Halil BERKTAY
[24 Mayıs 2014] Cumartesi öğleden sonra evde tek başıma, 15 yaşında bir kız çocuğu’ndan sonra, gençler, aileler, okullar, öğretmenler dörtgeni içinde neo-Atatürkçülüğün nasıl eskisine kıyasla çok sertleştiğini ve yeni bir nefret kültürünün kemikleştiğini yazmayı düşünür, notlar alır ve ilk taslağını hazırlar, bu arada hiç hissetmediğim 12:25 depreminden Ankara’daki eşimin telâşlı telefonlarıyla haberdar olurken, ansızın bir 27 Mayıs çağrışımı yaşadım. Neden bilmiyorum; ya gözüme internette bir haber takıldı da çok hızlı geçerken bilinçaltımda kaldı, ya da deprem deyince aklım çocukluğumun hep depremli İzmir’ine gitti ve oradan, sık sık olduğu gibi, babama ve babama ilişkin anılarıma sıçradım. 13 yaşımdaydım ve şimdiki Bornova Anadolu Lisesi’nin ilk şekli olan İzmir [Maarif] Koleji’nde Orta II öğrencisiydim. Yatılıydım; galiba hepimiz yatılıydık; gündüzcü yoktu sanırım (o zamanlar hâlâ leylî/nehârî deyimleri kullanılır, nehârî de bozulup nihârî gibi söylenirdi). Hafta tatili henüz iki gün değildi; iş yerlerinde Cumartesi sabah da çalışılır, okullarda ders yapılırdı. Dolayısıyla bizi Cumartesi öğle yemeğinden sonra salıverirlerdi; daha önce gelip bahçede bekleyen, biri Konak’a diğeri Karşıyaka’ya gidecek iki külüstür otobüse, çantalarımız ve kirli torbalarımız savrularak koşup yer kapmaya çalışırdık. Pazar öğleden sonra ise galiba 16:00 sularında Konak’tan, eski Elhamra sinemasının ve Millî Kütüphane’nin oradan bu sefer dönüş otobüsü kalkardı. Kızarmış ekmek üzerinde Amerikan yardımıyla gelen kırmızı peynirlerden erittiğimiz haftanın o biricik aile kahvaltıları keyifli ve neşeliydi de, kısalığından ötürü gerisini hiç sevmezdim Pazar günlerinin.
Elli dört yıl olmuş. Bir Cuma karanlıkta uyanıp uyku sersemi sabah “mütalaa”sına (etüde) inerken, “devrim oldu, okul bugünden kapandı” dediler. Darbe sözcüğü vardı da Türk siyasal literatürüne henüz yerleşmemişti. Öte yandan, idare (= müdür ve müdür yardımcıları) ile öğretmenlerimiz olayı gerçekten devrim olarak mı görüyordu, yoksa otomatik bir hizaya girme ve korunma refleksiyle mi öyle diyorlardı, artık orasını bilemem. Ama bizim evde bunun devrim değilse bile ilerici bir adım olarak görüldüğü izahtan vareste. “Komprador burjuvaziye ve yarı-feodal büyük toprak sahiplerine dayalı, Amerikan emperyalizminin en yakın işbirlikçisi” DP iktidarının, erkene aldığı 1957 seçimlerinin ardından (ekonomiyi “uluslar arası kapitalizme açma”sının yol açtığı büyük dış açıklar ve borçlanma yüzünden) yapmak zorunda kaldığı 1958 devalüasyonunun yarattığı yaygın hoşnutsuzluk, hükümetin de muhalefetin de karşılıklı tırmandırdığı bir gerilime ve derin bir siyasî krize dönüşmüştü. Babam 28-29 Nisan gösterileri dahil bütün önceki haftaları artan bir heyecanla geçirmişti zaten; “Türkiye’de hiçbir zaman, hiçbir hükümete bu kadar uzun süre direnilmedi” diyordu. İşte, Türk Silâhlı Kuvvetleri “kardeş kavgasını önlemek için” yönetime el koymuştu nihayet. Gittim; dış kapının hemen dibindeki küçük santral kulübesinden zar zor telefon ettim (hatırladığım ilk ev telefonumuz 5712’dir, sonra bütün İzmir numaralarının önüne 2 gelmişti de 25712, sonra bir diğer değişiklikle 32838 olmuştu, ama ben santral memurundan 25712’yi istemiş olmalıyım). Babam bir yere kıpırdama ve bekle dedi; bir iki saat sonra gelip aldı beni. Hemen Cumhuriyet Meydanı’nda, “Heykel’de” oturuyorduk. O gece kordona çıktık; ağır ağır geçen “cemse”lere (GMC) alkış tuttuk; “yaşa asker” diye bağırdık. Derken yaz tatiline girildi. Cumhuriyet gazetesinde Yaşar Kemal, tek tek bütün Millî Birlik Komitesi üyeleriyle röportaj yapıyor ve bunlar gün be gün yayınlanıyordu. Bunları kesip dosyalamak benim işimdi ve kazara bir tane atlasam kıyamet kopardı. (Babam 1976’da öldüğünde, herhalde üç beş yüz kiloluk kupür yığınları vardı evde; kâh tuvaletlerden birinde, kâh küçük bir sandık odasında, tavana kadar tepeleme yığılı dururdu; ancak o noktada atılıp satılabildi.) 1951-52 tevkifatından sonra yurtiçinde kalan, henüz Reşat Fuat (Baraner) etrafındaki sınırlı ve mimli “eski tüfekler” çevresi (fakat bu deyim de daha yoktu; Mihri Belli’nin 1966’da Yön’de yazmaya başlarken kullandığı E. Tüfekçi mahlasından türeyecekti), “son tahlilde anti-emperyalist” darbeyle gelen “sınırlı ama genişleyen özgürlük ortamı”ndan ne kadar yararlanabileceklerini tartışıyordu. Bu bağlamda örneğin gene babam, İzmir’den arkadaşı gazeteci Besim Akımsar’la birlikte Yorum dergisini çıkarmaya girişti ve bazen Erdoğan Berktay’ın baş harflerine de denk gelen E.B. rumuzuyla, bazen Emir Buminimzasıyla, çoğu zaman da imzasız olarak, bu incecik dergiyi neredeyse kapaktan kapağa yazmaya koyuldu. Bugün baksam, her bir satırında üslûbunu derhal tanırım. Bu arada, 2001’de vefat eden Besim Akımsar için bulabildiğim internet maddelerini de taradım; bir çoğunda Yorum için 1943 denmiş. Güldüm. Besbelli, her kim ise, biri ilk hatâyı yapmış; sonra herkes onu kopyalayıp tekrarlamış. Tam “deli kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramaz” misali. Ama bir yerde bu, Torosyan’ın uydurma olduğunu bakar bakmaz sezmek gibi bir şey; insan düşünür biraz: 1920 doğumlu Akımsar, henüz 23 yaşındayken, İkinci Dünya Savaşı’nın en karanlık yıllarında, Tek Parti’den bağımsız ve eleştirel bir siyasî dergi çıkarmaya girişmiş olabilir mi? Hayır; o yıllarda, 1943’te değil ama 1944’te çıkardığı dergi Yorum değil Kovan diye bir kültür dergisidir. Kaldı ki Yorum dozunda bir eleştirel bağımsızlık, 1960’ların başlarında bile pek mümkün değildi — değilmiş. Nitekim çok sürmedi; İzmir’in CHP önde gelenleri, “CHP’ye alternatif aramak isteyen komünistlere kol kanat germemesi” yolunda Besim Akımsar’ı uyarıp, baskı yapıp dergiyi kapatmaya zorladı.
Bunları biraz da şunun için anlattım: 27 Mayıs benim için “bellek” (memory) ile “tarih”in (history) kesişip örtüştüğü bir yerde. Hem hatırlıyorum, hem de hafızama güvenmiyorum, güvenmemeliyim; tarihçiliğim beni habire hatırladıklarımı (veya hatırladığımı sandıklarımı) başka bilgi ve kaynaklar ışığında sınayıp gözden geçirmeye zorluyor. Buna, güncellikten kaynaklanan düşüncelerimin ve dolayısıyla geçmişe dair sorularımın değişimi de dahil. Tesadüf, E. H. Carr 19. yüzyıl ampirizmini alaşağı ettiğiWhat is History’sini 27 Mayıs’la aşağı yukarı aynı sıralarda yazmış (1961; Tarih Nedir); tarihçiler sürekli ilerilere kayan “şimdiki zaman”larda yaşayıp farklı farklı tecrübeler edinirken, geçmişe bakışlarının da bu tecrübeler ışığında değişeceğini (ve bu yüzden, tarihi yeniden ve yeniden yorumlamanın sonu olmadığını) net bir şekilde göstermişti.
Benim için de böyle; başka hiçbir örneğe bile gerek yok; öncelikle kendime dürüstçe ve amansızca baktığımda bunu çok net görüyorum. Madalyonun diğer yüzünde, Sovyetler Birliği’nin ve genel olarak sosyalizmin çöküşüyle birlikte, kendi kuşağımdan pek çok insan içsel olarak çöker veya boşalırken birey olarak ben çökmediysem, herhalde bunu önemli ölçüde tarihçiliğime — kişisel olarak yaşadığım ve etimde kemiğimde hissettiğim muazzam bir trajediye tarihçi gözüyle yaklaşabilmeme; bu çerçevede, sırf Marksizmi ve Marksist sosyalizmi değil, ailemden, babam ve amcalarımdan başlayarak kendi kendimi de tarihselleştirebilmeme, onlara ve kendime hem içeriden hem dışarıdan bakabilmeme borçluyum. Katastrofu bu şekilde kabullenip aşabildiğim içindir ki, şimdilerde kâh Gürbüz Özaltınlı’nın, kâh Etyen Mahcupyan’ın değindiği (benim de umarım bir yerinden kurcalamaya başlayabileceğim) “aydın karamsarlığı”na kapılmamış olabileceğimi tahmin ediyorum.
Öyle veya böyle; geldiğim noktada 27 Mayıs’a ilişkin “keşke”lerle doluyum. Tarihin bütününe ilişkin pek öyle “keşkeci” (what if’çi) bir yaklaşımım yok. Ama özellikle siyaset ve çok yakın dönemlerin siyaset kertesi söz konusu olduğunda, nelerin öznel, sübjektif düzeyde tam anlamıyla hatâ sayılması gerektiğini; tersten söyleyecek olursak, bu hatâlardan nasıl kaçınılabileceğini görüp düşünebiliyorum. Örneğin keşke, diyorum, özel olarak Adnan Menderes’in 1950 ve 1954 seçim zaferlerinden başı dönmese, gurura kapılmasa, 1957’ye kadar fiilen bir tek parti iktidarı gibi davranmasaydı. Keşke Demokrat Parti önderliği, 1951’de Halkevlerini kapatmakla kalmayıp bütün mal varlığına da el koymaya; ardından 1953 sonunda bu sefer CHP’nin bütün mal varlığına el koymaya; 1954 seçimleri öncesinde Millî Selâmet Kanunları’nı çıkarmaya; 1954-57 arasında muhalefet olanaklarını giderek daha fazla kısıtlamaya girişmeseydi. Keşke Kıbrıs’ı popülistçe “millî dâvâ” haline getirmeseydi; “ya taksim ya ölüm” mitingleri düzenlemeseydi veya düzenletmeseydi; 6-7 Eylül 1955 pogrom’unu tezgâhlamasaydı. Keşke 1957 seçimlerindeki yaklaşık yüzde 11’lik gerilemesinden ve CHP’nin 178 milletvekili bulmasından korkuya kapılarak, o meşum Meclis Tahkikat Encümeni’ni kurmasaydı; İsmet İnönü ve Kasım Gülek’in yurt gezilerini engellemeye kalkmasaydı; Vatan Cephesi’ni yaratıp herkesi ve bütün kuruluşları gerçek-sahte üye yazmaya, devlet radyosunda her gün Vatan Cephesi’ne yeni katılanları saatlerce okutmaya baş vurmasaydı. Keşke 28-29 Nisan ve 5 Mayıs gösterilerine karşı daha hoşgörülü davransa; hele hele “örfî idare” (sıkıyönetim) ilânına hiç tevessül etmeseydi. Keşke bir tarafın “kıyma makineleri”nden, diğer tarafın “Rus denizaltılarıyla getirilip dağıtılan paralar”dan söz ettiği günlerden hiç geçilmeseydi.
Madalyonun diğer yüzünde, keşke muhalefet ne olursa olsun, baskı ve kısıtlamalar hangi boyutlara varırsa varsın, orduya göz kırpacak en ufak bir söz ve davranış göstermese; tersine, daima parlamenter demokrasiden yana olacağını tekrar tekrar dile getirseydi. Keşke İsmet İnönü o tehditkâr “sizi ben bile kurtaramam” lâfını hiç etmeseydi. Keşke Harbiye yürümeseydi. Keşke olmasaydı 27 Mayıs. Keşke Cemal Gürsel genç subayların başına geçmeyi reddetseydi. Keşke her türlü zorluğa karşın siyaset kendi normal, barışçı mecrasından gitseydi ve 1961 seçimleri (ister zamanında, ister daha sonra) yapılsaydı. Keşke MBK’nın 14’leriyle, Talât Aydemir ve Fethi Gürcan’larla, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’e, 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007’ye böyle bir askerî müdahaleler geleneği katlanarak devredilmeseydi. Keşke DP bakan ve milletvekilleri tutuklanıp yargılanmasaydı. Keşke, Salim Başol’u, Altay Ömer Egesel’i, bütün diğer zulümleri ve âdî rezillikleri, bayağılıklarıyla Yassıada duruşmaları yaşanmasaydı. Keşke idamlar olmasaydı. Keşke, demokrasinin muhtaç olduğu dengeli, hoşgörülü siyasal kültürün eksikliği, demokrasiyi frenleyecek yöntemlerle telâfi edilmeye çalışılmasaydı. Keşke, Kenan Evren’in ve diğer 1980 darbecilerinin kendilerini yargıdan muaf kılmalarına emsal teşkil eden tabii senatörlük (ve kontenjan senatörlüğü) gibi hilkat garibesi kurumlar yaratılmasaydı. Keşke Millî Güvenlik Kurulu yeniden tanımlanıp güçlendirilmese, geleceğin askerî vesayet rejiminin köşe taşı konumuna getirilmeseydi.
Keşke, DP iktidarı ve CHP muhalefetiyle dönemin politikası ve önde gelen politikacıları,azamîciliğe, çatışmacılığa, boy ölçüşmeciliğe ve imhacılığa kendilerini bu kadar kaptırmasalardı. Keşke, demokrasi için uzlaşmasızlığı değil uzlaşmacılığı bir erdem, bir marifet olarak görebilseler ve kendi tribünlerine oynamayıp ortada, ara zeminde bir yerde buluşmayı deneyebilselerdi.
Keşke 27 Mayıs, ülkenin en az yarısı, hattâ fazlasını hiçe sayarcasına, aşağılar ve yerlerde süründürürcesine, bir de bayram ilân edilmeseydi. Üzerine Ak Devrim diye kitaplar yazdırtılmasaydı. Marşlar bestelenmeseydi. İkinci yıldönümünü hatırlarım. 27 Mayıs 1962 bir Pazar gününe denk gelmişti. Artık Robert Kolej’de, Lise I’in sonundaydım. Türkçe Edebiyat öğretmenlerimizden biri Behçet Kemal Çağlar’dı (neyse ki ben hiç kendisine düşmedim; gerçekten bilgili iki edebiyatçıyla okudum). Behçet Kemal tabii Onuncu Yıl Marşı’nın iki yazarından biri, eski Halkevleri müfettişi, 1949’a kadar CHP milletvekili, 27 Mayıs’ın Kurucu Meclis’inde “Devlet Başkanı Temsilcisi”ydi. “Atam, sen kalk artık, toprağa ben yatam” dizesi onun değildi (Niyazi Sakar’ındı) gerçi, ama işte adı böyle bir Atatürk manzumeciliğiyle özdeşleşmişti; bayramlarda ve 10 Kasım’larda bu tür şiirlerini okurken kendinden geçtiği için, zamanın mizahında Hepçet Mekal Çokağlar diye anıldığı olurdu. İşte bu Behçet Kemal Çağlar, 26 Mayıs Cumartesi günü için “saatli bina” Albert Long Hall’de (tabii kendisinin baş konuşmacı olduğu) büyük bir kutlama töreni düzenlemiş ve okul müdürümüz Cornelius Holland Bull III’e de kabul ettirmişti. Sonuç fiyasko oldu. Nereden biliyorum? Çünkü öğlene kadar kravat zorunluluğu vardı ve Mr Bull beni hafta içinde ceketimin içine dik yakalı kazak giymiş ama kazağın içine kravat takmamış vaziyette yakaladığı için (parmağıyla kazağımı çekip içine bakmış ve “Hımm” demişti) hafta sonu cezası yemiş, Cuma akşamından evci çıkacağıma mecburen yatakhanede kalmıştım. Cumartesi sabah üç yüz küsur öğrenciden sadece benim gibi birkaç kişi, bir de tabii tam kadro öğretmenler vardı; başka kimse gelmemişti, onca çağrı ve uyarıya rağmen. Bu kadar yapay bir bayramın da gerçek hakkı elbet buydu, böyle bir herkes açısından son derece eğreti ve can sıkıcı bir durumdu. Keşke hiç yaşanmasaydı. Ama Mr Bull’un son derece asık suratını da, Behçet Kemal’in bomboş salona karşı, kendinden başka bütün dünyayı Atatürk’e ve Atatürkçülüğe ihanetle suçlarcasına, sinir içinde yaptığı o başsız ve sonsuz hamaset konuşmasını da hiç unutamam. 15 yaşımda nereden bilebilirdim; ama galiba o boş salon ve o çaresiz öfke, bazı bakımlardan bugünü haber veriyordu.
Ve sol aydınlar, intelligentsia. Belki bizim kuşaktan çok büyüklerimiz için, Kemalist Devrimin canlandığı ve hamle tazelediği illüzyonundan kaynaklanan, “tarihin akış yönü” ne dair son büyük, naif, henüz parçalanmamış ve örselenmemiş iyimserlikti. Küba’da devrim oluyor (1959); Güney Kore’de Syngman Rhee devriliyor (1960); Cezayir bağımsızlığına kavuşuyor (1962); Mısır’da Nâsırcılık sürerken (1956-1970) Irak ve Suriye’de Baasçılık yükseliyor; Abdülkerim Kasım (1958), Abdüsselâm Arif (1963), Saddam Hüseyin (1968) ve Hafız Esad (1970) darbeleri birbirini izliyor; böylece Orta Doğu’da bir dizi askerî diktatörlük kuruluyor — ve bunları hepsi prensip olarak “emperyalist zinciri zayıflattığı” (ayrıca bir de Sovyetler Birliği’ne yaklaştığı) için kestirmeden ilerici sayılıyor; daha genel olarak “Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının devrimci fırtınasının tekrar yükselişi”nden söz ediliyordu (nitekim Mao da bu yüzden, 1960’ta hem Syngman Rhee, hem Adnan Menderes yönetimlerinin çöküşünü birlikte kutlamıştı). Sözün kısası, kimsenin kafasında (güya devrimin getireceği demokrasi dışında) bir demokrasi ölçütü ve sorunsalı yoktu. Keşke olsaydı. Devrim ile darbeyi, birini aşağıdan yukarı kitlelerin, diğerini yukarından aşağı ordunun yapması açısından, bir nebze ayırt ediyorduk gerçi. Ama o zamanki kafamız öyleydi ki, “son tahlilde” (!) “içeriğe” veya “sonuca” bakıyor; “tarihin yönü”ne hizmet ettikleri ölçüde her ikisini üç aşağı beş yukarı olumluyorduk. “İyi, ilerici darbe”lerin peşine takılabilmemiz “doğru devrimcilik”ten büyük bir sapma değildi; tersine, devrimciliğimizin oldukça kolay ve doğal bir türevini ifade ediyordu.
Keşke tersini yapsaydık. Keşke her ikisini de anti-demokratik ve anormal siyaset diye, şu veya bu şekilde şiddete dayalı siyaset diye olumsuzlasaydık ve hiç böyle projeler peşinde koşmasaydık. 1960’lar ve 70’lerde sol, 27 Mayıs’ın gölgesinde ve aslında çoktan miadını doldurmuş bir Komintern Marksizmi aşısıyla filizleneceğine, barışçı ve demokratik bir çerçevede kurulup yükselebilseydi, çok daha iyi olurdu.
Yazarlar
-
Ali BAYRAMOĞLUErdoğan’ın ötesi… 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEABD, Suriye için neye karar verdi? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENKürt Sorunu 2.0’a Hazır mıyız? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRLaleli Çamaşırhanesi -3- Videoya çektiler: ‘Cırt’ sesi geldikçe bağırıyor! “Maşallah, Maşallah!..” 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRBu durumda AİHM yetkilileri de Trump’tan yardım istesin… 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERHarakiri Bütçesi 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞEntelektüel üretimin kaybı-Rejimin vesayeti-Siyasetin iflası 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin Sönmezİktidar politikası ters mi tepiyor, tersine mi işletiliyor? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİktidarın ağzındaki bakla!... 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİKandil’in polemikçisi şampanya sosyalistlerine karşı 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUÖcalan’ın mektubu üzerine bazı gözlemler 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇALEş Şara’dan yeni bir Esad çıkarmak mı? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluBüyük sorunları çözememe serisi bu kez bitecek mi? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldız ÖNENGüney Amerika’da büyüyen gölge 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraKaçıncı CHP? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSeçime henüz vakit varken sandık hesabı 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezOrta sınıf nereye gitti? 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolAK Partili bir okurla sohbet 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuCeylanpınar cinayeti… 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZÖzel’in bütçe konuşmasında sürece dair mesajları 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanAmerika çökmekte olan bir uygarlık mı? 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAKANBahis oynayan bakan kim?.. CASUS KİM?.. 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENFeti Yıldız kime sesleniyor? 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAJohn Holloway ; Abdullah Öcalan’ın Kuramı Devrim İhtimali Fikrini Yeniden Düşünülür Hale Getiriyor! 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilTürkiye neden sanayileşemiyor: Sermayenin, güvenin ve kurumların zayıflığı öyküsü 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciEn büyük tehlike NÜFUS yokluğu 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇHakim sınıfın iki zümresi 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTElveda Lenin ve Düzce Belediyesi… 10.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURSuriye bir kere daha çözümü bozabilir mi? 10.12.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalHay'at Tahrir el-Şam'ın Evrimi ve Suriye'nin Geleceği 9.12.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasSokak çeteleri devlet kurumlarına karşı 9.12.2025 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞCHP programı halka ne vadediyor? Nasıl bir parlamenter sistem? 9.12.2025 Tüm Yazıları
-
Selva DemiralpHissedilemeyen büyümenin anatomisi 9.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayBağımlı finansallaşmanın anatomisi ve Türkiye’nin bitmeyen kırılganlığı 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNStratejik illüzyon! 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞTahmin ediyordum, artık netleşiyor galiba (Transfermarkt, karapara) 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞAYM BAŞKANI AĞLIYORSA… 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEÇıkış yolu 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanMüslüman dünyada yeni bir fıkhi yaklaşımın önü açılabilir mi? 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünMonroe Doktrini gibi bir Trump Doktrini… 7.12.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKKürt açılımı hangi barışı getirecek? Üç barış teorisi 7.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİTeostrateji yahut Din ve Dünya ilişkisinde kalibrasyon sorunu 7.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçTürk ve Kürt yalnızca seçmen değil aynı zamanda insan ve yurttaş 7.12.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKİmralı için CHP’yi sıkıştırmaya gerek var mı? 5.12.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRPOLEMİK SENDROMDA 4.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYTürkiye İçin Irak Peşmergeleri Sorun Olmuyor da Rojava neden Sorun! 4.12.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselIMF’in siyaseten can sıkıcı tavsiyeleri 3.12.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYOrta Doğu, Trump Amerika’sına Uyum Sağlıyor 3.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRTürkiye siyasetinin hastalığı: İmralı tartışmasında serinkanlılık ihtiyacı ve CHP'nin kararı 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYŞu meşhur “İznik Konsili” 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
Zekeriya KurşunDağıstan Cumhuriyeti ve Ayna Gamzatova 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSürecin “kritik eşikleri” 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKEve siyaset için dönüş öncesi bir mıntıka temizliği gerek 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMABD’de bir şeyler oluyor: Nick Fuentes 30.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi (7): Simit 27.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaAK Parti çekingen 26.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerÇÖZÜM, BARIŞ VE KARDEŞLİK GETİRECEK Mİ? 23.11.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİCHP modernizmi ve faşizmi... 23.11.2025 Tüm Yazıları
-
Necati KURÇOCUK HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ 19.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNEmeğin Sosyolojisi ve Kapitalizmin Geleceği: Marx vs. Marx 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİmamoğlu'na istenen 23 asırlık tarihi ceza: Roma İmparatorluğu kurulduğunda hapse girseydi hala ceza 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDEN"Arananlar" zulmü ne zaman son bulacak? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNYerel yönetimlerle işbirliği kültür politikası için hayati 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBir “yalanlama” yalanı: CHP üyeliği ve Kanada’ya iltica meselesinde gerçekler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZÇÖZÜM SÜRECİ KOMİSYON VE EKMEN 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTZohran Mamdani Türkiye’de neye denk düşer? 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİKeşke… 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMenzile doğru bir adım daha 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (3) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMAN‘Parlak gelecek’ ve sol gelecek... 12.10.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğluİnsanların devletlerle savaşı 9.10.2025 Tüm Yazıları








































































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
10.03.2025
8.03.2025
8.03.2025
6.03.2025
10.02.2025
29.01.2025
25.01.2025
16.01.2025
24.12.2024
20.11.2024