Yıldıray OĞUR
“Adalet Ağaoğlu, cumhuriyet kadını, cumhuriyet belleği, cumhuriyet romancısıydı. Ankara’yı yazdı, Türkiye’yi etkiledi. Binlerce teşekkür, sevgi, saygı, hayranlıkla…”
91 yaşında İstanbul’da hayatını kaybeden Adalet Ağaoğlu hakkında dün Pen Türkiye’nin yayınladığı mesaj böyle bitiyordu.
Herhalde Adalet Ağaoğlu’nu bundan daha yanlış tarif etmek imkansız.
Adalet Hanım bunu duysaydı, “Damlar Damla Günler” adı altında üç cilt halinde yayınladığı günlüklerine, 1995 yılında kendisine Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülü verilmek istendiğinde yazdıklarını yazardı:
“Ne diyeceğimi bilemedim. Resmi ideoloji ile benim kadar çok hesaplaşmış edebiyat yazan az. Ölmeye Yatmak'la böyle bir hesaplaşmayı ilk başlatanlardan biriyim, diyebiliyorum. Muhalifim. Yazar olarak beni ben yapan, devlet biçiminin cumhuriyet olması, ama asla ve kat'a demokrat olamaması görüşümdür. Atatürk başkanlığı çok kısa sürdü, onun Cumhuriyet ideolojisi altı ok toplumsal değişimlere dar gelmekte. İdeolojinin karar verme makamı TBMM'nin elinden alınıp gizli bir güç gibi TSK'ya devrolmuş bulunmakta. .. Haksızlıklar işlendi. İşleniyor. Ben Cumhuriyet'in uslu çocuğu olamadım; 12 Eylül Anayasası'nda da açıkça "Hayır" dedim. Genel geçerle uyumlu değilim. Çevremle dahi uyumlu olamamaktayım.”
Adalet Hanım uzun süre düşündükten sonra tepkilere aldırmadan o ödülü almaya gitmişti. Yine günlüklerine yazdığı gerekçesi “muhalif çevremle dahi uyumlu olmamaktayım” derken neyi kastettiğini anlatmaktaydı:
“Devletin sanki bir çeşit 'özür dileme' gibi giriştiği bu işi reddetmek de anlamsız. Hükümet değil, partiler değil bu girişimi yapan Cumhurbaşkanlığı. Bunu reddedeceksem nüfus kağıdımı, T.C. vatandaşlığını da reddetmeliyim. Tam bu noktada boynum kıldan ince. Çünkü benim dilim olan memleketimden başka dışarda sırtımı dayayacağım bir yerim yok. Örgütüm, etik kulübüm, alışveriş mağazalarım falan yok.”
Çankaya Köşkü’nde ödül töreninde düşünce özgürlüğünün önündeki yasaların kaldırılması isteyen bir konuşma yapmıştı ama yine de Pen Türkiye üyesi yazarlar tarafından topa tutulmaktan kurtulamamıştı. Halbuki, bir yıl sonra aynı ödülü Yaşar Kemal aldığında kimsenin sesi çıkmayacaktı.
Evet, Adalet Hanım, Ankara’yı yazdı. Ama o yazana kadar kimsenin yazmaya cesaret edemediği bir Ankara’ydı bu.
Çocukluğu, Ankara Nallıhan’da geçmişti. Ama benzer hikayelerdeki gibi Ankaralı bir siyasetçi, asker ya da sivil bürokratın kızı değildi.
Babası kumaş tüccarı Hafız Mustafa Sümer, annesi Saraybosnalı ev hanımı Emine İsmet Sümer’di.
2010 yılında verdiği bir röportajında ailesini anlatmıştı:
“İslam cumhuriyetten beri küçümseniyor. ‘Babam hafızdı’ demeye utanıyordum. Eli tespihli adam gördüğüm zaman, onu küçük görüyordum. Oralardan geliyorum. Cumhuriyetin ilk kuşağı olarak böyle düşünüyordum. Böyle düşünmem gerektiğini sanıyordum. 1960’ta da ‘Ordu millet el ele’ diyenlerdendim. Fakat darbeden sonra; darbecilerin yaptıklarını görünce iğrendim ve ürktüm. Annem de başörtülü bir insandı. Hatta ben okula başlayacağım zaman annem teyzeme ‘Nallıhan’a giderken bu kızın başını örtecek miyiz’ diye sormuştur.”
10 yıl sonra verdiği son röportajında ise o röportajda bunu söylediğine “pişman” olduğunu anlatmıştı:
“Babam Osmanlı’nın aydın bir adamıydı. Kumaş tüccarıydı. Sayesinde İstanbul’u dört yaşında tanıdım. 1933 yılında kız çocuklarını okula gönderme kanunu çıkmasaydı ne olacaktı? Nüfus kâğıdım bile yoktu. Dindar olan babamın sesi çok güzelmiş. Hatim indirirmiş. Hafız kendisi. Sırf ben ortaokulu okuyayım diye, benim için Ankara’ya taşındı. Okuyabildim ve fakülteyi bitirdim Ankara’da. Batılılık o kadar ciğerime işlemiş ki… Hafız demeye neden utanıyorum? Halbuki sanatkâr.”
Eğer İstiklal Harbi’nde İsmet Paşa’yı Ankara’ya kaçıran askerlerden biri olan hafız babası onu okutmak için bütün ailesini alıp Nallıhan’dan Ankara’ya taşınmasıydı, muhtemelen Adalet Ağaoğlu diye birini tanımıyor olacaktık.
“Değişik bir şey vardı bizde. İki ayrı kültür yan yana, barış içinde” diye tarif ettiği, bayram günleri misafirlere likör ikram edilen Nallıhanlı varlıklı dindar ailesinin, Cumhuriyet Ankara’sındaki hikayesi, bütün romanlarında izleri görünen çelişkinin ilham kaynağı oldu.
1953 yılında girdiği radyoda, o günlerin TV dizileri gibi olan radyo tiyatrolarının aranan yazarıydı. Radyonun gelmiş geçmiş en popüler programı “Arkası Yarın” ın isim annesiydi.
O günlerde adı Adalet Sümer’di. Bir yıl sonra Boğaz Köprüsü inşaatlarında görev yapacak inşaat mühendisi Halim Ağaoğlu’yla evlenip Adalet Ağaooğlu oldu.
17 yıl radyoda ardından TRT’de çalıştı, yöneticilik yaptı.
DP, 27 Mayıs, AP...
Her devir sansürlerle, yasaklarla boğuştu. İlk zamanlar 27 Mayıs’ı desteklese de pişman olması çok uzun sürmedi:
“İsmet İnönü, bir iki gündür, 'ikili' mi desem, 'ikircikli mi'; tuhaf bir tutum içinde. 27 Mayıs'ta siyasi haklan ellerinden alınanlara bu hakların geri verilmesini savunuyor. Şey ... Ne bileyim, bu benim aklıma hep: "İyi de biz bu herzeyi niye yedik John?" fıkrasını getiriyor.”
60’lı yıllarda radyoda “Sartre Küba'yı Anlatıyor” kitabının 'Kitap Saati'nde tanıtımına izin verdiği için komünistlikle suçlanıp, mahkemeye verilmişti. "Demek CHP solculuğu statükoyu sürdürmekten ibaretmiş" diyerek çıkıştığı TRT Müdürü, "Bir dakika Adalet Hanım, TRT kurulunca, sizi buraya aleyhinizdeki MİT ve Emniyet dosyalarına rağmen aldım ve tutmaktayım" demişti.
Halbuki hakkında gizli raporlar tutulmasına ihtiyaç olmayacak kadar aleni bir solcuydu. 1965 seçimlerinde radyo seçim sonuçlarını verirken güneydoğu masasına o bakıyordu, sandıklardan TİP’e oylar çıktıkça masasından “Yaşasın” diye tezahürat yapacak kadar cesurdu ya da günlüğüne yazdığı gibi “aptal.”
Ama içinde olduğu sol mahalleye de tam olarak ait değildi.
Adli yıl açılışlarında İslam’ı eleştiren konuşmaları yüzünden 1969’da vefat ettiğinde cenazesinin kılınması engellenmeye çalışılan Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in laiklik eylemine dönmüş cenaze töreninde o da kalabalığın içindeydi ama akşam günlüğüne şöyle yazmıştı:
“Yüründü. Anıtkabir'e doğru: Laik Türkiye Cumhuriyeti'ni(!) savunuyoruz. ( ... ) Söylemem akıllılık mı, aptallık mı? İşte söylüyorum. Başımız sıkışınca Atatürk. Atatürk yetiş! Bu kısır döngü, içine sıkışıp kaldığımız bu akvaryum ne zaman aşılacak? Bir yandan onun açtığı kapıdan geçmeye kalkıyor, daha geçerken iki çelme üç namluyla geri püskürtülüyoruz: Atatürk yetiş! .. Beri yanda: "İşçiler neredesiniz, koş gel!"ler ... Taban nerde? Orada ne var? İşçileşememiş köylü. Sivil ve özellikle askerden üretimsiz bürokrat. Halim yanımda yürürken: "Kendimi vitrine konmuş gibi hissediyorum" dedi durdu. İki yanlı kaldırımlarda 'halk' bizi seyrediyor. Onlar tarafından yürüyüşe katılım, yok denecek kadar azdı. Peki yürüyüşü dışardan izleyenler alkışlarıyla aramıza katılmış olmuyorlar mıydı? Hatta içlerinden biri: "Atatürk geliyor!" diye bağırdı... Ankara Palas'ta ilk baloma götürüldüğüm akşam bütün kederiyle canlandı içimde ve gözümde. Cumhuriyet baloları ... Dönüşüme inanmışların acemi dansları, valsleri; annelerimizin çeyiz sandıklarından çıkarılma ipek bürümcüklerden yapılma tuvaletlerimiz ve neşve-rüba hallerimizle objektife acemi tebessümlerimiz. Cumhuriyet'in Hayatı: Roman! İkide bir içimi dürtükleyen bu romanı yazmalıyım.”
O romanı yazdı ama, o yıllarda laik kesimde, entelektüel dünyada bu hesaplaşmayı yapmak hiç kolay değildi:
“Böylece şunu düşünmeye başladım; kültür ikileminde bizim kuşağımız, anne babalarımızın dramını hiç yazmadık. Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra halkın alıştığı eğitimden, kültürden, ertesi gün başka bir şeye geçiliyor. Babam hafız; İstanbul’da olsa şarkı söyleyebilirmiş, Hafız Burhan gibi. Hemen kavuğu elinden alınıyor; o töreni gördüm ben, üç yaşındaydım. Babama gösterilen saygıyı da gördüm ama ağladılar çoğu babamın artık hafızlık yapamayacak olmasına. Ezanın Türkçeleştirildiği dönem… Babalarımız birinci kuşaktı; biz ikinci kuşağız. Bizim kuşağın nasıl bir kültür ikileminde büyüdüğü benim düşüncemi çok oymaya başladı. Önümüze çıkan her durumda bu ikilem var. Gelenekle yeni hayat arasında böyle bir ikilem yaşıyoruz. Okul, Cumhuriyet ideolojisi aşılamaya çalışıyor; evde anne baba bunu bilmiyor, kısa çorap giydirmiyor. Bu kültür ikilemini aklıma koydum; kendim de çok acısını çektim.”
Romanını yazabilmesi için önce vaktinin çoğunun alan TRT’den ayrılması gerekecekti. Zaten Demirel iktidarında artan sansüre, hükümetin TRT’nin özerkliğinin yavaş yavaş kaldırma girişimlerine tahammül edemiyordu. Askeri cuntalar kadar sivil cuntalara da karşıydı:
“TRT özerkliği elden gitmekte. İktidar bir yanda, biz bir yanda; boğuşup duruyoruz. Ateşim düşmüyor. Bazı arkadaşlarım telefonda 'cunta'nın yeni bazı oyunlarından söz ettiler. Biz, hazırlattığımız programlarda doğruluğu kontrol etme ve kalite düzeyini gözetme yerine 'polis denetimi' yani sansür mekanizmasını işletmemizi isteyenlere 'cunta' adını taktık da...”
TRT özerkliğini kaldıran yasayla birlikte 1970 yılında, yeni atandığı TRT Programlar Daire Başkanlığı’ndan istifa etti. TRT’den ayrıldığı gün günlüğüne bir satır not düşmüştü:
“Dünya çok geniş, TRT fazla dar.”
O TRT’den ayrılırken Karayolları Genel Müdür Muavini olan eşi Halim Ağaoğlu da Boğaziçi Köprüsü’nün yapımına “zaman ve hazırlık eksikleri” nedeni ile karşı çıktığı için İTÜ’den sınıf arkadaşı olan Başbakan Demirel ile anlaşamayınca görevinden alınmıştı.
Artık işsizdiler. Nihayet romanını yazmaya başlamıştı. Solun yükseldiği zamanlardı. Sanatın ideolojik propaganda için kullanılmasından rahatsızdı:
“Sloganlardan kaçarak, sanatın estetiğinden taviz vermeden ve insani boyutları öne çıkarıp göze ve akıllara sokarak. İşini iyi güzel yapmak Türkiye'de kimseye yetmiyor artık, yetmiyor! Etkili bir tiyatroyu , neden etkili olduğunu tartıp biçmeden bir yandan 'Mao'cular, öte yandan 'Che'ciler, ikisinin başında da ülkücüler ele geçirmek için ortalığı toza dumana buluyorlar.”
Romanını yazarken 12 Mart darbesi oldu. Darbenin ilk günlerinde solcular darbeyi kendi ilerici askerlerinin yaptığını zannedip kutlarken Adalet Hanım günlüğüne şöyle yazmıştı:
“Büyük kumandanların muhtırası. Demirel hükümetinin devrilişi. "Bu bir sessiz ihtilaldir."= Hoşgeldin 27 Mayıs! Muhtıra, ilericilerin, solcuların yanındaymış gibi bir hava estiriyorsa da, "Askeri darbe, askeri darbediiiir!" Yok Muhs in Batur'muş, yok Tağmaç'mış, yok Alpan'mış şuymuş, yok buymuş.”
Arkadaşları tek tek tutuklanıyordu. Öfkeliydi. Babası onun da diğerleri gibi solcu olup olmadığını merak etmiş, evdeki kitaplar yüzünden kızının başına da bir şey gelmesinden endişelenmişti.
Bu zor zamanlarda eşiyle çıktıkları Avrupa seyahatlerinde Türkiye’nin kaosundan uzaklaşıyor ve romanına odaklanıyordu.
Nihayet, 1973 yılına, yani Cunhuriyet’in 50’inci yılına yetiştirdi romanını; “Ölmeye Yatmak.”
Roman, ilçe ilkokulunun hırslı, idealist, Atatürkçü öğretmeni Dündar’ın Cumhuriyet’in 15’inci yıldönümü için okulda hazırladığı büyük kutlama prodüksiyonuyla açılıyordu:
“Geç bile kaldı bu okul. Bu yıl da olmasaydı Öğretmen Dündar karalar bağlayacaktı. Beceriksiz, yenik, ülküye sırt çevirmiş olacaktı. Ondan sonra saf dışı duyar kendini. Boşlukta sallanır kalır. Merkezi Hükümet’e bir çağırsalar, kimsenin yüzüne bakmaya surat kalmaz. Başöğretmen’i zorlayışları bundan. Kulağının dibinde arı gibi vızıldayışları. Polkayı kabul ettirmek için artık bir seferinde, “Atam, Atam, Büyük Atam!...” diye hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Ağlayışı içten.”
Kutlama sırasında kızlı erkekli öğrencilerin yaptığı polka dansı, çocuklarının gösterisini ilk kez kadınlı erkekli bir arada izleyen kasaba ahalisini biraz germişti:
“Eşraf ve esnaf babalar, polka ve rondo ile kirlenen namuslarını örtbas etmek için durmadan öksürüyor, kafalardaki bütün sıkıcı düşünceleri kovalamak için gerekli gereksiz gülüyorlardı. Medeni olmak buyurulmuştu. Eh, ne yapsın onlar da medeni olmuşlardı işte. Suç kendilerinde değildi.”
Hala o romandaki kadar sert bir resmi ideoloji eleştirisi yazılmadı.
Romanın baş karakteri Aysel’le benzerlikleri tesadüf olamayacak kadar fazlaydı. Aynı yaşlardaydılar. Onun da babası kumaş tüccarıydı. İkisinin de babası Kurtuluş Savaşı’nda İnönü’yü Ankara’ya kaçıran askerlerdendi. Aysel de Ankara’daki okulda örgülü saçları, uzun etek boyu yüzünden kasabalı kız muamelesi görmüş, kasabaya giderken de başı örtülmüştü. Üniversitede profesörken kocasını aldatıp, ölmeye yatan Aysel, cumhuriyetin bu iki dünya arasında kalmış modern kadınını temsil ediyordu. Adalet Ağaoğlu gerçekten de dediğini yapmış, Cumhuriyet neslinin yani kendi ailesinin romanını yazmıştı
Roman devrinin tüm ödüllerini toplamış ama bu alışılmadık hesaplaşma yüzünden eleştirmenlerden pek de yüksek puanlar alamamıştı.
Bu arada ailesinde üst üste acılar yaşandı. Önce 1975’de 50 yaşındaki abisi doktor Cazip Sümer, Kumburgaz’da yürürken bir arabanın çarpması sonucu vefat etti, iki yıl sonra da küçük kardeşi tiyatro ve sinema oyuncusu Güner Sümer’i 41 yaşındayken kanserden kaybetti.
Bu acılar arasında, eşinin iş gezisi için gittikleri Trabzon Borçka’da bindikleri bir taksinin şoförünün arabasına gösterdiği aşırı titizlikten ilham alarak 1976 yılında, daha sonra Sarı Mercedes diye filmi yapılacak “Fikrimin İnce Gülü”nü yazdı.
Bu arada gazetelere yazdığı yazılarda cumhuriyet devrimlerinin aceleciliğini, dil devrimini eleştirmişti. Çınar Oskay onunla yaptığı son röportajda bu eleştirilerini hatırlattığında şu örneği vermişti:
“Kökten değişim aslında çok tehlikelidir. Eski ahşap bir ev var. Damat, gelin, çocuklar, torunlar aynı evde yaşıyorlar. Zaman geçiyor, apartmanlar ortaya çıkıyor, kadınlar çalışmaya başlıyor, depremden söz ediliyor. Konak yıkılacak, apartman yapılacak. Kökten değişim, hesaplanarak olmalı. Konaktakiler nerede yıkanacak, nerede yiyip içecek; bu kadar insani yaklaşmak lazım her şeye.”
Edebiyatındaki siyasi hesaplaşma, çıtayı her seferinde biraz daha yukarı çıkararak devam etti.
1978 yılında yayımladığı “Sessizliğin İlk Sesi” adlı hikâye kitabındaki “Sen Ey Kutsal Işık” hikâyesinde yeni açılacak meydana bir Atatürk heykeli dikmeye çalışan bir belediye başkanının başına gelenleri anlatmıştı:
“Bana bir Büyük Kumandan gerek. Çabuk tarafından ve iyi bir Büyük Kumandan. Örneklerinizi gösterin. Bu olmaz. Dört yanı meşaleli Büyük Kumandan’a belediyemizin gücü yetmiyor. İki yanında meşale yananına da gücümüz yetmiyor. Bizim büyük kumandan tek elinde bir meşale tutsun. Bu büyük boy Büyük Kumandan kaça? Olmadı. Bize göre değil. Öyleyse büyük tam boy Büyük Kumandan yerine küçük tam boy bir Büyük Kumandan...”
1979’da “Dar Zamanlar” serisinin ikinci romanı “Bir Düğün Gecesi”ni yayınladı. Henüz darbeye bir yıl varken Türk edebiyatının en anti-militarist romanını yazmıştı.
Roman, bendeki imzalı nüshasında bizzat Adalet Hanım’ın kendi el yazısıyla tarif ettiği gibi “köşeyi dönenlerle, generallerin el ele vererek halkın tepesine inişlerinin resmi”ydi.
O güne kadar bir Türk romanında generallerden hiç böyle bahsedilmemişti. Roman, zengin ailenin kızı ve tümgeneralin oğlunun düğün davetiyesiyle açılmaktaydı:
“Kalkınan memleketimizin milli temeline yeni bir harç olmak üzere kızımız Ayşen’le, oğlumuz Ercan’ın Anadolu Kulübü’nde yapılacak olan nikah ve düğün töreninde sözleri de aralarında görmekten mutluluk duyarlar.”
Bu yüzden “Bir Düğün Gecesi” de yine çok sattı ama edebiyat çevrelerinden yine hak ettiği büyük tezahüratı alamadı.
Roman ordu tabusuna çarpmıştı:
“Hele Fethi Naci'nin, belki de çok haklı biçimde Bir Düğün Gecesi'nin eleştirisinde "düğün"ün 'erkek yanı' orgenerallik, askerlik, Korelik, Harbiyelik bahsine hiç el sürmemesine, durumu 'roman tabii bunlardan ibaret değil, kalanına sonradan değineceğim,' diyerek hiç değinememesine ne diyeceğim? Kendini de beni de korumuş bulunan çok deneyimden geçmiş 'oto sansürüne' teşekkür etmekten başka ... Bende git gide bir 'derin devlet' sorgulayışı uyandıkça uyanmakta ... 'Meçhul katiller' hep hem ayakta hem meçhulde kalmalarıyla böyle oluyor bu. TSK'ya 'dokunmak' kabullenilmiş bir tabu.”
Ama romana, beklenmeyen bir yerden büyük bir övgü gelmişti.
Hisar dergisinde roman için “Yeni Bir Satyricon" başlıklı bir yazı yazan Cemil Meriç’ten:
"Bir Düğün Gecesi karamsar bir kitap. Başka nasıl olabilirdi? Yaşadığımız çağın neresi aydınlık? .. Kahramanları, hepsi de mutlu olmak için yaratılmış, ama hiçbiri mutlu değil. İnsan kaderine eğilen büyük düşünce adamlarının hangisi iyimser. Dante mi, Balzac mı, Dostoyevski mi? .. Bir Düğün Gecesi, bir cenaze töreni kadar hüzün verici. Adalet Ağaoğlu karanlık bir dönemi bütün acıları, bütün hayal kırıklıkları ile kitaplaştırmış... Adalet Ağaoğlu, yaptığı işin sorumluluğunu çok iyi anlamış. Bir Düğün Gecesi Türk edebiyatının yüz aklarından. Dostoyevski, 'her mukayese küçültür,' der. Ben öyle düşünmüyorum. Genç romancı, bin yıl önce yaşayan bir Murazaki'yle, yüz yıl önceki bir George Sand'la, bir Madame de Stael'le boy ölçüşebilecek bir kabiliyet.”
Adalet Ağaoğlu, bu yazıyı okuduğunda utanmıştı. Ama övgüler yüzünden değil. Neden utandığını da kendisine karşı her zamanki dürüstlüğüyle günlüğüne yazmıştı:
“Battaniyeye sarılıp, Hisar dergisinin temmuz sayısında yayımlanmış Cemil Meriç yazısını yeniden okudum. Temmuz sıcağından sonra aralık soğuğunda okursam, belki yüzüm daha az kızarır diyebilmek istiyorum. Yazarlığı, düşünceleri bizden kaçırılmış, buna da bizlerin, en yakınından benim, kendimin dangalakça boyun eğdiğim Cemil Meriç. Çevrem de öyle dar ki, biri çıkıp beni vaktiyle "hişt, hişşt"lemeliymiş! Görmez gözleriyle romanımı kızına okutmuş; yetmemiş Ankara'daki bir tanıdığı vasıtasıyla bana üç cilt kitabını göndermiş sayın Meriç: Mağaradakiler, Bu Ülke, Umrandan Uygarlığa. Utanç içindeyim. Kitaplarını okudukça utancım artmakta. Bir Düğün Gecesi romanım üstüne "Yeni Bir Satyricon" başlığıyla yazdıkları yazıyı yeniden okuyor, ülkenin bir aydını üstüne cehaletimden dolayı büsbütün yerin dibine geçiyorum. Ben geçmişi bilmiyorum, geçmiş ise, onca çalkantılardan geçe geçe, yaşamın tanıklığında beni biliyor. Cemil Meriç. Kör. Yanında kızı. Ümit. Okuyor, yazıyor. İşte. Kış gecesi. Evin içi buz. Yanaklarım utançtan yanıp tutuşuyor.”
Ve 12 Eylül darbesi.
Darbecilerin 1981’deki yasaklı yayınlar radarına “Fikrimin İnce Gülü” takıldı, kitap hakkında toplatma kararı çıkarıldı. İtiraz için sıkıyönetim savcılığına başvurduklarında, savcı hakkında ihbar var diye Bir Düğün Gecesi’ni de uzattı:
“..bakın yine yayınlarınız arasında çıkan ve aynı yazarın şu romanı için de ihbar vaki," diyerek Bir Düğün Gecesi'ni uzatmış bulunmakta. Burada altları kırmızıyla çizilmiş yerler paragraf paragraf! Demokles'in kılıcı. Toplanan romanım mahkemede 'suçlu' bulunursa, ötekisiyle de suçlanacağım. Çifte hapislik. Manen de-madden de”.
Romanlarının tepesinde demoklesin kılıcı sallanırken yeni romanlar yazdı.
Ülkedeki umutsuzluk, siyasi şiddetten kaçış romanı olan Yazsonu (1980), merceğini yükselen işadamı sınıfına çevirdiği Üç Beş Kişi (1984) ve “Dar Zamanlar” serisinin üçüncü kitabı Hayır (1987).
Ama artık sadece yazarak değil bir aktivist olarak da siyasetin içindeydi. Darbenin ardından yapılması gereken en acil ama en tehlikeli işlerin bir parçası olmaktan çekinmedi. Ayrınlar Dilekçesi’ni imzaladı, 1986’da İnsan Hakları Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı.
Üstelik eşi Özal tarafından Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü yapan Türk ve Japon konsorsiyumunun genel sekreterliğine atanmışken...
Bir taraftan da Kürt meselesi, savaş, fail-i meçhullerle ilgili her inisiyatife, düşünce suçuna karşı girişimlere destek veriyor, bu yüzden mahkemelerde yargılanmaktan çekinmiyordu. 90’larda rutin dışına çıkmış devlet politikalarına karşı öfkesini günlüğüne de yazmıştı:
“Bosna'daki mezalim bizim Güneydoğu'muzdaki T.C. mezalimine eklenince, insanın insan olmaktan hoşnut kalabileceği anlık bir aralık bulamıyorum. Bosna'ya gitmeliyim; orada kendimi vurdurup cesedimi yaktırmalı, küllerimin de Tunceli'ye gönderilip savaş düşkünlerinin gözlerinin içine içine doldurulmasını sağlamalıyım. Bosna'ya gidecek aydınlar. Eğer bu hem din, hem savaşan ruhları tatmin için olacaksa kalsın varsın, kalsın, kalsın ...”
Ama 2005’de PKK altı yıllık çatışmasızlık döneminden sonra yine terör eylemlerine başlayınca, bu şiddete karşı mesafe almadığı için İHD’den istifa edip, kendi mahallesini karşısına alacak kadar da cesurdu:
“Derneğimizin kuruluşundan bu yana toplumumuzda insanlık haklarının korunması için duyarlı kaldım; toplum bilincinin bu yönde aydınlanması için elimden geleni yapmaya çalıştım. Derneğin çabaları da genel anlamda, "özellikle ülkemizin içbarışını büyük ölçüde zedeleyecek şoven-milliyetçi kışkırtıları cesaretlendirecek" bir tutum göstermediği kanısında oldum. Yazık ki bu kanım, İHD'nin İstanbul Başkanı Sayın Emil Galip Sandalcı'nın başkanlığından düşürüldüğü genel kurul toplantısında sarsılmıştır. O günden buyana İHD'nin esprisinde tek yanlı bir 'ırkçı milliyetçi' hak korunmasının belirli hale geldiği izlenimim silinmedi, arttı. Demek üyeliğinden çekilmemi, ülkemiz koşullarını gözönünde tutarak hep "Şimdi sırası değil, şimdi sırası değil!" görüşüm çerçevesinde geciktirdim. Ancak 200 aydınımızın imzasını taşıyan Kaygılıyız-Uyarıyoruz bildirisinde, İHD Başkanlığı'nın da imzası bulunduğu halde, kamuoyunun İHD'nin insan haklarına tek yanlı, etnik gruplar ağırlıklı olarak sahip çıktığı inancının değişmediği izlenimi edindim. Demek ki, etnik milliyetçilik kışkırtılarının, örnekse PKK terörünün yeniden iç barışı tehlikeye attığı bir zamanda dahi, İHD bu cesareti önleyecek yeterli gayreti gösterememiş bulunmakta. Kamuoyunda ülke barışı için olumlu bir fikir yaratamamış İHD'deki üyeliğinin sürmesini, tarihin şu zamanında artık 'mazur göremiyor' istifamın kabulünü diliyorum.”
2005’de ünlü Diyarbakır gezisinden önce Başbakan Erdoğan’la Kürt sorununun çözümü için görüşen heyetin içinde yer almaktan, 2006’da Hrant Dink tehdit edilirken ona destek için Agos’un önüne kadar gitmekten, 2007’de e-muhtıraya karşı çıkmaktan, 2008’de 27 Nisan muhtırasında tepki olarak ne derler diye düşünmeden Abdullah Gül’ün davetiyle Çankaya Köşkü’ndeki resepsiyona katılmaktan da çekinmedi.
Bütün ömrünü resmi ideolojiyle, darbelerle, katı siyasi pozisyonlarla mücadeleyle geçirmiş bir entelektüel olarak AK Parti’nin demokratikleşme ve sivilleşme mücadelesine önyargısız destek vermesi de sürpriz değildi.
Bu yüzden 2010’da 12 Eylül referandumunda Evet’i aktif bir şekilde savundu, bu yüzden 71 yaşında katıldığı bir konferansta üzerine yumurta ve boya atıldı.
Ama 2013’den sonra artan şiddette, AK Parti’nin Türkiye’yi demokratikleştirme ihtimaline verdiği bu destek yüzünden duyduğu pişmanlığı, ölümünden sonra bile onu tekmelemeye çalışan fikir yobazlarının ömürleri boyunca yapmaya cesaret edemeyeceği bir sertlikte ifade etmekten de çekinmedi.
91 yaşında bile, “keşke bu kadar çok yaşayıp, dünyanın bu halini görmeseydim” dediği son aylarında verdiği son röportajında kendi kendisini acımasızca eleştirmekten geri durmadı.
Türkiye ortalamasının çok üstünde bir fikri olgunluğa ve entelektüel ahlaka sahipti.
Bu fikri olgunluğun ve entelektüel ahlakın kökeni hakkında 40’ıncı yaş gününde günlüğüne yazdığı satırlar bir fikir veriyor:
“Doğum günüm. Yaş 40. İşte böyle. Aile, bütün sevdiklerim öğle yemeğine geldiler. Babam her zamanki gibi 'mukaddes hediyesi'ni verdi. Annem nefis yün yelek yapmış . Güner, bugün genel provası olduğu için dün uğrayıp bana Maxime Rodinson'un Hazret-i Muhammet adlı kitabını armağan etmişti. Çok ilginç. İnsan sanki bir islam sosyalizmi olabilirmiş sanıyor. (Batı'nın Doğu bakışı.) Bir yanda Marcuse, bir yanda Maoizm. Bir yanda da Maxime Rodinson; Hepsinin üstünde ülkede türlü biçimde yorumlanan Marx ve her derde şifa Atatürk! Gramsci'nin ne zaman, nerde Gerçek her zaman devrimcidir, dediğini biliyorum. Bilginin de yaşamdaki yerini, karşılığını bulmak, bilgiyi hayatla denetlemek, denetlenmemiş hiçbir kuramı da gerçek saymamak gerek.”
“Bilgiyi hayatla denetlemek, denetlenmemiş hiçbir kuramı da gerçek saymamak.”
Okununca kolay ama hayatta uygulanması çok zor bir prensip.
Aldanma, hata yapma, bu yüzden suçlanma, kalabalıkları karşına alma riski büyük, ama yalnız kalma pahasına da olsa, hatada ısrar etme, tarihin karanlık tarafında kalma riski yok.
Adalet Hanım bu yüzden bir süre yolunun Adalet ve Kalkınma Partisi ile de kesişmesinden de yüksünmedi. Adalet ve Kalkınma Partisi, Adalet Hanım’ın uzun yıllar önce keşfettiği, üzerine romanlar yazdığı travmaların bir sonucuydu. Onun ümidi bu travmalardan, bir daha kimsenin benzer travmalara maruz kalmayacağı bir demokrasiye varılmasıydı. AK Parti ise bir süre gittiği bu yoldan sonra başka bilindik, denenmiş yollara sapmayı tercih etti. AK Parti, adaletten uzaklaştıkça, Adalet Hanım’dan da uzaklaştı. 2010’da geçmişle yüzleşme, hesaplaşma atmosferinde verdiği bir röportajda gençliğinde babasının hafız olmasından utandığını söylediğine bile 10 yıl sonra pişman oldu. Çünkü bu 10 yılda herkesin kendi geçmişiyle bu kadar derin bir yüzleşme yaşamadığı, bu özeleştirilerin yeni bir yer inşa etmek için değil, kadim kavgalara odun olarak atılmak üzere kullanıldığı ortaya çıkmıştı.
1996 yılında Sarıyer’de sahilde yürürken bir araba çarpması üzerine ağır yaralanarak, iki yıl hastanelerde tedavi gören Adalet Ağaoğlu için Can Yücel “Sen Türkiye’nin en güzel kazasısın” demişti.
Gerçekten de bürokratik ve laik Ankara’da dindar ve varlıklı bir ailenin solcu yazar kızı olarak baştan ayrıksı başlayan serüveninde, entelektüel cesareti, olağanüstü kalemi, gözlem gücü, orta-üst sınıf olmanın getirdiği “Hayır” diyebilme konforuyla da birleşince Matrix hata vermiş ve ortaya hesapta olmayan güzel bir kaza çıkmıştı.
91 yıl sürse de dar zamanlarda yaşadı ama o dar zamanları genişletmek için romanlar yazdı, siyasi pozisyonlar aldı.
Türkiye, bu zamanların fikri ve siyasi darlığından çıktıkça onun değerini daha iyi anlayacaktır.
Yazarlar
-
Mehmet OcaktanDemirtaş kararı sonrasında iktidar ‘Terörsüz Türkiye’ sınavında… 5.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAAİHM Kararı Kesinleşti; Demirtaş’ın Özgürlüğü, Demokratik Cumhuriyetin Vicdanıdır... 5.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'nin doldurduğu öbür boşluk 5.11.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolDemirtaş’a tahliye 5.11.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRBahçeli haklı: Ok yaydan çıktı bir kere… 5.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünSırada Nijerya mı var? 5.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSiyasetin altın kuralını unutanlara hatırlatırım 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞSelahattin Demirtaş’ın yazısı, zihnimiz ve zihniyet labirenti 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciFiyatı zengin siyaseti de fakir belirliyor 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUZombileşmiş bir toplum 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENTam 16 yıldır beklenen samimiyet! 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİKeşke… 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZHak, özgürlük mücadelesi – Devletin güvenliği siyaseti 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTYüzde altmış, üç yüz kişi mi? 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİREN“Öcalan misyonu” 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜREmniyet’in yazısı ortaya çıktı! Bahis baronu nasıl kaçtı? 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilModernlik, gelenek ve Türkiye’nin zihinsel coğrafyası 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Selva DemiralpFiyat istikrarı mı, finansal istikrar mı? 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURMünfesih terör örgütü 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezMor-yeşil ekonomi: Ara dönem fırsat yaratabilir 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞMUHALEFETTE “DEĞİŞİMCİ”, 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Necati KUR3 MART 1924 YASALARI 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRYapay zekâya yatırım yapılıyor, ekonomiyi değiştiriyor ama insanlar neden daha yalnız hissediyor? 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEGemi batarken… 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞEnflasyonun maliyeti daima enflasyonla mücadele maliyetinden büyüktür 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselVahim bir gelişme: İşgücü piyasasında daralma 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN“Önerisiz veya bizzat öneriyle eleştiri” 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNSudan savaşı, Çinli Wing Loong’a karşı Bayraktar ve savaş ağaları 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayTrump, Fed ve para politikası: Sol, merkez bankası konusunda neyi savunmalı? 2.11.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKKürt siyasetinin eleştirisi: Pragmatizm ve “kutsal liderlik” arasında sıkışmak 1.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLU31 Mart’tan 19 Mart’a neler değişti? 1.11.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuYa casus ya kayyım… 31.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİAkademi hakikatin peşinde midir? 31.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRSÜREÇ VE "DİLİN KEMİĞİ"! 31.10.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraAmalı Fakatlı 30.10.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçCumhuriyet 'ilan' ve 'inşa' edilen bir devlet şeklidir 30.10.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERMea Culpa 30.10.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet Berkan'Casusluk' dosyasında ne var? 30.10.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMenzile doğru bir adım daha 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBu bir haber değildir: Türkiye, doğal alan kaybında birinci 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluÇözüm süreci… Yüzlerde hâlâ niye kaygı ifadesi var? 27.10.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (3) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKDünyanın araf dönemine denk gelen Türkiye’nin çözümü 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalProtestolar Amerika’yı sallıyor (mu?) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasHukuk binasını yıkmayın efendiler 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİki din, iki tanrı tasavvuru 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTKürt siyasi temsili sorunu 19.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENAK Parti 2.0’a Hazır Mıyız? 17.10.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYBaşkalarının acısı… 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezGüvenli Liman: Altın ve Gümüş 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİktidar dışarıda güvercin içeride şahin: Neden? 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMAN‘Parlak gelecek’ ve sol gelecek... 12.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaSüreç yönetmenin sorumluluğu 11.10.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAMilli takım ışık saçtı: Maçın kahramanını açıkladı 11.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarSosyal medya çürümüşlüğü 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğluİnsanların devletlerle savaşı 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKTrump’ın dünyasına hoşgeldiniz… 3.10.2025 Tüm Yazıları
-
nevzat cingirtNeden Yazmıyorsun? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunYazmak, ciddi bir iştir 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANAlev rengi hüznüyle sonbahar… 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMTERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE GEÇİŞ SÜRECİ! 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNÖcalan, Erdoğan’a “Seni yine başkan yaptırırız” sözü mü veriyor? 11.09.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPalantir ve "Tech. Republic" 7.09.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKENBarışı dilerken 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBİR ÖĞRETMEN YETİŞTİRME HİKAYESİ 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANTürkiye’de ve Yunanistan’da Aleviler – Yeni Bir Tablo 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYKüresel Güney Neden Çin’den Vazgeçmiyor 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEMete Tunçay 25.08.2025 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANÇÖZÜM NASIL GELİR! 20.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYPutin, Trump’ı parmağında oynatmaya devam ediyor 17.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARSorumluktan kaçmak umuttan kaçmaktır 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakKadife eldiven zamanı 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNÜretici Güçlerin Gelişiminin Motorlarından Biri Olarak Toplumsal-Sınıfsal Mücadeleler 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞZora girmiş bir anlatı: “ABD emperyalizminin değişmez stratejik hedefi bağımsız Kürt devleti” 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKEzberler bozulurken mağduriyetler de son bulmalı 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYAnkara, CHP, Çözüm Süreci ve Şam Arasındaki Tıkanıklık: 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç ve Suriye denklemi 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMAcaba Kürt sorununun önündeki engel “Atatürk miti” mi? 14.07.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞDemirtaş’a Kobane mahkumiyeti: Gerekçedeki “10 kusurlu hareket” 28.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Münir AKTOLGABATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ... 16.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cenk DoğanÜRETİCİLERE İLK OLARAK KOOPERATİF LAZIM 4.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cevat KORKMAZFiller ve Çimen... 22.11.2024 Tüm Yazıları
-
Tuncer KÖSEOĞLUTamirhanelere giden toplar… 4.11.2024 Tüm Yazıları
-
Ayşe HÜRDevletin Muhteşem Örgütlenmesi: 6-7 Eylül 1955 Pogromu 9.09.2024 Tüm Yazıları
-
Ferhat KENTEL“Maarif” marifetiyle yeni “makbul vatandaş” kurma çabaları 26.07.2024 Tüm Yazıları
-
Banu Güven“Bozkurt” Almanya’da sahaya indi 4.07.2024 Tüm Yazıları
-
İBRAHİM Ö. KABOĞLUDevlet ve yürütme kaç başlı? 27.06.2024 Tüm Yazıları
-
Gürbüz ÖZALTINLICHP’nin normalleşme politikası Erdoğan’a mı yarar? 21.06.2024 Tüm Yazıları
-
Oya BAYDARBir yazamama yazısı 14.06.2024 Tüm Yazıları
-
Bayram ZİLANAK Parti’de değişim gecikiyor mu? 4.06.2024 Tüm Yazıları
-
Soli ÖzelBetül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi 30.05.2024 Tüm Yazıları
-
Reha RUHAVİOĞLUTürkiye’de Kürtçenin Durumu: Gidişat, İmkânlar ve Fırsatlar 18.05.2024 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞ31 Mart'ın merkez üssü: Pazarcık ve Elbistan 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
Atilla AytemurBingöl Erdumlu Kitabı: Film gibi hayat* 24.01.2024 Tüm Yazıları
-
Şahin ALPAY"Ergun Abi"ye veda 10.11.2023 Tüm Yazıları
-
Ahmet ALTANYüzyıllık cumhuriyet başarılı mı başarısız mı? 29.10.2023 Tüm Yazıları
-
Levent GültekinDin, insanları kardeş yapar mı? 26.09.2023 Tüm Yazıları
-
Ayhan AKTARŞair Roni Margulies’in ardından… 7.08.2023 Tüm Yazıları
-
Ceyda KaranBiden ve iki cephede birden yenilgi 30.06.2023 Tüm Yazıları
-
Orhan Kemal CENGİZMuhalefetin sınavı asıl şimdi başlıyor 1.06.2023 Tüm Yazıları
-
Roni MARGULIESMutlu bitmiş bir göç öyküsü 20.05.2023 Tüm Yazıları
-
Burhanettin DURANTarihi Yol Ayrımındaki Kritik Seçim 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Celal BAŞLANGIÇKendini kurtarmak için Erdoğan, Erdoğan’ı reddedecek! 14.04.2023 Tüm Yazıları
-
Ergun AŞÇIErsagun Hanım 5.03.2023 Tüm Yazıları
-
Uğur Gürses‘Dolambaçlı katlı kur’ yolunda 23.01.2023 Tüm Yazıları
-
Besim F. DellaloğluMesafenin Sosyolojisi 16.12.2022 Tüm Yazıları
-
Hidayet Şefkatli TUKSALKur’an kurslarında yatılı eğitim ve çocukların korunması 15.12.2022 Tüm Yazıları
-
Nergis DemirkayaAltılı Masa ortak yönetim planı: Her partiye bir yardımcı bir bakan 17.11.2022 Tüm Yazıları
-
Nabi YAĞCIŞaşıyorum gerçekten… 24.10.2022 Tüm Yazıları
-
Berin UYARONLAR İÇİN... 12.09.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim UsluSeçmen yolsuzluğu önemsiyor mu? 9.09.2022 Tüm Yazıları
-
Hasan GÜRKAN“SEVMEK YİNE DE BİR SARRAF İŞİDİR, YERYÜZÜ KİTAPLIĞINDA” 18.08.2022 Tüm Yazıları
-
Oktay Cansın EMİRALSAVAŞ VE ZAMAN 7.08.2022 Tüm Yazıları
-
Özgül Üstüner COŞKUNİnceden 5.07.2022 Tüm Yazıları
-
Barış SoydanGıda Komitesi’nin ve enflasyonla mücadelede başarısızlığın acıklı öyküsü 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Namık ÇINARBir toplumun geri kalma inadı 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Mehmet BARLASAnkara’yı sel aldı 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
Melih ALTINOKAna muhalefet lideri Akşener mi olacak? 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZİKİ MEZAR, İKİ İNSAN ve IRKÇILIK 12.06.2022 Tüm Yazıları
-
Atilla YAYLAKanunlar ve fiyatlar 10.06.2022 Tüm Yazıları
-
Fatma Bostan ÜNSALBu kez Günah Keçisi SADAT mı? 23.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet İlhanBurhan Sönmez’in İstanbul İstanbul’unda Yerin Altı ve Üstünde Ne Yaşanıyor? 15.05.2022 Tüm Yazıları
-
Kübra ParSessiz İstila belgeseli ve sığınmacı meselesi 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Yavuz BAYDARİmamoğlu olayı ardından: ’Altılı Masa’ bir ortak aday çıkarabilecek mi? 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ergun BABAHANTürkiye’nin patlamaya hazır yeni kırılma hattı: Suriyeliler 22.04.2022 Tüm Yazıları
-
Kemal BURKAYİSVEÇ DEMOKRASİSİ VE KURAN YAKMA OLAYI… 17.04.2022 Tüm Yazıları
-
Tarık Ziya EkinciGAZETECİ AYDIN ENGİN VEFAT ETTİ 24.03.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim KaragülBu bir Avrupa savaşı ve çok uzun sürecek. -Batı, Türk-Rus savaşı istiyor! 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
Cengiz AKTARSavaş notları 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
Aydın ENGİNBir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden 7.02.2022 Tüm Yazıları
-
Nezih DUYGUMete Toksöyle (30 Mart 1954 - 02 Şubat 2022) 3.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet KARDAM28/29 Ocak Karadeniz Katliamı'nın 101. Yılı 1.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAKAN“Ya herro ya merro” mu dedi?.. 7.01.2022 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇAL2022 yılı karamsarlıklarımızı tersine çevirebilir mi? 4.01.2022 Tüm Yazıları
-
Muharrem SarıkayaOylardaki yükselişin ağırlığı 7.11.2021 Tüm Yazıları
-
Şevki ÇELİKCİKEMAL ARABACI 17.10.2021 Tüm Yazıları
-
Metin GürcanFırat batısı, Suriye, riskler, tespitler: Ufukta bir operasyon mu var? 13.10.2021 Tüm Yazıları
-
Metin MünirErkeğin kadını ezmesi 22.09.2021 Tüm Yazıları
-
Mehmet AcetSon anketler ne diyor? 9.09.2021 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZKONYA KATLİAMI VE GAZETECİLİK MESLEĞİ ÜZERİNE 2.08.2021 Tüm Yazıları
-
Yasin AKTAYTaliban’ın inancıyla ters olma arzusu 26.07.2021 Tüm Yazıları
-
Süleyman Seyfi Öğün2023’e doğru Türkiye 26.07.2021 Tüm Yazıları
-
Cem SANCARHanımefendi diyeceksiniz 28.06.2021 Tüm Yazıları
-
Yusuf KaplanFetih ruhu ve rüyası 28.06.2021 Tüm Yazıları
-
Ali AYDINİşsiz Kalan Antikorlar, Lanetli Pay ve Siyaset 17.06.2021 Tüm Yazıları


































































































































































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
1.11.2025
29.10.2025
27.10.2025
21.10.2025
18.10.2025
13.10.2025
11.10.2025
8.10.2025
6.10.2025
4.10.2025