Alper GÖRMÜŞ
2003-2004’teki darbe girişimleri döneminde Genelkurmay Başkanı olan Hilmi Özkök ile aynı dönemde Kara Kuvvetleri Komutanı olan Aytaç Yalman arasında Hürriyet’in sürmanşetleri üzerinden yürüyen söz düellosu çok önemli... Çünkü bu düello, Hilmi Özkök’ün döneme ilişkin tanıklığından tedirgin olan eski “silah arkadaşları”nın, ona karşı kullanmak üzere eteklerinde hangi taşları hazır tuttukları konusunda önemli ipuçları içeriyor.
Özkök’ün, 3 Aralık 2003 tarihli toplantıda “muhtıra”yı Aytaç Yalman’ın telaffuz ettiğini açıklamasının ardından 4 ağustosta Yalman Hürriyet’ten Tufan Türenç’e bir demeç verdi ve Özkök’ün söylediklerini cevapladı.
Yalman, toplantıda “muhtıra” sözcüğünü telaffuz ettiğini hatırlamadığını söyledi.
Bundan bir gün sonra (5 ağustos) bu defa Hilmi Özkök, yine Hürriyet’in sürmanşetinde Metehan Demir’in konuğuydu. Özkök, “Bazı şeyler unutulmaz” diyordu Yalman’a cevabında:
“Öyle şeyler vardır ki, insan unutamaz ve hatırlamak zorundadır. Mesela ben bunları gayet net hatırlıyorum. Zaten emin olmasam bunları söylemezdim.”
Yalman, 14 ocaktaki muhtıra-brifingi işaret ediyor
Tekrar Yalman’a ve Hürriyet’in 4 ağustos tarihli haberine dönelim...
Hürriyet’in haber için seçtiği sürmanşet cümlesi önemli: “Rahatsızlığı Başbakan’a ilettik...”
Önemli, çünkü ortada bütün hararetiyle “Yalman ‘muhtıra’ sözcüğünü telaffuz etti mi, etmedi mi” tartışması varken, haberin başlığı “muhtıra tartışması”ndan değil de Yalman’ın dikkat çektiği 14 Ocak 2004 toplantısından çıkarılmıştı. Gazetenin bu tercihinde Yalman’ın imalarının ya da vurgularının (da) rol oynadığını sanırım düşünebiliriz.
Böylece Yalman “savunma”dan çıkıp “hücum”a geçmiş oluyordu.
Neden böyle düşündüğümü arz edeceğim, fakat ondan önce Yalman’ın sözlerine odaklanalım:
“Toplantıda kıdem sırasına göre en son ben konuştum. (...) Daha sonra hatırladığım kadarıyla burada ifade edilen hususların yetkili makamlara aktarılmasının uygun olacağını belirterek görüşümü ifade ettim. Nitekim sözkonusu toplantıdan Sonra Genelkurmay Karargâhı’nda konu ile ilgili hazırlık yapıldı. Yanılmıyorsam 19 ocak tarihinde Başbakan, Milli Savunma Bakanı ve Kuvvet Komutanları’nın katıldığı bu toplantıda 3 Aralık 2003 günü ifade edilen hususlar istikametinde bir brifing verildi. Bu brifing Genelkurmay Başkanı adına Genelkurmay 2. Başkanı tarafından verildi.”
Hakikati söyleyip bizi yakarsan...
14 Ocak 2004 toplantısına bu işaret ve dikkat çekme, Özkök’ün tanıklığı karşısında zor duruma düşen 2003-2004’teki “silah arkadaşları”nın ona karşı eteklerinde bulundurdukları taşın adını koymamıza yardımcı olacak bir niteliğe sahip...
Böylece anlıyoruz ki, Özkök’ün de anlatımıyla ortaya çıkan o dönemdeki “beyin fırtınaları” gündeme getirilecek ve onlara Özkök’ün de katıldığı hatırlatılacak... Böylece, “hakikati söyleyip bizi yakarsan, biz de senin bizimle birlikte yasal olarak suç teşkil edebilecek toplantılara katıldığını” hatırlatırız denecek...
Hatırlayalım, Özkök’ün “beyin fırtınasıydı” diyerek teyit ettiği 3 Aralık 2003 toplantısında kimin ne dediği aktarıldıktan sonra Özden Örnek şu notu düşmüştü günlüğüne:
“Görüntüye rağmen direnmekte devam ediyor. Ama artık çok geç. Zira yasal olarak, böyle bir toplantı yapmakla kendisi de geri dönemeyecek bir yola girdi.”
Bence, buradaki Özkök’e yönelik tehditle, Aytaç Yalman’ın, 14 Ocak 2004 toplantısının Hilmi Özkök’ün uhdesinde gerçekleşmiş olmasına işaret eden demecindeki tehdit aynı soydan...
Gerçekten de sadece Kuvvet Komutanları, Genelkurmay İkinci Başkanı, Milli Savunma Bakanı ve Başbakan’ın katıldığı bu sekiz kişilik toplantının, askerlerin hadlerini aşması ve siyasete müdahale etmesi hususunda 3 Aralık 2003 toplantısından aşağı kalır bir yanı yoktu.
Başbakan’ın açıkça “bizi müdahaleye zorlamayın” diye uyarıldığı, İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin hatırlatıldığı, “değiştim diyorsunuz ama bunu bize ispatlamalısınız” diye sigaya çekilmeye çalışıldığı bir toplantıydı bu. (Bu toplantının ayrıntılarının kısa versiyonu için Taraf’taki 16 Aralık 2011 tarihli yazıma; uzun versiyonu için de İmaj ve Hakikat adlı kitabımın 220-233. sayfalarına bakılabilir.)
Özetle: Önümüzdeki dönemde Hilmi Özkök’e, işte bu türden “beyin fırtınaları” hatırlatılacak...
Kanımca Özkök bunu öngörmüştü ve tanıklığı sırasında “beyin fırtınası” ile “teklif” arasında ayrım yaparken, hukuk karşısında sadece arkadaşlarının değil kendisinin hukuki pozisyonunu da hesaba katmaktaydı.
(Değerlendirmenize yardımcı olacak küçük bir bilgi notu: Günlükler’in 3 Aralık 2003 tarihli bölümünde, Aytaç Yalman’ın “burada ifade edilen hususların yetkili makamlara aktarılması” yönünde bir görüş öne sürdüğüne dair bir ibare yok.)
***
Bir kez daha Özkök’vari tanıklık üstüne
Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün, dönemindeki (2002-2006) darbe girişimi iddialarıyla ilgili olarak benimsediği tanıklık anlayışını “kamuoyu önündeki tanıklığı” ve “yargı önündeki tanıklığı” olarak iki ayrı bölümde ele almak gerekiyor.
Özkök’ün yargı öncesi dönemdeki tanıklık anlayışının üç temel parametresinin olduğunu düşünüyorum:
Birincisi: Sırf hükümete ve demokratik teamüllere bağlı kaldığı için ona hayatı dar eden “silah arkadaşları”nın o dönemdeki darbeci eğilimlerini ve faaliyetlerini “re’sen” fâş etmeyi uygun bulmadı. Aksi takdirde “arkadaşlarına hevesle ihanet etmekle” suçlanmaktan çekindi.
İkincisi: “Silah arkadaşları”nın darbeci eğilimlerine ve faaliyetlerine şahitlik ettiği hâlde, onları koruma adına “hayır, böyle şeyler kesinlikle olmamıştır” demeyi de uygun bulmadı. Böyle yaparsa hakikate ihanet edeceğini düşündü.
Özkök, bu tavrını kamuoyuna beş yıldır “doğrulamam da yalanlamam da” formülüyle anlatmaya, içinde bulunduğu zorluğu bu şekilde aşmaya çalışıyor.
Üçüncüsü: Hilmi Özkök, bu dönem boyunca, eğer mahkeme tanıklığına başvurursa, bildiği her şeyi anlatacağını da her zaman söyledi.
Bu noktada, basının bir bölümünün “bildiklerini kamuoyu önünde anlatması” yönünde Özkök üzerinde baskı uygulamasının üzerinde durmalıyız.
Bu, öyle, o dönemin hakikatini arayan bir gazeteciliğin samimi zorlaması değildi... Özkök’ün kamuoyu önünde daha fazlasını söylemeyeceğini bildikleri için, “darbe girişimi olduysa bunu açıkça söyle” baskısıyla, “doğrulamam da yalanlamam da” cümlesindeki örtülü ikrarın etkisini azaltmak amacıyla yaptılar bunu. Öyle ya, o dönemde böyle şeyler olmamış olsaydı, dönemin Genelkurmay Başkanı’nın tepkisi böyle mi olurdu? Gürül gürül bir sesle her şeyi açık ve net bir biçimde yalanlamaz mıydı?
Yargı önünde tanıklığı
Hilmi Özkök, yargı önünde iki aşamada ifade verdi: Önce 27 Nisan 2009’da İzmir’de Ergenekon savcıları Zekeriya Öz ve Fikret Seçen’e... Ardından da 2 ve 3 Ağustos 2012’de 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin önünde...
Özkök savcılık ifadesinde tanıklık tarzının incelikleri yeteri kadar anlaşılamadığı ve hesaba katılamadığı için “bildiklerini” dahi anlatamadı, söylemek istediklerini dahi söyleyemedi.
Çünkü Özkök “bildiklerini” sadece o yönde soru gelirse ve soru doğru kelimelerle formüle edilmişse anlatan bir tanıktı, benimsediği tarz öyleydi. Aksi takdirde kendisini savcıları yönlendirmiş gibi hissediyordu.
Bu çerçevede, Darbe Günlükleri’nin en önemli bölümü olan 3 Aralık 2003’teki toplantıya dair savcılık ve mahkeme önündeki tanıklığının nasıl farklı sonuçlar ürettiğine bakmak yeterli olacaktır.
Özkök, 25 Nisan 2009’daki savcılık ifadesinde açık bir şekilde “3 Aralık 2003 toplantısında muhtıra teklifi gelmedi” demiş, bu da böylece ikinci Ergenekon iddianamesine girmişti.
Oysa mahkeme tanıklığında, hepimiz biliyoruz, 3 Aralık 2003 toplantısında “muhtıra” görüşünün dile getirildiğini söyledi. Öyle oldu, çünkü bu defa soru doğru kelimelerle dile getirilmişti.
Ben, 20 temmuzdaki mahkeme tanıklığımı anlattığım yazıda (ki Özkök henüz tanıklığa çağrılmamıştı) bunu öngörmüştüm... O yazı şu cümleyle bitiyordu:
“Şunu güvenle söyleyebilirim: Mahkeme Hilmi Özkök’ü tanıklığa çağırır da ona ‘3 aralık toplantısında muhtıra verme yönünde görüş bildirildi mi’ diye sorarsa, bu defa ‘evet’ cevabı alacaktır.”
Özkök, Balyoz davasında da tanıklığa çağrılacak mı?
Büyük bir ihtimalle, evet.
Bu durumda, dönemin hakikatinin ne olduğunu ortaya çıkarmak için, hâkimlerin, karşılarında nev-i şahsına münhasır bir tanık olacağını hesaba katmaları şart.
İşleri o kadar da zor değil ama: Çünkü bu tanıklık tarzının şifreleri artık önemli ölçüde çözülmüş bulunuyor.
Yazarlar
-
Akif BEKİVicdansız senenin kelimesi dijital vicdanmış 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKErken Cumhuriyet dönemi eleştirileri: Revizyonizm mi, Türk usülü “woke” mu? 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünGemini’ye göre 2026’da Türkiye… 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURHavf ve reca arasında yeni bir yıla... 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA2026’ya Girerken; Barış, Demokratik Toplum ve Enternasyonal Özgürlük Yürüyüşü... 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEBölücüler ve Ülkücüler 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ocaktan2026’da deliler çağına karşı bir umut ışığı yanar mı? 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciOkudukça yoksullaşan bir ülkeyiz 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolKara bir yıl 2025 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZTürkiye’ye özgü sürecin muhasebesi 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNAfrika Boynuzu’ndaki oyun: İsrail kime şah çekti? 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENNasıl anılmak isterdiniz? 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBarış Akademisyenleri'nin göreve iadesine istinaf engeli: Daire, Danıştay kararına direndi 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUÇözüm için mücadele demokrasi için mücadeledir 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORU2026: Beklentiler, beklentiler… 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞUlus devlet, milli egemenlik, çevre, insan hakları, uyuşturucu ve Venezuela 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRTürkiye'de davaların portresine kısa bir bakış: Hâlâ en güçlü ortak talep neden adalet? 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRUyuşturucu dosyasındaki sürpriz isim! "Cumhurbaşkanımızın tensipleri ile…" 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçLeyla Zana ve Gözde Şeker ne yaptı? 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİktidar medyası infilak etti 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞYENİ YILDA DA KURU EKMEK BİZİ BEKLİYOR… 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇER23 yılın en kötüsü 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBir fotoğraf karesinden çok daha ötesi... 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇALRTÜK ve basın özgürlüğüne geçit yok… 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRAN11. YARGI PAKETİ, YENİ ADALETSİZLİK VE EŞİTSİZLİKLER YARATTI 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENRaporların Gösterdiği 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN2025 giderken 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraYılın Kelimesi 27.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İlhanKararsızlığın Erdemi: Kesinliğin Gölgesinde Düşünmek 27.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUÜlke siyasetin neresinde, hangi evresinde? 27.12.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuSuriye, güvenlik ve 15 milyon bağımlı… 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTİslamcılık Öldü mü? 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalSovyetler ve Bookchin 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTAN100 Bin Dolar Kazanan “Yeni Yoksul” Mu? 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yetvart DANZİKYANLeyla Zana vakası bir gösterge. Ama neyin? 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa Karaalioğlu‘Entegre strateji’ varsa, niye tek yönünü görüyoruz? 25.12.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanKomisyonda uzlaşma çıkmazsa süreç yine de ilerler mi? 24.12.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilGüvenlikten kimliğe, inkârdan yurttaşlığa 24.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİSekülerleşme sorunu veya Müslümanlar nasıl modernleşecek? 23.12.2025 Tüm Yazıları








































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
21.07.2025
14.07.2025
23.06.2025
19.06.2025
17.06.2025
8.06.2025
1.06.2025
11.05.2025
8.05.2025
4.05.2025