Halil BERKTAY

[3-4 Mart 2025] Bazen derslerimde yan pistlere girerim. Geçenlerde, galiba ilk dönemin sonlarıydı, küçük bir sınıfta “hocam, en sevdiğiniz [Türk] şair kim” diye sordu birileri. Beğenmek ve sevmek farklı olabilir dedim (demeye çalıştım). Beğenmek ve öğrenmek, yararlanmaksa, Nâzım Hikmet tabii. Başka şeyden değil, sadece Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan söz ediyorum. Muazzam bir duvar resmi âdetâ. Meksika müralistleri gibi. Diego Rivera’nın şiir karşılığı. Hayat ve insan anlayışı çok derin. Topluma ve 1900-1940 Türkiye’sinin “kültürel mahremiyet”ine nüfuzu benzersiz. Hem en büyük şairi, hem en büyük romancısı Türk edebiyatının. Ama sevmek derseniz, Cemal Süreya sanırım. Başkadır içtenliği. Sahiciliği. Yer yer korunaksızlığı. Ruhumda taşırım.
“Karangu, acayip, asyalı bir aşk”ın “kısa ve korkunç hükümdarlığı”ndan söz eder Cemal Süreya, Ülke’sinde (1). İlk ağızda, müthiş bir karakterizasyonudur Şarkın aşk anlayışının (en azından şiir, müzik ve edebiyattaki haliyle). Ama zamanla, hayat tecrübeme göre daha geniş anlamlar da kazandı. 60-50-40 yıl öncesini düşünüyorum da, sanırım ancak bu tür mistik, esrarengiz sözcüklerle, karangu, acayip, asyalı bir aşk diye tarif edilebilir, bizlerin, bizim kuşakların 1960’lardan 80’lere devrimle, devrimci şiddetle, silâhlı mücadeleyle yaşadığımız. İnsanı esir alan, dışına çıkılması zor duygu duvarları içine hapseden, alabildiğine irrasyonel bir tutkuydu. Bu fantazmagoriden vazgeçilmesi için berbat yenilgiler, korkunç acılar yetmedi. Alttan alta sürdü. Tortusu onyıllar boyu PKK hayranlığına taşındı.
Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 çıkışıyla başlayan yeni çözüm arayışı, Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025’te PKK’yı silâh bırakma ve kendini feshetmeye çağırmasıyla, varması gereken ama varmayacağından korkulan noktaya ulaştı. Görünen o ki, toplumun çoğunluğu bu gelişmeden yana. Karşıtları, beğenmezleri, illâ kavga diyenleri yok değil. Alper Görmüş, Öcalan’ın PKK’ya yaptığı ‘şehâmet’ aşısı bu defa tutacak gibi; şimdi devletin şehâmetini ölçeceğiz (1 Mart) yazısında geçmişin akılsızlıklarını hatırlatırken, ister istemez hâlâ mevcut tuzak ve tehlikelere de dikkat çekmiş oluyor. Gülçin Avşar Yeniden kale duvarını aşabilmek’te (2 Mart) istemezükçü hezeyanları daha etraflı eleştiriyor. Bu meyanda, ulusalcılığın ne yaptığını bilmezliğine parmak basıyor. Ama ulusalcılığın içerdiği solculuk damarına değinmiyor (2). Daha genel olarak, kendilerini sol diye tanımlamayı sürdüren solcuların (parti, grup, mahfil, mecra veya kişilerin) bütün bu olup bitenleri nasıl karşıladığına dair pek bir şey yansımıyor kamuoyuna. Böyle bir tartışma yok gibi. Oysa silâh ve siyaset (ve savaşçı örgütlenme ve barışçı örgütlenme) konusunda PKK’nın geldiği nokta, Türk solunun hayli geniş kesimleri için de (ki daha çok Dev Genç, Dev Yol, Dev Sol ve Aydınlık (Maoculuk) geleneklerinden söz ediyorum), kendilerine ve geçmişlerine nasıl baktıkları bakımından önemli olmalı. Hem tarihçeleri, hem PKK’ya nasıl baktıkları açısından. Kıvırtılamaz, etrafından dolaşılamaz, es geçilemez artık. Zira Öcalan’ın 27 Şubat çağrısı, yıllardır söylemediklerini, kabullenemediklerini yüzlerine vuruyor.
Gerçek şu ki, neredeyse elli yıllık bu son Kürt hareketi daha hiç sahneye çıkmadan önce, Türk solunun kendisi tırmandırdı yıllar boyu, devrim ve devrimci şiddet fetişizmini. Çeşitli kaynaklardan türedi bu takıntı. Bir yönüyle, 1960’ların başlarında uçveren gençlik ve sonra diğer kitle hareketleri, hemen derhal bir şiddet sarmalının içine çekilmek istendi. Mazeret ararsak, çok buluruz. Provokasyon tabii olacak. Mesele provokasyona gelmemekte. Evet, karanlık derin devlet eylemleri düzenlendi. Kanlı Pazarlar örgütlendi. Nişan alıp öğrenci vuran ve soruşturulmayan polisleri, giderek bu amaçla örgütlenen Ülkücülerin yükselen tahrik ve saldırıları izledi. Karşılığında, solcu gençlik de militanlaşmaya, silâhlanıp fakültelerde, okullarda, mahallelerde, yollarda, kahvelerde kendini savunmaya, hattâ benzer biçimde karşılık vermeye itildi. Bir düello mantığı doğdu. Siyasî miyopluk aldı yürüdü. Hemen bütün “liderler” (ki alt tarafı 20-25 yaşlarındaydı) bugünden yarına yaşamaya, bu işin sonu ne olur, sokak çatışmacılığı nereye varır, bundan kim yararlanır diye durup düşünmemeye saplandı.
Bu sürüklenişte, gençliğin tecrübesizliğiyle birlikte öksüzlüğü ve kimsesizliği de büyük rol oynadı. Güçlü ve olgun bir demokratik sol yoktu Türkiye’de, ağırlığını barışçı siyasetten yana koyacak. Tersine, hırs, hamlık, bencillik ve ihtiras bölünmeleri kol geziyor; ortada manevî otorite diye bir şey bırakmıyordu. TİP daha yeni kurulmuş ve ancak 1961’de Mehmet Ali Aybar’ı genel başkan seçmiş, 1965’te Millî Bakiye sistemi sayesinde 15 milletvekili çıkartıp Meclise girebilmişti. Ama bu da bir parlamenter mücadele kültürü oluşturup hakim kılmalarına yetmedi. Yeniyetmeliklerinin ve daha bir yığın faktörün yanısıra, kendilerini Türkiye solunun asıl sahibi sayan bir alternatif de vardı karşılarında: Eski Tüfekler (3). 1951-52 Türkiye Komünist Partisi tevkifatında Şefik Hüsnü etrafında toplanmış, cezalarını yatıp çıktıktan sonra yurtdışına gitmeyip Türkiye’de kalarak (sürekli polis takibi altında) informel bir mahfil oluşturmuşlardı (4). İdeolojik bakımdan gayet doktrinerdiler. Şefik Hüsnü, sonra Reşat Fuat Baraner, sonra Mihri Belli önderliğinde, Leninizme sadıktılar. TİP’e ise, kendilerinden bağımsız bir oluşum ve Aybar önderliğinde (komünizme değil) İkinci Enternasyonal sosyalizmine kayabilir diye, hegemonik kıskançlık ile ideolojik gerekçelerin birbirine karıştığı bir şüphecilikle bakıyorlardı. Gene de başlangıçta desteklediler, ama 1965 seçimlerinde kazandığı özgüven yüzünden artık kontrol edemeyeceklerini düşündükleri Aybar’la giderek karşıtlaştılar, kutuplaşma içine girdiler. Bu kutuplaşmanın gerekçesini de “sosyalist devrim–millî demokratik devrim” tartışması oluşturdu. Buna göre, TİP liderliği önce sosyalist devrim diyor; buna karşılık Komintern Marksizmi, Türkiye gibi “yarı-sömürge, yarı-feodal” ülkelerde (bu da aslında zaman aşımına uğramış bir diğer dogmatizmdi), önce emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı bir mücadele verilmesini ve zaferden sonra sosyalizm aşamasına yürünmesini öngörüyordu.
İtiraf etmeliyim ki 60’lar ve 70’lerde her iki tarafta büyük bir heyecan ve inanmışlıkla yaşanan bu polemikler, bugün Ortaçağ Hıristiyanlarını düşündüren meleklerin cinsiyeti sorunu (5) kadar uzak geliyor bana. Tarih Marksist reçetelere göre değil, kimsenin ummadığı, öngörmediği kıvrımlarla gelişti; bilmediğimiz, tanımadığımız dinamikler sahne aldı; ne sosyalist devrim, ne millî demokratik devrim gerçekleşti; sonuç, “sınıfsız toplum”a giden yoldaki alt-aşamalardan çok farklı oldu. Sadece şu noktanın altını çizeyim: Sathın altında, önce sosyalizm mi, önce millî demokratik devrim mi değildi mesele. Aslında devrim (yani şiddete dayalı devrim, yani ihtilâl) mi, barışçı demokratik siyaset mi tartışılıyordu. Çünkü Aybar’ın önce sosyalist devrim derken bütün kastettiği, TİP’in seçimle iktidara gelmesiydi. Seçimle iktidara geleceğiz ve Amerikan emperyalizmini ülkemizden öyle kovacağız diyordu. Leninizme uymayan ve Mihri Belli’yi kızdıran da buydu; “burjuva” parlamentarizmiydi. Bun karşılık illâ millî demokratik devrim derken, vurgu Marksist anlamda devrim (revolution), yani sınıfsal iktidarın şiddet yoluyla el değiştirmesi üzerindeydi. Dar anlamda bir halk devrimi de olabilirdi, Nâsırcı veya Baasçı Arap Sosyalizmi örneklerindeki gibi “ilerici” bir darbe de. Önemli olan, 1960’lar ve 70’lerde yaşanan millî kurtuluş mücadelelerine asimile edilebilir olması ve Amerikan emperyalizminin nüfuz alanından kopmaya yaramasıydı.
Evet, bu da üçüncü önemli noktaydı; uluslararası ortamdı ve genç Türk solcularının gelişen silâhlı mücadele hayranlığında çok belirleyici bir rol oynuyordu. 1960’larda bütün dünyada bir sol yükseliş yaşanmaktaydı. Bu da bizatihî sosyalizmin prestijinden değil, anti-emperyalizm dalgasının kabarmasından kaynaklanıyordu. Madalyonun bir yüzünde, Kruşçev (1953-1964) ve sonra Brejnev (1964-1982) dönemindeki Sovyetler grileşip donuklaşıyor; Macaristan’ı (1956) ve Çekoslovakya’yı (1968) işgal edip, Doğu Avrupa’yı zorla bir arada tutuyor; “anti-Sovyetizm” gerekçesiyle Boris Pasternak’ı 1958 Nobel Edebiyat Ödülü’nü reddetmeye zorlarken, Sinyavsky-Daniel dâvâsıyla birlikte (1966) rejime aykırı düşen yazarları bundan böyle sırf entellektüel ürünlerinden ötürü suçlanıp yargılanabilir kılıyordu. Bunlar giderek belirginleşen bir inişin işaretleriydi.
Ama madalyonun diğer yüzünde, 1950’ler ve 60’lar büyük bir dekolonizasyon çağıydı. Eski sömürge imparatorluklarına mensup ülkelerin bir kısmı (aslında çoğu) barışçı denebilecek yollardan bağımsızlıklarına kavuşurken, Fransa’ya karşı Cezayir’de, gene Fransa’ya ve sonra ABD müdahalesine karşı Vietnam’da, Portekiz’e karşı Angola ve Mozambik’te süren silâhlı mücadeleler, 1959 Küba Devrimi’nin beklenmedik başarısıyla da birleşerek destansı boyutlara ulaştı. Ortalık millî/ulusal kurtuluş cephelerinden geçilmez oldu. Kâh İngilizce kâh Fransızca kısaltmalarıyla NLF’ler (National Liberation Front) veya FLN’ler (Front de Libération Nationale) her yerde örnek alındı, evrensel bir modele dönüştü, özellikle Küba ve Vietnam üzerinden (Che Guevara gibi kahramanların ve Régis Debray gibi yüzeysel yarı-teorisyenlerin de etkisiyle) bir “teknik” olarak gerilla savaşının yenilmezliği efsanesi doğdu.
İşte bu sonuncusu, çok kritik bir zihinsel sıçramaydı, feci bir yanılsamaydı ve nice kuşakların felâketi oldu. Türkiye’de, 1960’ların genç öğrencileri gözlerini siyasete açtı — ve ilk başta özetlediğim şiddet tuzağıyla karşılaştı. Üzerine, Eski Tüfekler dolayımıyla Komintern Marksizminin hegemonik teorisizmi bindi. Üzerine, bu anti-emperyalizm ve silâhlı mücadele umudu bindi. Barışçı olması gereken hak mitingleri ve protesto gösterileri, Ho Ho Ho Şi Min / İki, üç, daha fazla Vietnam / Ernesto’ya bin selâm tezahüratıyla inlemeye başladı. Devrimi çocuk oyuncağı zannettiler. Zannettik. “Burjuva iktidarları zaten artık her yerde çürük ve zayıftır. Hele azgelişmiş ülkelerde büsbütün böyledir. Dağa çıkar, yağmur ormanına girer, ücra köşelerde küçük bir gerilla foco’su kurarsın. Vur-kaç eylemlerine başlarsın. Seni takibe gelen askerî güçleri imha edersin. Devletin kofluğu ortaya çıkar. Yoksul köylüler etrafında toplanır. Şehirlere girer ve kazanırsın.” Böyle bir halksız gerillacılık hikâyesi kurgulandı. Marksist terimlerle konuşacaksak, uzun yıllar boyu sabırla kitle çalışması yapmanın yerini, doğrudan ve kestirmeden silâh aldı. Bakın en başa koyduğum armalara; dönemin en popüler sembolü AK-47 (kalaşnikov) oldu. Tupamarolar, Sandinistalar, Zapatistalar, Sendero Luminoso ve benzerleri, romantik savaş hayranlığını körükledi. FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü 1964, Yaser Arafat 1969), FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi 1967, George Habaş), FDHKC (Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi 1969, Naif Havatme), Filistin’in hemen tamamen solun dâvâsı olduğu bir dönemi simgeledi. Kır gerillası yetmedi; şehir gerillası da olabilir dendi. 1970’te İtalya’da Kızıl Tugaylar (Brigate Rosse) ve Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu (Rote Armee Fraktion; Baader-Meinhof Grubu), 1971’de Japon Kızıl Ordusu (Nihon Sekigun) ortaya çıktı. Bu genel furya içinde, Türkiye’de de aynı 1970 yılının Aralık ayı, biraz da birbirleriyle rekabet ve yarış içinde, bir yanda Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının THKO’sunun (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), diğer yanda Mahir Çayan ve arkadaşlarının THKP-C’sinin (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) kurulmasına tanık oldu. Sonraki onyıllarda Acilciler ve MLSPB gibi alt-hizipleri çıktı. Maocu akım ise TİİKP adıyla (Türkiye İhtilâlci İşçi-Köylü Partisi), kendi çılgın maceracılığında, görünüşte klasik Marksizmin “sınıf” ve “parti” kavramlarına formel açıdan daha sadık kaldı.
Böyle şablonlar dizildi peşpeşe. Ve sonrasında da hiçbiri kendini bu modelcilik, taklitçilik, kalıpçılık dogmatizminden kurtaramadı. Bıraktık, kendi ülkemizi, toplumumuzu tanıma çabasını. Bıraktık, sırf günlük hayatımızda edindiğimiz gözlem ve tecrübe birikimlerinin dahi bir parça üzerinde düşünmeyi, “somut şartların somut tahlili”ne hiç olmazsa buradan başlamayı. Teori tokuşturmaya kapandık. Şiddete dayalı devrim ve halk savaşı, tamam, elde var bir de, doğru halk savaşı nasıl olur acaba? Kübacı-Guevaracı mı olalım, Vietnamcı mı, Çaru Mazumdarcı mı? Ne gerillası; Türkiye’de olmaz bu; hem zaten şiddete dayalı devrim doğru mu bakalım – diyemedik hiçbir noktada. Kesin bir çizgi çekemedik, bütün bu saçmalıklarla aramıza. Yiğitliği çizdirmemek uğruna, fraksiyonlar-arası radikalizm yarışlarından kendimizi alamadık. Kimimiz kendimizi Nurhak’lara, kimimiz Kızıldere’lere, kimimiz Söke’lere vurduk.
Sonuç malûm. Türk solu 1971’de bir yenildi ve ezildi. 1980’de tekrar yenildi ve ezildi. Bitti. Bütün olumsuzlukları yeni gelişen Kürt hareketine miras kaldı.
Yazarlar
-
Ali BAYRAMOĞLUErdoğan’ın ötesi… 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENKürt Sorunu 2.0’a Hazır mıyız? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldız ÖNENGüney Amerika’da büyüyen gölge 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİKandil’in polemikçisi şampanya sosyalistlerine karşı 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluBüyük sorunları çözememe serisi bu kez bitecek mi? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİktidarın ağzındaki bakla!... 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUÖcalan’ın mektubu üzerine bazı gözlemler 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraKaçıncı CHP? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEABD, Suriye için neye karar verdi? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin Sönmezİktidar politikası ters mi tepiyor, tersine mi işletiliyor? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERHarakiri Bütçesi 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞEntelektüel üretimin kaybı-Rejimin vesayeti-Siyasetin iflası 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRLaleli Çamaşırhanesi -3- Videoya çektiler: ‘Cırt’ sesi geldikçe bağırıyor! “Maşallah, Maşallah!..” 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇALEş Şara’dan yeni bir Esad çıkarmak mı? 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRBu durumda AİHM yetkilileri de Trump’tan yardım istesin… 13.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezOrta sınıf nereye gitti? 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolAK Partili bir okurla sohbet 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanAmerika çökmekte olan bir uygarlık mı? 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZÖzel’in bütçe konuşmasında sürece dair mesajları 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAKANBahis oynayan bakan kim?.. CASUS KİM?.. 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuCeylanpınar cinayeti… 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSeçime henüz vakit varken sandık hesabı 12.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAJohn Holloway ; Abdullah Öcalan’ın Kuramı Devrim İhtimali Fikrini Yeniden Düşünülür Hale Getiriyor! 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilTürkiye neden sanayileşemiyor: Sermayenin, güvenin ve kurumların zayıflığı öyküsü 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENFeti Yıldız kime sesleniyor? 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇHakim sınıfın iki zümresi 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciEn büyük tehlike NÜFUS yokluğu 11.12.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTElveda Lenin ve Düzce Belediyesi… 10.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURSuriye bir kere daha çözümü bozabilir mi? 10.12.2025 Tüm Yazıları
-
Selva DemiralpHissedilemeyen büyümenin anatomisi 9.12.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalHay'at Tahrir el-Şam'ın Evrimi ve Suriye'nin Geleceği 9.12.2025 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞCHP programı halka ne vadediyor? Nasıl bir parlamenter sistem? 9.12.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasSokak çeteleri devlet kurumlarına karşı 9.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNStratejik illüzyon! 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanMüslüman dünyada yeni bir fıkhi yaklaşımın önü açılabilir mi? 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEÇıkış yolu 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayBağımlı finansallaşmanın anatomisi ve Türkiye’nin bitmeyen kırılganlığı 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞTahmin ediyordum, artık netleşiyor galiba (Transfermarkt, karapara) 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞAYM BAŞKANI AĞLIYORSA… 8.12.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKKürt açılımı hangi barışı getirecek? Üç barış teorisi 7.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünMonroe Doktrini gibi bir Trump Doktrini… 7.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçTürk ve Kürt yalnızca seçmen değil aynı zamanda insan ve yurttaş 7.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİTeostrateji yahut Din ve Dünya ilişkisinde kalibrasyon sorunu 7.12.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKİmralı için CHP’yi sıkıştırmaya gerek var mı? 5.12.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRPOLEMİK SENDROMDA 4.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYTürkiye İçin Irak Peşmergeleri Sorun Olmuyor da Rojava neden Sorun! 4.12.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselIMF’in siyaseten can sıkıcı tavsiyeleri 3.12.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYOrta Doğu, Trump Amerika’sına Uyum Sağlıyor 3.12.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKEve siyaset için dönüş öncesi bir mıntıka temizliği gerek 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
Zekeriya KurşunDağıstan Cumhuriyeti ve Ayna Gamzatova 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSürecin “kritik eşikleri” 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRTürkiye siyasetinin hastalığı: İmralı tartışmasında serinkanlılık ihtiyacı ve CHP'nin kararı 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYŞu meşhur “İznik Konsili” 1.12.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMABD’de bir şeyler oluyor: Nick Fuentes 30.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi (7): Simit 27.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaAK Parti çekingen 26.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerÇÖZÜM, BARIŞ VE KARDEŞLİK GETİRECEK Mİ? 23.11.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİCHP modernizmi ve faşizmi... 23.11.2025 Tüm Yazıları
-
Necati KURÇOCUK HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ 19.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNEmeğin Sosyolojisi ve Kapitalizmin Geleceği: Marx vs. Marx 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİmamoğlu'na istenen 23 asırlık tarihi ceza: Roma İmparatorluğu kurulduğunda hapse girseydi hala ceza 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDEN"Arananlar" zulmü ne zaman son bulacak? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBir “yalanlama” yalanı: CHP üyeliği ve Kanada’ya iltica meselesinde gerçekler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNYerel yönetimlerle işbirliği kültür politikası için hayati 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZÇÖZÜM SÜRECİ KOMİSYON VE EKMEN 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTZohran Mamdani Türkiye’de neye denk düşer? 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİKeşke… 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMenzile doğru bir adım daha 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (3) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMAN‘Parlak gelecek’ ve sol gelecek... 12.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarSosyal medya çürümüşlüğü 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğluİnsanların devletlerle savaşı 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKTrump’ın dünyasına hoşgeldiniz… 3.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunYazmak, ciddi bir iştir 28.09.2025 Tüm Yazıları











































































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
10.03.2025
8.03.2025
8.03.2025
6.03.2025
10.02.2025
29.01.2025
25.01.2025
16.01.2025
24.12.2024
20.11.2024