Kemal CAN
12 Eylül 1980’in üzerinden kırk yıl geçti. Yaşı ellinin altında olanlar o tarihlerdeki sert travmayı ancak anlatılanlardan veya artçı şoklardan biliyor olabilir. Yaşı yeterli olanların önemli bir kısmının da, hafızalarını çeşitli yollarla “temizlemiş” olduğunu düşünmek için epey sebebimiz var. “80 öncesi” gibi bir zamanı yaşayarak bilenlerin ve biraz da pozitif şeyler hissedenlerin artık azınlıkta olduğuna hiç kuşku yok. Söz konusu tarih pek çok şey için milat sayılabilir belki ve zaten de öyledir. Ancak benim de dahil olduğum 78 kuşağı için daha derin kırılmaların izlerini taşıyor. Bu kırılmaların etkileri, yoğunlaştığı alanlar konusunda da çeşitli şeyler söylenebilir. Benim kafamdaki en belirgin kırılma, o dönemi erken yaşlarında aktif bir siyasi hareketlilikle idrak etmiş olanların “devrim” fikriyle sert bir kopuşa zorlanmış olması. Çünkü söz konusu tarih, Türkiye’de gerçekleşen bir askerî darbe olmaktan öte, acayip dönüşümlerin yaşandığı bir dönemin tam üzerine oturdu. Proletaryaya, başkaldırıya, devrime dur demekle kalmayıp tamamen elveda denilmesi gerektiğini söyleyen, söylemekle de yetinmeyen çok sert bir rüzgâr eşliğinde -belki de o rüzgârı serbest bırakmak için- gelmişti darbe.
Eric Hobsbawm “Devrim Çağı”nı 1848’de bitirse, Taner Timur “Devrimler Çağı”nı 1917’ye kadar taşısa da, 20. yüzyılın ilk üç çeyreğinde -ilk ikisi savaşla yoğurulmuş olarak- devrimin kendisinin ve fikrinin canlı kaldığını söyleyebiliriz. Büyük Savaş sonrasını düşünürsek, 1949 Çin, 1959 Küba ile başlayan seri, 68 dalgası ve 1969 Vietnam ile devam edip 1970 Şili’ye kadar uzandı. Hemen her kıtadaki bağımsızlık mücadeleleri ve küreselleşmiş gündem haline gelen Filistin Davası’nı listeye eklemek gerek. 1979 Nikaragua ve yine aynı yıl bambaşka bir ivmeyle buluşan İran, serinin kuvvetli finali olarak işaret edilebilir. Birbirinden epey farklı içerikler taşısa da bu hareketlilik, devrim fikri için “sonuç alabilir” ortak bir canlılık taşıyordu. 20. yüzyılın bu otuz senelik kesiti (1949-1979) biraz cüretle mini devrimler çağı ismini hak ediyor sanki. 60’ların sonundan başlayan ama özellikle 70’li yıllarda belirginleşen iklimde, devrimin kendisinden çok fikri yükseldi. Hemen her ülkede -bir devrim yapması fiilen neredeyse imkânsız olsa da- efsane devrimci hareketler, gruplar çıktı (bakınız: Daniel Cohn-Bendit, Biz Devrimi Çok Sevmiştik). Kamboçya’daki gibi ağır katliamlar, kültür devriminin savunulması zor hoyratlıkları, reel sosyalizmin ayıpları bile devrim romantizmini pek gölgelememişti. Yükselen sınıf mücadelesi ve kapitalizmin göbeğinde kabul ettirilen kazanımlar bu dalgaya eşlik ediyordu.
Türkiye de, Kurtuluş Savaşı’na “Anadolu İhtilali”, 60 Darbesi’ne “devrim” denildiği için kavram resmî olarak kriminalize edilmemişti henüz. 70’li yılların başında yitirilen devrimcilerin hatıraları ve biraz abartılsa da bu toprakların başkaldırı geleneğine dair tazelenen anlatılar çok canlıydı. Bu topraklara özgü garibanlık, fukaralık, sınıf mücadelesine doğru yol almaya niyetlenmiş, sanki biraz da karşılık bulur gibi olmuştu. Ekonomik ve toplumsal değişim yüksek bir politik dinamizm yaratmış ve elbette egemenler de karşı şiddeti hazır etmişlerdi. Ancak daha özgür, eşit ve güzel bir dünya için devrim fikri, asıl olarak dünyadan esen rüzgârlarla geliyordu. Çok uzak diyarlardan, Güney Amerika’dan, Uzak Asya’dan. Haritadaki yeri bilinmeyen ülkelerin devrimci liderlerinin adları ezberleniyor, bilinmeyen dillerdeki marşlar söyleniyordu. Amerika’nın sopa yediği, devirmeyi beceremediği her cephede emperyalizmin, kapitalizmin yenildiğine, her kazanılan mevziden zafere giden kesintisiz yolun açıldığına inanılıyordu. Dünyada oluyorsa -ki bir şeyler oluyordu- burada da olabilirdi, olacaktı. Böyle olduğuna inanılıyor ve işaretleri de yine dünyadan toplanıyordu.
12 Eylül 1980, sadece Türkiye’de değil, sanki bütün dünyada bir darbe olmuş gibi yaşandı (yıl tam olarak tutmuyor olabilir ama sahiden de neoliberal dalga bütün dünyaya bir darbe heybetinde geldi). Artık rüzgârın döndüğünü değil, bir daha dönmemek üzere gittiği anlatılıyordu. Tarihin sonunun geldiği, kapitalizmin zorunlu zaferine doğru ilerlediği söyleniyordu. Neredeyse on yıl, devrimlerin nasıl bozulmaya başladığı, ayakta kalmaya çalışanlara nasıl ağır bedeller ödetildiği, bazılarının nasıl adım adım geriletildiği izlenerek geçti. 90’lara gelindiğinde yıkılan duvarlar ve dağılan “Sovyetler”, yenilenlerden çok asla kazanamayacaklar için kanıt gösteriliyordu. Yine 90’ların başındaki Körfez Savaşı tek kutuplu olacağı iddia edilen dünyanın neye benzeyeceği hakkında cesaret kırıcı bir resim veriyordu. Bu yeni iklim koşullarında, 90’ların ortasında (1994) araya giren Zapatista İsyanı, Güney Afrika’da tarihe gömülen apartheit rejimi gibi pastırma yazları bile havayı ısıtmaya yetmiyordu. Sonra 2000’lerde darbecilikten sosyalistliğe geçen Chavez gibi, seçimle iktidara gelen sosyalistler Bolivya’da Morales, Brezilya’da Lula ve Nikaragua’da -yeniden gelen- Ortega gibi yeni bir esinti doğdu. Daha önce olduğu gibi yine Güney Amerika’dan yükselen bir dalga olacağı düşünüldü. Özlenen devrim fikrinin üzerine -biraz da zorlama- bir nostaljik ışık düşmüş gibiydi.
Bugün bütün dünyanın sokakları yine hareketli, Asya’dan Amerika’ya, Paris’ten Beyrut’a yüz binlerce insanın katıldığı protestolar yapılıyor. Yönü, yörüngesi, katılanları ve hazırlayanlarıyla aynı kaba sığmayacak, benzer kavramlarla isimlendirilemeyecek bir hareketlilik bu. Yoksulluğa isyan eden de var, darbelerin peşinden giden de. Irkçılar da sokakları kullanıyor, özgürlük çağrıları da. Bazen yan yana, bazen karşı karşıya. Ortada bir itiraz, hatta isyan var belki ama kimsenin tarif edebildiği bir hedef yok aslında. Neoliberal azgınlık döneminde acımasızca tahrip edilen doğanın, yaklaşan küresel felakete isyan ederken çıkarttığı fırtınalara benziyor sokaklar. Birdenbire, beklenmedik, alışılmadık ve tahripkâr. Tekrarlanmayan, sonuç doğurmayan, bir yere varmayan. “Hani küresel ısınma vardı?” diye hayret edilen dondurucu kışların, “Hani kuraklık artacaktı?” diye itiraz edilen sellerin yarattığı şaşırtıcılığa benziyor durum. Gidişin aksine gibi görünen ama -gidiş olmayan- gidişin içinden doğan beklenmedik olaylar. “Hani sağ popülizm yükseliyordu, öyleyse bu rüzgâr nereden çıktı?” diye soruluyor. Moral bozmak gibi olmasın ama aynı yerden çıktı galiba. Çünkü yükselen bir şey yok aslında, sadece can çekişen, zorlanan ve herkesi kendi girdabına çekip aynılaştırma yeteneği olan bir düzen var. İçinden çıkarttığı olağanüstülükler nasıl onun derdine çare değilse, karşısındaki itirazların da -belki bir imkân veya potansiyel ama- henüz devrim olmadığı ortada. Giden için rüzgârın döndüğünden bahsedilebilir ama gelenin adını koymak için çok erken.
Geçtiğimiz haftanın önemli gündem başlığı Bolivya’da yaşananlardı. On dört yıldır iktidarda olan solcu lider Evo Morales, arkasında entrika, ihanet ama elbette ABD’nin bulunduğu bir darbe ile devrildi. Daha önce Venezuela’da Maduro’nun başına gelene benziyor ama süreç ve sonuç biraz daha farklı. Brezilya’da Lula’nın yolsuzluk iddiasıyla hapishaneye gönderilmesinde, başarılı ve başarısız bütün darbelerin ardında ve yanında yer alanların sağlam ayakkabı olmadığı çok açık. Devrimlere ve devrim fikrine düşman olanlar, artık onları yenmeye çalışmıyor, kendiliğinden yenilmesini -yenilebilir kıvama gelmesini- bekliyorlar. Fakat daha dün yapılan “devrimlerin” değil, yıllarca süren iktidarların ardından, baskı ve yasaklara abanan, kendi yaptığı anayasayı “bir kere delmekle bir şey olmaz” diyen, söz konusu iktidarı korumaksa gerisi teferruat diye düşünen tavırlara, galiba devrime destek veren halkın bir kısmının da inandırıcı bulduğu yolsuzluk iddialarına, sadece kötülerin kullandığı bahaneler demek çok eksik olmaz mı? Korunacak devrim fikri için ihtimam gösterilmesi gereken tek değer; iktidarda olmak mıdır? Özgürlük, eşitlik ve adalet geçici olarak ama daha önemlisi devrimi korumak adına sürekli olarak askıya alınabilir mi? Devrimcilik, karşısında yer aldığı şeye tutumdan çok, kendi duruşuyla ilgili bir özellik değil mi? “Sosyalizm olmadan özgürlüğün bir ayrıcalık ve adaletsizlik, özgürlük olmadan da sosyalizmin kölelik ve zalimlik olduğuna inanan” Bakunin’in haklı olduğu görünmüyor mu?
Yazarlar
-
Taha AkyolTürk-Rus-Çin ittifakı? 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayÇin yoksulluk tuzağından nasıl çıktı? 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDemokrasinin içerideki ve dışarıdaki dinamikleri 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERBolsonaro’nun tarihi mahkûmiyeti 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezGonca Kuriş’in kemiklerini, sevenlerin yüreğini sızlattılar 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİTektonik Kırılmalar: Liberalizmin Tasfiyesi ve Müslümanlar 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanKültürel hegemoni savaşı: Türkiye’ye bak, Amerika’nın geleceğini gör 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZCHP’liler için bir seçimlik başarı mı, Türkiye’nin demokratik dönüşüm mü? 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞUR“Bize bir ömür daha lazım…” 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraCumhuriyet-Halk-Parti 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUMuhalefet farkında mı? 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖzgür Özel ve siyasi drama… 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunStalin ‘Huzur Türklükte’ demiş! Cidden mi? 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Metin KarabaşoğluZeytine ağıt 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUDünyayı çılgınlar yönetiyor; akıllı olmak gerek… 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciKalıcı fakirlik ve pahalılık 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanTopunuz bir İspanya Başbakanı kadar olamadınız... 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENYeni Diyanet İşleri Başkanı 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRCHP’ye kayyım davasında AK Parti’nin eli var diyen yok ki… 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBaşkan’ın bütün akbabaları aşkına 18.09.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRAltın ve boksit madenleri, elektrik, kahveci… Yeni bir el koyma mı geliyor? 18.09.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasTeflon siyaset 18.09.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu Ergilİç Sömürge: Gücün İçeriye Yöneldiği Karanlık Düzen 18.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANTürkiye kötüye gidiyorsa AKP’nin oyu neden yüzde 30 18.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: “Al sana misilleme”… 17.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRYANARDAĞ ÖZÜR DİLEMELİ 17.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAEskinin Öldüğü, Yeninin Henüz Doğmadığı Bir Dönem.. 17.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluHukuksuzluktan daha pahalı bir nesne yok 15.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞ“BACASIZ SANAYİ” ALARM VERİYOR… 15.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNSınırsız küstahlığın sınırları; acziyetin sınırsızlığı 15.09.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye’nin en iyi/kötü dönemi hangisiydi? 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMTERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE GEÇİŞ SÜRECİ! 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçArşivden | 12 Eylülcüler nasıl bir ülke hayal etmişti? 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalCharlie Kirk cinayeti ve ‘radikal sol’ 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKKıyamet saatini durdurmak 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANGerilimle yönetmek ya da gerilimi yönetmek 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENPogromlar, darbeler, acılar ayı Eylül.. 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBir 12 Eylül Sabahı 12.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNÖcalan, Erdoğan’a “Seni yine başkan yaptırırız” sözü mü veriyor? 11.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünSuriye’nin diğer dertleri… 10.09.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUTürkiye’nin Kürt Sorununu çözecek yaklaşım neden Suriye’de uygulanmasın? 9.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİN2016 belediye ablukaları ve 2025 darbesi 9.09.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMesele CHP Değil! 8.09.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRTürkiye'nin umudu eğitim: Cumhuriyet’in en önemli başarısı, bugün sınav usulsüzlüğü ve fırsat eşitsi 8.09.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞGürsel Tekin konusunun pek konuşulmayan tarafı 8.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞCassandra Çığlığı* 7.09.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPalantir ve "Tech. Republic" 7.09.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKENBarışı dilerken 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBİR ÖĞRETMEN YETİŞTİRME HİKAYESİ 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAAçlığı yönetemeyenler aç hayvanlarla uğraşıyor: Ülke yangın yeri 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENRojava: Beklentiler, Gelişmeler, Olasılıklar 5.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKParti kapatma! Kayyum veya emanetçi ata yeter… 4.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezHangisi doğru? 3.09.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANTürkiye’de ve Yunanistan’da Aleviler – Yeni Bir Tablo 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYKüresel Güney Neden Çin’den Vazgeçmiyor 1.09.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
17.08.2025
17.08.2025
17.08.2025
21.07.2025
6.07.2025
30.06.2025
27.05.2025
6.04.2025
23.02.2025
16.02.2025