Halil BERKTAY
[6 Haziran 2020] Geçenlerde (1a) Atatürk’ün yanılgısı’nı yazmış (14 Mayıs), sonra (1b) Dokuz yıl önce de yazmışım’ı eklemiştim. Gene öyle oldu. Bir internet sohbeti sonucu bu troller konusuna girdim. Nâzım’dan alıntı yaptım. Ne güzel, bunu hiç bilmiyorduk dendi. Ama ben bunu daha önce de yazdım… kabilinden bir kıprtı oldu zihnimde. Aradım, baktım. Evet. Konu gene iktidar, intisap, çevre, biat, en yakın halka, sonra kaybedenler ve tasfiyeler. Üzerinden sadece 1 yıl 5 ay 13 gün geçmiş. Orijinal başlığı, başlık resimleri ve spot’uyla aynen yayınlıyorum.
———————————————————————————————————————
Haydarpaşa Garı’nın büfesinde bahar;
Nuri Cemil’lerin gönlünde kaç aslan yatar?
Fakat bir dönemin galipleri ez kaza mağluplara dönüşürse… Objektif gerçekler gibi sübjektif değerlendirmeler de altüst olacak. O zaman tarihçiler, düşen veya modası geçene de, onunla birlikte çıkan ve inen ikincil aktörlere de özel bir ilgiyle eğilecek. Bir zamanlar yazılması mümkün olmayan, cesaret edilemeyen şeyler yazılır olacak.
[22-23 Aralık 2018] Benim için en zoru başlamak. İlk cümleyi bulabilirsem, gerisi geliyor bir şekilde. Bir Cumartesi sabahı, Carl Schmitt kadar ünlü olmayan diğer Nazi hukukçularına, teori değil daha çok uygulama adamı olan Otto Thierack ve Roland Freisler gibi ahlâksız, salt emir kulu yargıçlara nasıl bir giriş yapabileceğimi düşünürken, birkaç mısranın çağrısıyla Nâzım’a dönüyorum. O da beni tuhaf yerlere götürüyor.
* * *
Liderler, çevreler, yükselişler. Belki bütün rejimlerin ortak öyküsü. En üst kademede, geleceğin “büyük adam”ları olmaya adaylar arasından kim, karargâhını, özel maiyetini, iktidarının en güvenilir iç halkasını nerelerden devşirecek? Madalyonun diğer yüzünde, bir aşağısındaki müstakbel yardakçılar kademesinden kim, şu veya bu fırsatı herkesten daha erken sezecek; hangi yükselen yıldızın eteğine yapışacak ve onunla tırmanmayı deneyecek? Tabii aslında, böyle bir dizi rakip ve ekip olabilir, yeterince gerilere gittiğimizde. Ama bir ân gelecek; tarih kaybeden, korkup (mümkünse) yarıştan çekilen, ya da vurulup yol kenarına düşenleri değil, daha çok kazananları dillendirecek. Lâkin bu da mutlak değil. Bir dönemin galipleri ez kaza mağluplara dönüşürse… Objektif gerçekler gibi sübjektif değerlendirmeler de altüst olacak. O zaman tarihçiler, düşen veya modası geçene de, onunla birlikte çıkan ve inen ikincil aktörlere de özel bir ilgiyle eğilecek. Bir zamanlar yazılması mümkün olmayan, cesaret edilemeyen şeyler yazılır olacak.
Bu serüvenin hem biraz mükerrer, döngüsel bir yanı var, hem de koşullar değiştikçe çağdan çağa yenilenen bir boyutu. Görece uzak geçmişin hanedan devletlerinde farklı; 19. yüzyıldan bu yana gelişen parlamenter demokrasilerde farklı; güzel ve korkunç çağımızın diktatörlüklerinde gene farklı cereyan eder. Yüzyıllar boyu, bir tarafta veliaht prens ve şehzadelerin — belki geleceğin kral veya sultanlarının — işi de zor gerçekten. O daracık saray çevreleri ve oldukça kapalı hayatları içinde, kimi tanıyabilir, kime itimad edebilirler? Diğer tarafta, olası bütün kurmaylar, danışmanlar, emir subayları, yüksek ulema veya kilise mensupları, bürokrasinin alt kademeleri, ya da avam halkın saflarından fışkıran yetenekli oportünistler içinden, hükümdara giden yolu binbir kaza ve tesadüf sonucu kimler bulup “kapısı halkı”na intisap edebilir? Her nasılsa oluşuyor, böyle buluşmalar. Fakat daima kırılgan ve tehlikeli. Çünkü “O” size güvenebilir (veya güveniyor gibi yapabilir) ama siz, aşağıdan gelenler, ne kadar önünde diz çöker ve biat ederseniz edin, asla yüzde yüz güvenemezsiniz, mutlak iktidarın mutlak surette yozlaştırdıklarına.
Doğudan ve Batıdan birkaç örnek. (a) 12. yüzyılda küçük soylu ve mülk sahiplerinin saflarından gelen Thomas Becket diye birinin yeteneği, İngiltere kralı II. Henry’nin dikkatini çekiyor. Kral bu işbilir genci maliyesini çekip çevirsin diye önce şansölyesi yapıyor. Becket kralın dostluğunu da kazanıyor. Sonra Canterbury başpiskoposluğuna atanıyor. Derken kral ile kilise arasındaki mücadelede kilisenin imtiyazları ve dokunulmazlığı konusunda direnince, ipler kopuyor. Arkadaşlık filân kalmıyor. Becket 1164’te Fransa’ya kaçıp ancak 1170’te dönüyor. Sulh olmuş gibiler. Ama daha dönerken dahi üç kral taraftarını aforoz etme kararı, o sırada Normandiya’da bulunan II. Henry’yi o kadar öfkelendiriyor ki, rivayete göre, kendini tutamayıp herkesin önünde “Yok mu beni bu kavgacı papazdan kurtaracak?” (Will no one rid me of this turbulent priest?) cümlesini sarfediyor. Doğrudan emretmiyor gerçi. Ama vaziyetten vazife çıkaran dört şövalye derhal atlayıp Calais’den gemiyle Manş’ı geçerek Canterbury’ye koşturuyor ve katedralinde dua ederken yakaladıkları Becket’ı oracıkta kılıçlarıyla doğrayıveriyor.
(b) 16. yüzyılda gene İngiltere kralı VIII. Henry ile Thomas More’un ilişkisi de benzer bir seyir izliyor. Oxford “medrese”sinde çok sıkı bir Klasikler öğrenimi gören More, saray çevrelerinde hızla yükseliyor, krala çok yaklaşıyor, güvenini kazanıyor, Becket gibi o da şansölyeliğe getiriliyor (yeni adıyla Lord Yüksek Şansölye oluyor). Protestanlığa şiddetle karşı; 1529-32 arasında görevdeyken bu “sapkın”ları olabildiğince ezmeye kalkıyor, “heretik” kitap satanlar dahi diri diri yakılabiliyor. Bir yere kadar, kralın desteği hep arkasında. Ancak VIII. Henry’nin Papalık otoritesinden kopma kararlılığı yüzünden araları hızla açılıyor. Thomas More, Henry’nin Aragon prensesi Catherine’i boşamasını da, Anne Boleyn’le evlenmesini de onaylamayı reddediyor. Anne Boleyn’in İngiltere Kraliçesi olarak taç giyme törenine katılmıyor. Kralın yeni ve Roma’dan bağımsız İngiltere (Anglikan) Kilisesinin başı olduğu anlamına gelen Kralın Üstünlüğü Yemini’ni (Oath of Supremacy) de etmiyor. Sonunda, o sırada kralın danışmanları arasında öne çıkmış bulunan Thomas Cromwell’in icat ve imal ettiği sahte deliller temelinde krala hıyanetle suçlanıyor. 6 Temmuz 1535’te kafası kesilmek suretiyle idam ediliyor.
(c) Gene VIII. Henry’nin önce yanına aldığı, sonra ezdiği kurbanlarından biri de, şimdi sözünü ettiğim Thomas Cromwell’in ta kendisi. Tamamen halktan gelme biri. Genç yaşta evden kaçıyor. Fransa, İtalya ve Hollanda’da serseri geziyor. Paralı askerlik yapıyor. Bankacılık ve ticaret işlerine giriyor. Bir yığın dil öğreniyor. İngiltere’ye dönüyor ve iş hayatında yükseliyor. Avukat oluyor. Parlamentoya giriyor. Kardinal ve Lord Şansölye Thomas Wolsey’e “kapı”lanıyor. Tırmanıyor da tırmanıyor. Kralcı ve Protestan; Papalık savunucularına toptan karşı. Çok da iyi bir örgütçü ve entrikacı. Efendilerinin istediği her şeye bir kılıf bulabiliyor. Tam VIII. Henry’nin aradığı adam. Şansölyelikte Wolsey’i Thomas More, (düşüşü ve idamına önayak olduğu) More’u da kısa bir aradan sonra Cromwell izliyor. VIII. Henry’nin Aragonlu Catherine’le evliliğinin iptalinde, dolayısıyla Anne Boleyn’le evlenebilmesinde, derken Anne Boleyn’in de gözden düşürülmesinde, idamında ve kralın bu sefer Jane Seymour ile evlenebilmesinde başrolü oynuyor. Bol bol ödüllendiriliyor; sırasıyla Baş Danışman (Chief Councillor), Birinci Sekreter (First Secretary), Mühürdar (Lord Privy Seal) ve Baş Mabeyinci (Lord Chamberlain) oluyor. Asalet ünvanları alıyor (Wimbledon Baronu, Essex Earlü). Derken şansı dönüyor. Jane’in ölümünden sonra kralı tek bir Holbein tablosu gösterip beğendirerek evlendirdiği Cleves prensesi Anne’den, yüzyüze geldiklerinde VIII. Henry hiç hazzetmiyor. O kadar ki, nikâh kıyıldıktan sonra kocalık görevini dahi ifa etmeyecek. Aynı zamanda, Anglikan Kilisesi’nin doktrin açısından Protestanlaştırılmasında Cromwell’in fazla ileri gittiğini düşünmeye başlıyor. Belki de sadece o kadar yükselmiş ve güç toplamış olması göze batıyor Thomas Cromwell’in. Tutuklanıyor ve Londra Kalesi’ne (Tower of London) kapatılıyor. Başkaları hakkında o kadar ustaca düzenlemiş olduğu uyduruk suçlamalar şimdi kendisine yöneltiliyor. Bütün ünvanları alınıyor ve (artık aslına rücu ettiği, avam halktan olduğu gerekçesiyle) soylular meclisince yargılanmaksızın 28 Temmuz 1540’ta, Thomas More’dan 5 yıl 20 gün sonra ve aynı noktada, kafası baltayla kesilmek suretiyle idam ediliyor.
(d) Bir hanedan devleti olarak Osmanlılarda da, çok farklı olmayan süreçler söz konusu. Kabaca 14. yüzyıl ortalarından 1600 dolaylarına kadar olan dönemde, şehzadeler için sancağa çıkma usulü var. Amasya ve Manisa, şehzade sancakları olarak biliniyor. 10-12 yaşına gelen şehzadeler, lala denen hoca veya danışmanlarının nezaretinde, bu iki sancaktan birine gönderiliyor. Etraflarında küçük bir divan kuruluyor. Yönetmeyi bu suretle öğrenmeleri bekleniyor. İlk yakınlık ve sadakat bağları da bu aşamada oluşuyor. Alevîlikten gelen bir deyimle, musahipler (kelime anlamıyla sohbet arkadaşları) peydahlıyorlar. (e) Böylece her birinin etrafında, kaderi şehzadenin kaderine bağlı olan bir grup şekilleniyor. Hanedan içinde bir hizip de diyebiliriz. Öte yandan payitahtta da çeşitli entrikalar dönmekte. Bursa veya Edirne veya İstanbul — sancaktakilerin oralarda da taraftarları, casusları, koruyucuları var. Rakip fraksiyonlar kendi mevzilerini güçlendirmeye çalışıyor. Padişah öldüğünde müthiş bir yarış başlayacak. Saraya ilk kim varacak? Divan, rical ve yeniçeriler kime biat edecek? Bölüşüp paylaşmak asla söz konusu değil. Tam bir “sıfır toplam” (zero sum), 1/0 oyunu; kazananın herşeyi alacağı amansız ve insafsız bir mücadele. Yenilen okkanın altına gidiyor. Tahta çıkanın ise, bütün ekibi onunla birlikte yükseliyor. Gençliğinde maiyetine girenleri, her şey yolunda giderse, sırasıyla silâhtarlık, hasodabaşılık, beylerbeyliği, vezirlik… ve belki damatlık dahil başvezirlik bekliyor.
(f) Ne ki, Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da, hiç güvenmeye gelmiyor hükümdara. Tersine, ikbal hem herkesin rüyası, hem de alabildiğine tehlikeli. Üstelik yükseldikçe ve iç halkaya dahil oldukça, cazibesiyle birlikte tehlikesi de artmaya devam ediyor. Göze girmek ile göze batmak, aynı madalyonun iki yüzü. Ve ilginçtir; iktidar merkezinden çok uzaklardaysan dikkati üzerine çekmeyebiliyorsun da, sultana ne kadar yakınsan göze batma ihtimali o kadar büyüyor. Tersten söyleyecek olursak, ister “mutlakiyet” ister “istibdad” gücü (Clive Ponting’in de altını çizdiği gibi) sadece saray ve yakın çevresinde geçerli. İmparatorların asıl bu iç âlemde astığı astık, kestiği kestik. Nitekim daha aşağı kademelerin (beylerbeylerinin, sancakbeylerinin, ya da merkez bürokrasisi mensuplarının) cellâda verilme frekansı o kadar yüksek değil. Buna karşılık 1453’te Çandarlı Halil Paşa’dan 1821’de Benderli Ali Paşa’ya kadar kırk dört sadrazam, kendilerini o mevkie getiren, bazen yirmi dört yıl bazen dokuz gün hizmet ettikleri padişahın emriyle katlediliyor. (g) Özellikle iki Damat İbrahim’in başına gelenler, bu açıdan çok çarpıcı. Pargalı İbrahim, Frenk İbrahim veya Makbul İbrahim Paşa olarak da biliniyor. 1493’te bugünkü Yunanistan’da, Parga yakınlarında doğuyor. Küçük yaşta devşiriliyor. Enderunda eğitiliyor. Anlaşılan Manisa sarayına yollanıyor. Zira Şehzade Süleyman’ın Manisa sancakbeyliği sırasında, geleceğin Kanunî’sinin hizmetine giriyor. VIII. Henry, Thomas More ve Thomas Cromwell’in tam anlamıyla çağdaşı. Yukarıda sözünü ettiğim terfi basamaklarını hızla atlayıp, daha otuz yaşındayken veziriâzam oluyor. On üç yıl süreyle dorukta (1523-1536). Üstelik 1524’te padişahın kızkardeşi Hatice Sultan ile de evlenmiş. Ama bütün bunlar, (Thomas More’un kafasının kesilmesinden bir yıl sonra) 1536’da (öyle mahkeme filân da yok) sultanın tek bir sözüyle boğdurulmasını engellemiyor. Ardından “Makbul İbrahim Paşa, oldu Maktul İbrahim Paşa” gibi, Osmanlıcanın alta bir noktalı b’si ve üste bir noktalı t’sinin iyice keskinleştirdiği kelime oyunları sökün ediyor.
(h) İki yüz küsur yıl sonra, sıra Nevşehirli İbrahim’de. Saraya dışarıdan intisap edenlerden. Önce helvacı ocağına giriyor, sonra teberdarlara (zülüflü baltacılara) katılıyor. Şehzade Ahmed’in hizmetine giriyor. Farkediliyor. Efendisi tahta çıkıp III. Ahmed olunca, İbrahim de hızla tırmanmaya başlıyor. O sırada veziriâzam, sultanın silâhtarlığından gelen bir başka damat: Ali Paşa. 1715-1718’de Avusturya ile savaş patlak veriyor. Silâhtar Ali Paşa 1715 Mora seferine çıkarken İbrahim’i mevkufatçı yapıp yanına alıyor. 1716 Petervaradin kuşatmasında da bulunuyor. İstanbul’a haberci gönderildiğinde, III. Ahmed artık geri yollamayıp yanında alıkoyuyor. Önce birinci ruznâmeci, ardından sadaret kaymakamı tâyin ediyor. Ali Paşa 1717’de şehit oluyor (ve bu yüzden, Silâhtar ve Damat sıfatlarının yanısıra, Şehit Ali Paşa olarak da anılmaya başlıyor). III.Ahmed’in sevgili kızı Fatma Sultan ise küçük yaşta dul kalmış. Hemen İbrahim’e veriliyor. Ve Damat İbrahim Paşa, 1718’de sadrazam da oluyor. Hepsi üç yıl içinde. Sonra on üç yıl boyunca devleti o yönetiyor. Osmanlıyı felâketli savaş ve muhtemel yenilgilerden uzak tutuyor. Bir ilk modernleşme hamlesini başlatıyor. Bu arada, doğduğu Muşkara köyünü de büyütüp Nevşehir adını veriyor (Nevşehirli sıfatı buradan gelme). Bir yığın yeniliğe imza atıyor. Sultanın gerçekten arkadaşı ve sırdaşı (gibi). Günde birkaç kez mektuplaştıkları oluyor. Fakat Patrona Halil isyanı patlak verdiğinde, III. Ahmed kendisini kurtarmak için Nevşehirli’yi kellesini isteyen âsîlere kolayca teslim ediveriyor.
* * *
Tabii, 19. yüzyıldan itibaren gelişen hukuk devletleri ve demokrasilerde bu kadar sert ve kesin yürümüyor işler. Çok daha yavaş, yumuşak ve tedricî. İnsanlar yıldırım hızıyla yükselip gene yıldırım hızıyla düşmüyor. Kamusal alan gerek bireysel, gerek örgütsel düzeyde rekabete açılmış. Siyasal partiler sahnede. Herşey medyanın gözü önünde. Genç politikacılar belki yerel örgüt ve yönetimlerden başlayarak tecrübe kazanıyor; (vazgeçip terketmezlerse) adım adım yükselerek lider adayları arasına giriyor. Çevreleri veya ekipleri mutlak değil; aralarındaki ilişki despotik değil. İttifaklar kuruluyor ve çözülüyor. Hiyerarşiler var, ama çok daha medenî. Kimse kimseyi tekme tokat kapı dışarı etmiyor. Dahası, zaferler de geçici, yenilgiler de. Kimse iktidara ömür boyu kazık çakamıyor. Değişmez Führer, “organik lider” diye bir şey yok. Uydurma. Efsane. En başarılı liderler dahi halkın güvenini ilânihaye elinde tutamıyor. Seçimler kâh kazanılıyor, kâh kaybediliyor. Azınlıkta kalan muhalefete geçiyor. İstifa da mümkün, emeklilik de. Hayatın sonu değil. Demokrasi içinde, “saltanat krizleri” zuhur etmiyor. Barışçı değişim süreçleri işliyor. Arka sıradakiler zaman içinde ön saflara ilerleyip boşlukları doldurabiliyor.
Demokrasinin gelişme ve derinleşmesine tepki olarak, 20. yüzyılda türeyen diktatörlük ve totalitarizmler ise bunun tam zıddı. İşte, İlkçağ, Ortaçağ ve Yeniçağın hanedan devletlerini hatırlatan uygulamalar bu rejimlerde tekrar zuhur ediyor. Hukuk ve demokrasi için gerekli denge ve frenlerin hiçbiri kalmamış. Osmanlı tarihi nasıl (Osman, Orhan, I. Murad, I. Bayezid, Çelebi Mehmed, II. Murad, II. Mehmed vb) padişahların saltanatları ile ölçülürse, Sovyet tarihi de aynen öyle, hiçbir hükmü olmayan seçimlerle değil, parti genel sekreterlerinin iktidarları üzerinden tasnif ediliyor: Lenin dönemi (1917-22/24), Stalin dönemi (1922/24-53), Kruşçev dönemi (1953-64), Brejnev dönemi (1964-83), Andropov dönemi (1983-84), Çernenko dönemi (1984-85), Gorbaçov dönemi (1985-91). İktidar çevresine giriş çıkış da şiddet dolu. Apparat adamları tepeden paraşütle indiriliyor ve aynı hızla uçuruma itiliyor. Stalin, gizli polisinin başına getirdiği Yagoda ve Yezhov’ları salıyor, Eski Bolşevikler dahil şüphelendiği herkesin üzerine. Sonra yeri gelince, VIII. Henry’nin Thomas Cromwell’e yaptığı gibi o da, suyunu çıkardığı Yagoda (1938) ve Yezhov’u (1940) peşpeşe, tamı tamına aynı suçlamalarla ölüme gönderiyor.
Nazizmin iktidarı çok daha kısa ömürlü: 1933-1945. Bu on üç yılda herşey Sovyetlerden de daha keskin ve radikal biçimlere bürünüyor. Sovyet rejimi son tahlilde bir parti diktatörlüğü. Stalin dahil bütün liderler meşruiyetlerini Komünist Partisi’nden, SBKP’den alıyor. Yani meselâ Stalin’in partiyi feshetmesi ve ben yeni bir parti kuruyorum demesi mümkün değil. Buna karşılık Hitler’in NSDAP ile ilişkisinde bu pekâlâ mümkün. Çünkü Führerprinzip yüzde yüz geçerli. Nazizm parti diktatörlüğü bile değil; insanlık tarihinin görüp bildiği en mutlak kişi diktatörlüğü. Hitler’in varlığıyla kaim. Hitler de hem yürütme, hem yasama (tek başına kanun koyma yetkisi var), hem yargı (tek başına karar verme veya bütün mahkeme kararlarını değiştirme yetkisi de Reichstag’dan çıkarılan bir kanunla tanınmış). Fiiliyatta da, en yakınları dahil tek tek her Nazi ve her Alman vatandaşının kaderi, Hitler’in iki dudağının ucunda. 1934’e kadar en sadık adamı, SA’ların başındaki Ernst Roehm. Ama Alman ordusu ve bürokrasisinin güvenini kazanıp son bir darbe ihtimalini bertaraf etmek uğruna, Roehm’ü bile feda etmekten çekinmiyor. Uzun Bıçaklar Gecesi’nde (30 Haziran – 1/2 Temmuz 1934), SS’lerin ve Gestapo’nun başında, bizzat baskına gidiyor.
1918-1939 arası, daha nice anti-demokrasi örneklerine tanık.Türkiye’nin Tek Parti dönemi de bunlardan biri. Nazizm veya Marksizm-Leninizm gibi sert çekirdekli bir teorisi yok. Dolayısıyla doktriner bir otoritarizm değil. Daha pragmatik ve geçirgen. Ama 1925-27’nin İstiklâl Mahkemeleri’nin, 1936-38’in Moskova Duruşmaları’ndan aşağı kalır yanı yok. Ve Ulu Önder “sofrası” ve ötesine benzer bir tahakküm, tersten söylersek benzer bir biat ve itaat hissi neşrediyor.
* * *
Peki, nasıl giriliyor o çevrelere? Diyelim ki “üç Ali”lerin simgelediği yargı ekibine, veya Vyshinsky’nin kurduğu savcılık mekanizmasına, veya Thierack ve Freisler’lerin “halk mahkemeleri”ne kim, nasıl intisap ediyor?
Başlangıçtaki bir avuç inanmış militan bir yana; çoğu insan açısından bir noktada “kartopu efekti”nin, yükselen ve karşı durulmaz gözüken bir güce bir an evvel yapışma duygusunun tâyin edici olduğu kanısındayım. Hitler ve Nazizm açısından, 1930’larda Nâzım bunu bizzat görmüş ve yaşamış. Bütün cevapların Sağda ve Aşırı Sağda arandığı bir dönem. “Yeni Düzen” diye bir şey çıkıyor. Kendini kapitalizmin ve liberal demokrasinin biricik alternatifi gibi sunuyor. Büyük bir dalga yaratıyor. Romanya’da “Demir Muhafızlar”ı gözleyen Ionesco’ya göre (kimbilir kaç kere yazdım) insanlar “çok güçlüler” diye diye gergedanlaşıyor. Türkiye’de, Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’nın (bundan böyle MİM) zaman çerçevesi 1941 yılı. Ülkesine ve dünyaya o pencereden bakıyor. 1942’de yazmaya devam etmediğini, en basiti, İkinci Dünya Savaşı anlatımlarının 1941 kışındaki Moskova Muharebesi’nin ötesine geçmemesinden anlıyoruz.
Geçelim. 1941 ilkbaharında iki tren kalkacak İstanbul’dan Ankara’ya. İlki her istasyona uğrayan, halk sınıflarıyla dolu kara tren. İkincisi, yemekli vagonunda büyüklerin yer aldığı ekspres (sürat katarı). MİM’in birinci kitabında daha çok ilki, ikinci kitabında daha çok ikincisi anlatılıyor. İmajlar da değişiyor birinden diğerine. Örneğin Birinci Kitap’ta, iki ayrı yerde Denizde balık kokusuyla / döşemelerde tahtakurularıyla gelir / Haydarpaşa Garı’nda bahar (Adam Yayınları edisyonunda, s. 12 ve s. 23). Ama İkinci Kitap’ta başka bir realiteye geçiyoruz: Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği / ve sarma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla gelir / Haydarpaşa Garı’nın büfesinde bahar (s. 113).
Buna rağmen, diyor Nâzım, Buna rağmen / Hasan Şevket / rakıyı bir tek dilim beyaz peynirle içiyordu (aynı yerde). Kimdir bu Hasan Şevket? Zamanın Bâbıâli’sinden, Cağaloğlu Yokuşu’nun “tutunamayan”larındandır; küçük, zavallı, dar gelirli, pek çok şeyi bilen ve anlayan, ama bir şey yapamamış, düzene göğüs gerememiş, inançlarını yaşayamamış bir basın emekçisidir. Belki bir meyhane sosyalistidir. Hayatı konusunda kendi kendisiyle halleşirken, oradan Nuri Cemil diye bir başka tip geçer ve ekspresin birinci mevki vagonlarından birine biner. Nuri Cemil de Cağaloğlu’ndandır, ama Hasan Şevket gibi o da çok mütevazi kökenlerden geldiği halde eski inançları pahasına yükselmeyi başarmıştır. (Erkan Koca ve Gürbüz Özaltınlı’nın son yazılarının getirdiği kavramsal çerçeve içinde, “kötü olmaktan korkmadığı için” demek daha doğru olabilir.) Her halükârda, anlıyoruz ki Nuri Cemil işi Faşizm ve Nazizm taraftarlığına kadar vardırmıştır. Hasan Şevket bakıyor ve şöyle mırıldanıyor kendi kendine:
Hitler’de benim affedemediğim şey: / satılabilmek imkânını verip Nuri Cemil gibilere / müthiş arzular yüklemesidir yüreklerine onların.
* * *
Kabul edelim ki çok derin bir üç satır. Günümüzde, çeşitli açılardan sorgulanabilir kuşkusuz. Yukarıda uzun uzadıya anlatmaya çalıştığım gibi, yalnız Hitler midir insanlarda ahlâksızca yükselme hırsını körükleyen? Zamandaşı Stalin’e ne demeli? Nâzım’ın kendisine ne demeli, 1950-63 arasında? Eski Bâbıâli tamamen öldü mü? Yoksa her çağ kendi gergedanlarını ve kendi Nuri Cemil’lerini mi yaratıyor?
Fakat işte Cumartesi (yani dün) sabah 11:00 sularında ekrana bakıp Nazi hukukçularının çıkış noktasını nasıl anlatsam diye düşünürken, aklımdan Nâzım’ın 1941’den 2018’e, neredeyse seksen yıllık bu mısraları geçiyordu.
Yazarlar
-
Ali BAYRAMOĞLUErdoğan’ın ötesi… 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞEntelektüel üretimin kaybı-Rejimin vesayeti-Siyasetin iflası 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraKaçıncı CHP? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluBüyük sorunları çözememe serisi bu kez bitecek mi? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRLaleli Çamaşırhanesi -3- Videoya çektiler: ‘Cırt’ sesi geldikçe bağırıyor! “Maşallah, Maşallah!..” 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRBu durumda AİHM yetkilileri de Trump’tan yardım istesin… 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldız ÖNENGüney Amerika’da büyüyen gölge 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin Sönmezİktidar politikası ters mi tepiyor, tersine mi işletiliyor? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİktidarın ağzındaki bakla!... 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUÖcalan’ın mektubu üzerine bazı gözlemler 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEABD, Suriye için neye karar verdi? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENKürt Sorunu 2.0’a Hazır mıyız? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇALEş Şara’dan yeni bir Esad çıkarmak mı? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERHarakiri Bütçesi 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİKandil’in polemikçisi şampanya sosyalistlerine karşı 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSeçime henüz vakit varken sandık hesabı 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezOrta sınıf nereye gitti? 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanAmerika çökmekte olan bir uygarlık mı? 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAKANBahis oynayan bakan kim?.. CASUS KİM?.. 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuCeylanpınar cinayeti… 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolAK Partili bir okurla sohbet 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZÖzel’in bütçe konuşmasında sürece dair mesajları 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENFeti Yıldız kime sesleniyor? 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇHakim sınıfın iki zümresi 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAJohn Holloway ; Abdullah Öcalan’ın Kuramı Devrim İhtimali Fikrini Yeniden Düşünülür Hale Getiriyor! 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciEn büyük tehlike NÜFUS yokluğu 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilTürkiye neden sanayileşemiyor: Sermayenin, güvenin ve kurumların zayıflığı öyküsü 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURSuriye bir kere daha çözümü bozabilir mi? 10.12.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTElveda Lenin ve Düzce Belediyesi… 10.12.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasSokak çeteleri devlet kurumlarına karşı 9.12.2025 Tüm Yazıları
-
Selva DemiralpHissedilemeyen büyümenin anatomisi 9.12.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalHay'at Tahrir el-Şam'ın Evrimi ve Suriye'nin Geleceği 9.12.2025 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞCHP programı halka ne vadediyor? Nasıl bir parlamenter sistem? 9.12.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞTahmin ediyordum, artık netleşiyor galiba (Transfermarkt, karapara) 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞAYM BAŞKANI AĞLIYORSA… 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanMüslüman dünyada yeni bir fıkhi yaklaşımın önü açılabilir mi? 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNStratejik illüzyon! 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayBağımlı finansallaşmanın anatomisi ve Türkiye’nin bitmeyen kırılganlığı 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEÇıkış yolu 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKKürt açılımı hangi barışı getirecek? Üç barış teorisi 7.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünMonroe Doktrini gibi bir Trump Doktrini… 7.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİTeostrateji yahut Din ve Dünya ilişkisinde kalibrasyon sorunu 7.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçTürk ve Kürt yalnızca seçmen değil aynı zamanda insan ve yurttaş 7.12.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKİmralı için CHP’yi sıkıştırmaya gerek var mı? 5.12.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRPOLEMİK SENDROMDA 4.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYTürkiye İçin Irak Peşmergeleri Sorun Olmuyor da Rojava neden Sorun! 4.12.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselIMF’in siyaseten can sıkıcı tavsiyeleri 3.12.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYOrta Doğu, Trump Amerika’sına Uyum Sağlıyor 3.12.2025 Tüm Yazıları
-
Zekeriya KurşunDağıstan Cumhuriyeti ve Ayna Gamzatova 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYŞu meşhur “İznik Konsili” 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKEve siyaset için dönüş öncesi bir mıntıka temizliği gerek 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSürecin “kritik eşikleri” 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRTürkiye siyasetinin hastalığı: İmralı tartışmasında serinkanlılık ihtiyacı ve CHP'nin kararı 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMABD’de bir şeyler oluyor: Nick Fuentes 30.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi (7): Simit 27.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaAK Parti çekingen 26.11.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİCHP modernizmi ve faşizmi... 23.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerÇÖZÜM, BARIŞ VE KARDEŞLİK GETİRECEK Mİ? 23.11.2025 Tüm Yazıları
-
Necati KURÇOCUK HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ 19.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNEmeğin Sosyolojisi ve Kapitalizmin Geleceği: Marx vs. Marx 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİmamoğlu'na istenen 23 asırlık tarihi ceza: Roma İmparatorluğu kurulduğunda hapse girseydi hala ceza 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDEN"Arananlar" zulmü ne zaman son bulacak? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBir “yalanlama” yalanı: CHP üyeliği ve Kanada’ya iltica meselesinde gerçekler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNYerel yönetimlerle işbirliği kültür politikası için hayati 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZÇÖZÜM SÜRECİ KOMİSYON VE EKMEN 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTZohran Mamdani Türkiye’de neye denk düşer? 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİKeşke… 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMenzile doğru bir adım daha 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (3) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMAN‘Parlak gelecek’ ve sol gelecek... 12.10.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğluİnsanların devletlerle savaşı 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarSosyal medya çürümüşlüğü 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKTrump’ın dünyasına hoşgeldiniz… 3.10.2025 Tüm Yazıları










































































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
10.03.2025
8.03.2025
8.03.2025
6.03.2025
10.02.2025
29.01.2025
25.01.2025
16.01.2025
24.12.2024
20.11.2024