı bu… Ama şimdi konu bu da değil. Velev ki koşulları şiddet değiştirdi; bu haklar silahla alındı. Peki, bu hakların alınmış olması, şiddetin devamına mı yoksa Öcalan’ın ilan ettiği gibi “artık silahlı mücadele devrinin kapandığı”na mı götürmeli bizi?
Benim gibi PKK’nın şiddet seçimini baştan beri yanlış bulanlara seslenmiyorum. Katırcıoğlu gibi, yolun başında, bunu, devletin yol açtığı bir zorunluluk olarak görenlere sesleniyorum. Eğer bugün de şiddeti gerekli kılan koşulların var olduğunu söylüyorsanız; sorumluluğu tek başına devlete yıkıp PKK’yı meşrulaştırıyorsanız, bunun temel nedeni ideolojik dünyanıza dair köklü ve cesur bir sorgulamayı yapmamış olmanızdır.
Üstelik bugün başka bir tuhaflık da mevcut. PKK’nın bugün şiddet kullanmasının nedeni, Türkiye sınırları içinde toplumsal entegrasyona yönelik olarak demokratik hakların genişletilmesi arzusu değil. PKK da dâhil sözünün inandırıcılığını önemseyen hiçbir çevre, bugün Türkiye’de entegrasyonu hedef almış herhangi bir hak kavgasında silahın zorunlu olduğunu; barışçı mücadelelerle hak kazanmanın mümkün olmadığını ileri süremez. Silahların patlamasının bugünkü nedeni, Ortadoğu’nun değişen konjonktürü ve devletleşme fırsatının doğmakta olduğuna dair inançtır. Artık, Türkiye içinde entegrasyona yönelik eşit haklar perspektifinin değil; Türkiye Kürdistan’ını da kapsayan bir coğrafyada silaha dayalı egemenlik motivasyonunun şekil verdiği bir mücadelenin stratejik adımlarına tanık oluyoruz.
Kürt coğrafyasında seçmenlerin ezici desteğini -hem de barış vadederek- kazanmışken, Meclise 80 milletvekili ile girmiş bir partinin varlığında; neden yerel yönetimlerin güçlendirilmesi için reform talebiyle büyük kalabalıkları barışçı gösterilere çağırmak yerine, silahla, kan dökerek özyönetimler ilan ediliyor? Devrimci halk savaşı ilan etmek ne anlama geliyor? Hem de bir yandan, seçimlere giderken savaşın HDP’ye zarar verdiği ve iktidara yaradığı söylenirken.
Artık PKK şiddetini kuruluşundaki gibi Marksizm Leninizm gibi bir ideoloji üzerinden de açıklayamayız. Tam tersine bu hareket ulusallaşma sürecinde bu ideolojiden adım adım uzaklaştı- uzaklaşıyor. Sivil siyasette, bütün kimliklerin demokrasi özlemlerine seslenirken, Kandil’den de“özgür Kürdistan” çağrılarıyla uluslaşma duygularına yönelerek geniş bir alanda söylemini yeniden inşa ediyor. Öte yandan, önceden “Emperyalist” ilan ettiği küresel güçlerle ortaklıklar umuyor; onlara karşı değil, onlarla birlikte yol almaya çalışıyor. Yani, silah artık PKK için Marksist Leninist ideolojinin yol açtığı bir seçim olmaktan daha çok ulus devlet inşa etme siyasetinin pragmatik bir gereği. Oysa Kürt hareketine, Kürt ulusallaşması değil, demokrasi mücadelesi motivasyonuyla eklenen Türk sosyalist solu, Kürtlerin entegrasyonuna yönelik demokratik hakların kazanılabilmesi için şiddet koşullarının hala ortadan kalkmadığını savunabiliyor.
Benim tuhaflık dediğim de tam bu. Sonuçta, “Özgür Kürdistan” hedeflerinin ilan edildiği, ayrı bir yol tutturduğu açık olan PKK’nın bile yapmadığı “demokratik haklar için barışçı mücadelenin yolunu devlet kapattı, şiddetten başka yol bırakmadı” savunmasını bu memlekette “demokrat solcular” yapıyorlar. Dahası; bocalasa da, arada da kalsa, ya da samimiyet sorgulamalarına da uğrasa Selahattin Demirtaş’ın “haklarımız için mücadele yolunda silaha gerek yok biz varız”seslenişini bile duymuyorlar. Bu kadar körleşmeyi; bu denli inandırıcılık kaybını, ideolojik zaaftan başka neyle açıklayabiliriz gerçekten bilmiyorum.
Tartışmaya çalıştığım konunun merkezine tekrar dikkat çekerek bitireyim.
Ben, Kürt siyasetinin ne ulusallaşma veya ayrılma eğilimini, ne de küresel güçlerle kurduğu ilişkileri tartışıyorum. Bu politikalara karşı elbette hepimizin görüşleri var ve farklı düşünüyor olabiliriz. Fakat bu tartışmamızın konusu o değil. Ben sadece şiddet sorununu; PKK’nın Türkiye’de silah kullanmasının meşru olup olmadığını ele almaya çalışıyorum.
Bugün Türkiye’de anadilde eğitimden tutun federasyona; seçim barajından ayrılma hakkının savunulmasına kadar her türden hakkın sivil siyaset alanında tartışılabileceğini; şiddetin kayıtsız koşulsuz terk edilmesi gerektiğini savunuyorum.
Tersini düşünenlere de içtenlikle sesleniyorum.
Savaşın kötülükleriyle hiçbir durumun yarışamayacağına, insan öldürerek elde edilecek bir başarının başarı değil vahşet ve cinayet olduğuna, can alarak kurulabilecek bir düzenin kurulduktan sonra da can almaya devam edeceğine, yolların ve sonların birbirine benzeyeceğine gerçekten inanıyorsanız, şiddet ve siyaset konusundaki eski düşüncelerinizi gözden geçirin.
Silahın namlusuna elinizi kapatın, adaletsizliklere karşı beraber yürüyelim.
Duyarlılıklarımız farklı olsa da, düşüncelerimiz çatışsa da elimizi belimize değil kalemimize atalım. Kürsülere çıkalım. Sokaklara dökülelim. Meydanları dolduralım. İtaatsizlik yapalım. Bizi vursalar da biz vurmayalım.
Her biri yoksul dünyanın genç çocukları olan askerler polisler canını kaybederken dağda çatışarak hayatından olan yüzlerce Kürt genci; ovada barışçı eylemlerde vurulan tek bir Kürt kadar bu ülkenin vicdanını yaralayamaz.
Tek yanlı devlet şiddeti sonunda döner kendisini vurur.
Barışçı hareketleri sonsuza kadar durdurabilecek bir şiddet türü icat edilemedi.
Bundan daha açık bir gerçek olabilir mi?
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
- Özel, doğrusunu yapıyor: Türkiye’nin önceliği, normalleşme ve merkez siyasetin yeniden inşasıdır
28.04.2024 - Yolun sonu gözüktü mü?
14.04.2024 - İktidarın ideolojik katılaşması, CHP liderliğinin kucaklayıcı, ılımlı profiliyle birleşince…
8.04.2024 - CHP seçimleri laikler değiştiği için kazanmadı. Fakat seçimler CHP’nin kendi tabanını da Türkiye’yi de değiştirecek kapıyı açtı
5.04.2024 - İktidardaki “keratalar” arasındaki gerilim bizi ilgilendirmez mi?
25.11.2023 - Değişim samimiyet ve cesaret gerektirir
16.11.2023 - Yerli ve milli olana nasıl karar verilecek?
12.11.2023 - “Reis halleder”ciler de rövanşistler de hayal kırıklığı yaşayacak
9.05.2023 - “Reis halleder”ciler de rövanşistler de hayal kırıklığı yaşayacak
7.05.2023 - Erdoğan neden kaybedecek
2.05.2023
Yazarlar
-
Gökhan BACIKErken Cumhuriyet dönemi eleştirileri: Revizyonizm mi, Türk usülü “woke” mu? 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciOkudukça yoksullaşan bir ülkeyiz 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURHavf ve reca arasında yeni bir yıla... 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİVicdansız senenin kelimesi dijital vicdanmış 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünGemini’ye göre 2026’da Türkiye… 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA2026’ya Girerken; Barış, Demokratik Toplum ve Enternasyonal Özgürlük Yürüyüşü... 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ocaktan2026’da deliler çağına karşı bir umut ışığı yanar mı? 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEBölücüler ve Ülkücüler 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolKara bir yıl 2025 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORU2026: Beklentiler, beklentiler… 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBarış Akademisyenleri'nin göreve iadesine istinaf engeli: Daire, Danıştay kararına direndi 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUÇözüm için mücadele demokrasi için mücadeledir 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZTürkiye’ye özgü sürecin muhasebesi 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNAfrika Boynuzu’ndaki oyun: İsrail kime şah çekti? 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENNasıl anılmak isterdiniz? 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇER23 yılın en kötüsü 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRTürkiye'de davaların portresine kısa bir bakış: Hâlâ en güçlü ortak talep neden adalet? 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞYENİ YILDA DA KURU EKMEK BİZİ BEKLİYOR… 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRUyuşturucu dosyasındaki sürpriz isim! "Cumhurbaşkanımızın tensipleri ile…" 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞUlus devlet, milli egemenlik, çevre, insan hakları, uyuşturucu ve Venezuela 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBir fotoğraf karesinden çok daha ötesi... 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİktidar medyası infilak etti 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçLeyla Zana ve Gözde Şeker ne yaptı? 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRAN11. YARGI PAKETİ, YENİ ADALETSİZLİK VE EŞİTSİZLİKLER YARATTI 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENRaporların Gösterdiği 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN2025 giderken 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇALRTÜK ve basın özgürlüğüne geçit yok… 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraYılın Kelimesi 27.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İlhanKararsızlığın Erdemi: Kesinliğin Gölgesinde Düşünmek 27.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUÜlke siyasetin neresinde, hangi evresinde? 27.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTAN100 Bin Dolar Kazanan “Yeni Yoksul” Mu? 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTİslamcılık Öldü mü? 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalSovyetler ve Bookchin 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuSuriye, güvenlik ve 15 milyon bağımlı… 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yetvart DANZİKYANLeyla Zana vakası bir gösterge. Ama neyin? 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa Karaalioğlu‘Entegre strateji’ varsa, niye tek yönünü görüyoruz? 25.12.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilGüvenlikten kimliğe, inkârdan yurttaşlığa 24.12.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanKomisyonda uzlaşma çıkmazsa süreç yine de ilerler mi? 24.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİSekülerleşme sorunu veya Müslümanlar nasıl modernleşecek? 23.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEYüzdük yüzdük 22.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayPax Americana sonrası Almanya: Yeşil dönüşümden askeri Keynesçiliğe 21.12.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNKüfürbazlar ve ötesi 19.12.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasAK Parti hariç herkes CHP 19.12.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarThank you Ahmed 19.12.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakNüfusumuz dibe vururken! 18.12.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselPara politikasında sınav zamanı 18.12.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKEN"O Yıl", hangi yıl? 15.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞEntelektüel üretimin kaybı-Rejimin vesayeti-Siyasetin iflası 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRBu durumda AİHM yetkilileri de Trump’tan yardım istesin… 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldız ÖNENGüney Amerika’da büyüyen gölge 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin Sönmezİktidar politikası ters mi tepiyor, tersine mi işletiliyor? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezOrta sınıf nereye gitti? 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAKANBahis oynayan bakan kim?.. CASUS KİM?.. 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇHakim sınıfın iki zümresi 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
Selva DemiralpHissedilemeyen büyümenin anatomisi 9.12.2025 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞCHP programı halka ne vadediyor? Nasıl bir parlamenter sistem? 9.12.2025 Tüm Yazıları

























































edip şahiner
çok haklısınız sayın yazar, Gerçektende sorun tam da bu. müslümanların ufku kendi dar dinci hatta daha da dar mezhepçi bakış açısını aşıp dünyaya dünyayı kucaklayabilecek evrensel bir perspektifle bakamadıkları için daha çok çekecek ve çektirecekleri var.Hep aynı soruyu sorup duruyorum; eğer Gazzede ölenler müslüman olmasydı ülkemiz müslümanları sokağa çıkıp zulmü protesto edecek miydi?
Harputlu
Dediğinizi,Suriyeli alim,mucahit,şu andaTürkiyede yaşayan,Cevdet SAİD kitaplarında,felsefi,fıkhi,akli,vicdani,hukuki,dini,sosyalojik ve verli insan hayatı olan tarihden hareketle o kadar açık,anlaşılır şekilde anlatıyor ki.dinleyen yok.çünkü bu tavrına cihadı öldürüyorsun diye dudak bükülüyor.Oysa onun yaptığı cesaret ister.zalime,haksıza sen yanlış yapıyorsun demek.önce kendi nefsinden başlayarak.vurmadan vurlmayı gözealıp,şiddete ,şiddet ile karşılık vermeden,bedeli ne olrsaolsun hakkı ve doğruyu söylemek.Ve Malik bin Nebi ve Kendisinin söylediği Müslümanlar kendi ülkesinde özgür,adil,dürüst,demokrat ve kardeş olabilirlerse İsrail kıçına bakıp çeker gider yada susar.İşte Türkiye kendi halkıyla kavgalı bir yönetim,başkalarıiçin ne ifade ederki sözü dinlensin ??*Çekecek çilemiz geride..!!!