Sezin ÖNEY

Sezin ÖNEY
Sezin ÖNEY
Tüm Yazıları
Kızgın ve kırık bir yazı
10.05.2012
3656

 “Ederlezi”hıdrellez demek. Benim de, Balkanlar’dan en sevdiğim şarkının adı. Bu şarkı, bana hiç sahip olmadığım bağ ve kökleri anımsatıyor sanki, Balkanların Ege’ye kavuştuğu bir yerlerde doğup büyüyen sürgün aile tarihinin bilinmeden hatırlanan tuhaf anılarını.


Koma Berçem
 topluluğu solisti Şevîn, bu şarkıyı “Dilerzim” diye Kürtçe söylemiş.

Siyasi bağlam ve ağlam haline girersem, bir çıkmazda zamklanacağım.

Koma Berçem’i grup olarak hiç tanımıyorum; ama “Kürt eşittir PKK” gibi bir düz ve küt küt bir mantık oluşturmayı başaran KCK davaları sürecinden sonra, kimbilir ne siyasi anlamlar yüklemek zaten mümkün Kürtçe herhangi bir müziğe. Güzel müzik yapıyorlar, ben de bu şarkıyı, Taraf’tan ayrılan iki yazara, ağıt olarak yakıyorum.

Hıdrellez, gerçi insan hayatını, doğumu simgeleyen bir bayramdır. Onun şarkısı da, ağıt olmamalıydı elbette. Ama bu şarkıda bir umut var; bir Balkan şarkısı, Çingenelere, Türklere, Kürtlere, hayata dokunmuş, yuvarlana yuvarlana yerine oturmuş huzurla. Bir şeyler, “bir” olmuş, birleşmiş, yeni bir şeye dönüşmüş.

Güzel olmuş.

Güzelliğin, biraz ilkeli, “şövalye ruhuyla”, çelebice yaşamanın ne olduğunu unuttuğumuz şu hayatta...

Şevîn’in adı güzel, sesi güzel; ismi, geceyle şafağın buluştuğu anlar, o alacakaranlık kuşağı.

Ben, Türkiye için öyle bir anda olduğumuzu sanmıştım; Hrant Dink’in öldürülmesi süreciyle başlayan, “derin devletin” enkazının üzerine ışık düşlemeye başladığı bir seher vaktinde.

Sağ, sol siyasette farklarını ve yerlerini koruması gereken ayrı bakış açıları, duruşlar. Görüş farkları korunarak, farklılıklara rağmen bir “üst amaçta”, idealde birleşilebileceğini düşünmüştüm. Derin devlet denen, temel ideolojisi, yolsuzluk ve gücün “mazlumu” tahakkümü, yok etmesi olan, aslında da “yalan devlet” olarak adlandırabileceğimiz ceberut yapıya karşı, dürüst, samimi ve “temizlik” arzusu içinde bir siyasi arayışın, Türkiye’de doğduğunu sanmıştım.

Gecenin en zindan, zehir karanlığındaymışız meğer; 1 Mayıs 1977 tartışması adeta çalar saat gibi oldu uykudan uyandıran.


Nabi Yağcı ve Ümit Kıvanç, Türkiye’de medya denen bu gülünç ve trajik keşmekeşte, “köşe yazarlığı” denen garip meşgalenin en hakkını verenlerindendi. Bir kanaat yaratmaksa maksat, “diyalog kurulabilecek” ve “laf ettim oldu” diye değil, gerçekten düşünerek, hassasiyetle tartarak, ölçüp biçerek, kılı kırk yararak yazdılar.


Yazmaya ara vermeleri, Taraf’ın ve Türkiye’nin kaybıdır. Daha da, bu konuda, “ama” ile başlayan cümleler kurmayacağım. Çünkü, kayıplarımızın hakkını hiçbir zaman vermiyoruz. Kaybetmenin, yokluğun, eksikliğin gerektirdiği, “hissetmeyi”, “duyarak durmayı” bir türlü yaşayamıyoruz
.

Haklı çıkmak, herşeyden önemli.

Bu da, Türkiye’nin atmosferini zehirleyen o “güç kültürünün” hepimizin gözlerine nasıl beter biçimde mil çektiğinin, içimize nasıl çeper çeper çöktüğünün göstergesi.

Halil Berktay, 1 Mayıs ile ilgili konuştuğundan beri, bu konu neredeyse sürekli aklımda.

İlk duyduğumda Berktay’ın sözlerini, “bunu nasıl söyler” veya “işte, tabuları yıkan biri” gibi bakmadım olaya; benim ilgimi çeken, tarihin bireysel yorumu, tarihçinin gözünün tarihi yazan olduğuydu.

Berktay, istediğini söyleyebilir; yorumu da, oturulur tartışılır. Ne var ki, herşey ideolojikleşiyor, içi, anlamı boşalıyor ve abuk sabuk bir noktada “söz bitiyor”. Berktay’ın yorumundan çok, sonunda onu, Ergenekon Davası’nın iddianamesini “içi boş” bulup eleştiren gazeteci Gareth Jenkins ile eşdeğer bir anlam çizgisine düşüren manşet ve köşe yazıları sorun.

Solun, içinde ne kadar didiştiği, ne kadar kan aktığı bilinmeyen bir gerçek mi?

Bildiğim kadarıyla bu durum zaten, sadece 12 Eylül’ün değil, ön planda ordu, arka planda “derin devletin” olduğu yalan dünyamızın afyon tuğlalarından, darbelerin bahanelerinden biriydi!

Tanıklık ve tarih yazımı üzerine biraz zekice kafa yoracağımıza, nasıl böyle müptezel bir tartışma haline düşüldü, ben anlamış değilim.

Herşey dillendirilebilir, tarih farklı yorumlanabilir elbette; ama bir de, bazı gerçekler var.

Gladio’nun dünyada en çok ve en kolay at oynattığı, en çok kan döktüğü ülkenin Türkiye olması gibi.


1 Mayıs 1977 tartışmaları patlak verdikten sonra, Gladio konusunda en ciddi araştırmaları yapan akademisyenlerden İsviçreli tarihçi Daniele Ganser’e fikrini sordum; “Benim elime gelen bulgular, Gladio’nun kesinlikle, bu olaylarda parmağının bulunduğudur” dedi.

Şimdi, daha yakın zamanda, Hrant Dink cinayetinde “örgütlü bir yapılanma” bulunamamışken, Ergenekon ve ilgili soruşturmalarda daha henüz hiçbir karar, mahkûmiyet olmamışken; ben, Türkiye’nin derin devlet tarihine biraz daha şüpheci yaklaşmanın gereğine inanıyorum.

Berktay’a, daha yakın zamanda, Ermeni Soykırımı ile ilgili düşünceleri nedeniyle saldıran aşırı sağ ve sağdaki yorumcular, şimdi onu neden baş tacı ediyor; bu ona da haksızlık değil mi, bunu da düşünmeden edemiyorum.

Bir de şu mesele var; 1 Mayıs 1977’de 40 kişi öldü. “İnsanın”, “kayıplara saygının” olmadığı bir tarih, bu kanaatten hareket etmeyen bir gazetecilik anlayışı, salt, “haklıyım, doğruyum, güçlüyüm” demek dışında başka ne demiş olur, ben bilemiyorum.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar