Hüseyin ÇAKIR
Algı yönetiminin her şey olduğu ve Hakikatin yerini aldığı bir dönem yaşıyoruz. Algının “eski” adı ajitasyon propagandaydı; hatta buna “hakikat olmayana inandırma sanatı” payesi verenler bile oldu.
Hakikat tek, doğru birden çok önermesi: Çokluğun, çeşitliliğin ve çoğulculuğun hakikate içkin olduğuna işaret etmektedir.
Dogmatik düşünce, ideoloji ve dinin değişmez kurallarına bağnazca inanalar kendi hakikatlerini mutlak doğru görürler. Geri kalanların katli vaciptir veya düşmandır.
Kendi doğrusunu hakikat gören kim olursa olsun varlığını baskı, şiddet ve otoriterlikle sürdürebilir.
Pozitivist bilimci tek doğruculukla, dinci yobaz tek doğruculuk bu bağlamda birleşirler. Bütün totaliter rejimlerin kaynağı tek doğrucu dogmatizm olmuştur; bilgi - algı özdeşliği kara propaganda ve yalanlarla beslenerek “dava” ideolojisi haline getirildiğinde sosyolojik-toplumsal destek buluyor.
Maksadım felsefi bir tartışma değil. Söylediğimin “karmaşık” felsefi önermeler olduğunun da farkındayım.
Hakikat ve doğru(lar) kavrayışımız, düşünsel, anlamsal ve hayatta yapacağımız her türlü tercihlerimizi belirliyor.
DOĞRULAR ARASI ÖZGÜR İLİŞKİ: DEMOKRATLIK VE DEMOKRASİ
Kabul görmüş kavramsal tanımlamalara göre Hakikat: “Bilinçten bağımsız olarak var olan; Bir durum, bir nesne veya bir nitelik olarak var olan, varlığı inkâr edilemeyen, olgu durumunda olan, ”
Doğru: “Hakikatin, bir düşüncede hakikate uygun biçimde yansıması, akla, mantığa uygun olması.”
Bir konuda birden çok doğru olabileceğini kabul ederseniz aynı zamanda sizden farklı düşünenin özgürlüğünü kabul etmiş olursunuz.
Aydınlanmacı filozof Voltaire’nin düşünce özgürlüğü, insan hakları gibi kavramların en saf haliyle belirdiği, daha hiçbir siyasi manipülasyona uğratılmadığı 18. asır özdeyişi “Düşüncelerine katılmıyorum, ama senin düşüncelerini savunma hakkını sonuna kadar destekleyeceğim” sözü, yerli yersiz kullanılsa da özgürlükçülüğü özlü biçimde hala ifade ediyor.
Senin düşüncen sana ait doğrudur, bu anlamda doğrular görecelidir. Doğrular arasındaki özgür ilişki, ortak bir doğruda buluşmayı sağlamakta; siyaset dilinde bu mutabakat, uzlaşı, müzakerecilik olarak karşımıza çıkıyor.
Demokrat ve özgürlüklerden yana olmak hakikate daha yakın durmaktır. Hakikat ile tek doğru özdeşliği kuranlar bunu bilerek yapıyorlar. Doğrunun tek olma hali otoriter düşünce ve eyleme meşruiyet ve haklılık kazandırıyor. Bir kişinin düşüncesi doğru kabul edildiği zaman, diğer bütün bireyler ve toplum edilgenleştiriliyor. Yönettiğiniz toplumu daha kolay yönetebiliyorsunuz.
Kast, cemaat, lider kültürlü toplumlar dogmatizm, dava ideolojisinin, toplumsal davranışın yeniden, yeniden üretilmesini sağlıyor.
İnanmışlık, sizin bağlandığınız doğrunun dışındaki bütün doğuların yanlış görmeniz öteki doğrularla ölesiye mücadele yapmanıza enerji sağlar; farkında olmadan körleşme başlar ve inanılan birçok değere yabancılaşılır.
Bu söylediklerim “davanın” siyasal, ideolojik kadrolarına değil elbette, “dava”ya temiz duygularla inanan, kendi inanç, düşünce dünyası ile yaşam ilişkisi kurmuş olanlara.
Algı oluşturma, kara propaganda büyük yalanlar sizi başka bir dünyaya hapseder, ama siz bunu düşünemeyecek bilinç kilitlenmesine tutulmuşsunuzdur.
Nazi partisinin Hitler’den sonraki ikinci hatibi, propaganda bakanı Paul Joseph Goebbels, “Propagandanın amacı sonuç elde etmektir. Mantıklı olmasına gerek yok. Kitleler nezdinde istenen sonuç alınmışsa o propaganda başarılıdır, yalan ne kadar büyükse, inananı o kadar çok olur!’’ diyor.
Hitler’in Silahlanma Bakanı Albert Speer da, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yargılandığı Nuremberg Mahkemesi’nde, ‘‘Radyo sayesinde 80 milyon kişinin özgürce düşünebilme imkânı elinden alındı’’ diyor.
İletişim araçlarının çok daha geliştiği bugün “algı, kara propaganda, büyük yalan” üretmek çok kolaylaştı. Bilgiye ulaşmak ne kadar kolaylaştıysa, bilgiyi yönetmek ve çarpıtarak hakikat gibi sunmak da o kadar kolaylaştı.
Erdem, değer, etik… iman sizin için araçsallaşmışsa, bütün yalanları doğru diye bir süre yutturabiliyorsunuz.
YENİ ULUSALCI VE DİNİ DEĞERELERE DAYALI ULUS DEVLET
Genel olarak tarihte ne zaman ki, “hakikatin ve doğrunun tekeli bendedir” dogmatik zihniyeti aşılıp,“dışımızdaki hakikate, farklı farklı doğrulardan ulaşabiliriz” noktasına gelindi, demokratlık, demokrasi başka bir anlam kazandı; çoğulculuk, karar süreçlerinde müzakerecilik, her önemli karar süreçlerinde sivil toplumun katılımı ve denetleme mekanizmalarının işlerlik kazandığı siyasal sistem gelişmeye başladı.
Türkiye cumhuriyetinin kuruluşu, ulus-devlet oluşturma ideolojisi ve politik pratiği tek doğru hakikatibenimsenerek gerçekleşti.
Gerisini biliyoruz: Tek parti, çok partili hayat denilen illüzyon, darbeler, vesayet sistemi…
Ve 2002’den sonra AKP iktidar döneminde sorunlar iktidar partisi meclisi çoğunluğu ile çözülüyor. Biçimsel olarak Meclis komisyonları var, ancak karar verme noktasında mecliste çoğunluğu bulunan iktidar partisi bütün hakikatleri bir kenara itip, kendi doğrusunu dayatıyor, yasamanın görevini şekilsel olarak yerine getirmiş oluyor. Son Meclis İç Tüzük değişikliği bu şekilselliği daha da daraltıyor.
Çok konuşmak, çok soru sormak, tartışma talep etmek “ her kafadan ses çıkması” olarak görülüyor.
Bunun adı da demokrasi oluyor.
Cumhuriyette bu yana sürekliliği değişmeyen şey: Siyaset-toplum-birey ilişkisi devlete karşı tutuma göre belirleniyor olması. Hakikat ve tek doğrunun devlet merkezinde toplanmasıdır.
Açmak gerekirse: Bütün görevler bütün amaçlar devlet için olmak zorunda. İtalyan faşizm ideolojisinden alınan bu ideolojik kurgu daha da ağırlaştırılarak tek parti dönemi ve sonrasında vesayet sistemini yapılandırıldı.
Bugüne gelirsek: Bire bir aynısı olmamakla birlikte aynı zihniyetle otoriter sistemle devletin yeniden yapılanması planlanıyor.
Cumhuriyetin ilk yılları ve tek parti dönemi karşılaştırıldığında çok benzerlikler var; bazen neredeyse kelimesi kelimesine aynı.
Örneğin grupların siyasal hâkimiyet ve devlete hâkim olma savaşlarına bakıldığında; ittifaklar, komplo yöntemleri ve tasfiyeler, tarih tekerrür mü ediyor dedirtiyor.
I. II. Grup mücadelesi, çok partililik denemesi gibi muhalefete alan açma denemeleri, devletin geleceği için zararlı görülüp, zamanın ruhu olan Musollini, Hitler ve Stalin modeline de uygun parti-devleti ile cumhuriyet modernleşmesi yukarıdan aşağıya çiviler çakılarak kuruluyor.
Erdoğan liderliğinde kurulmak istenen sistem neredeyse 1920-1930’lara çok benziyor. Geçmişi bugün yaşıyor gibiyiz.
SORU SORMAK İYİDİR ZİHNİ AÇAR
Bu karşılaştırmayı yapınca aklıma şu sorular ve yanıtlar geliyor: Birincisi, küreselleşme devlet bekacılarını ürküttü. Ulus devletler ortaya çıktığında bunu anlayamayan Osmanlı, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan’ın bağımsızlıklarıyla başlayan imparatorluk çözülmesi Serv’e kadar gitmişti. Küreselleşmenin yarattığı kimliğe dayalı özgürlük rüzgârından korktular. Ve “Kürtlerin kimliğini tanıma ile başladı, siyasal haklar ve özerkliğe doğru gidiyor. Devletin içinden de bu “romantik” havaya kapılanlar oldu, güvenliği ikinci plana itip, özgürlük demokrasi ile dünya devleti olacağız hayaline kapıldılar.
Ama öyle olmayacağı ortaya çıktı. Kürtlerin kimliği ile iş bitmedi, ardından Ermeni Soykırımı geldi. Lazlar, Çerkezler, Gürcüler, Romanlar, Asuriler, Keldaniler… de sökün etti. Yetmedi Aleviler laiklik gereği inanç özgürlüğü haklarını istemeye başladılar.” Bu düşüncedekiler, “bölünme, parçalanma yoluna gidiliyor buna bir çare”… Aradılar.
Birilerine göre bin, birilerine göre üç bin yıllık devlet geleneği elden gidiyor tekerlemesi bozuk plakta dönmeye başladı.
Tarihten gelen korku depreşmeye başladı.
İkincisi, bu paranoya üstünden devletin otoriter yeniden yapılanma teorisini AKP’nin tek başına ürettiğini sanmıyorum. İzleyebildiğim kadarıyla AKP’li akademisyen ve ideologlarda böyle bir teori görmedim. AKP’nin ne kuruluş programı, ne sonraki tadilat programında sistem değişikliği var.
Küreselleşme karşıtı derin devlet dünyadaki otoriterleşme eğilimini iyi gözlemlemiş olmalı ki, Türkiye’nin demokratik değişiminin parçalanmaya gideceğine inanılarak “yeni bir restorasyon” yapılmasının düşünüldüğü kanısındayım.
Gerekçe çok basit: Terör, bölücülük ve ulusal güvenlik, bunlar bütün dünyanın üstünde anlaştığı noktalar.
KAZAN KAZAN İTTİFAKI
Üçüncüsü, devletin korkusu ile AKP’nin 17/25 Aralık’la sıkıştığı noktada ortaya çıkan zafiyet ve zayıflık birleşti. Kurtarmaca oyunu başladı.
Benim, yeni konsensüs ve yeni ittifaklar dediğim bu kurtarmacılıkta birleşenlerdir.
Kazan kazan ittifakında: a)Küreselleşmenin özgürlük rüzgârından kurtulmak gerekiyordu. Önce Kürt siyasi hareketi tasfiye edilecek, savaş konseptine dönülecek, bölgedeki Kürt özgürlük hareketi Irak Kürdistan’ının devletleşmesi kırmızı çizgi ve ulusal güvenlik tehdidi ilan edilecek, b) demokratik, özgürlükten yana muhalefet susturulacak, c) devlet içinde küreselleşme romantizmine kapılanlar tasfiye edilerek etkisiz hale getirilecekler, d)Erdoğan yönetimindeki AKP iktidarı, devleti tehlikeden kurtarmak için kendi oy çoğunluğunun dünya görüşünün/ideolojisinin İslamcı söylem ve Türkçülük olacağına devlet aklını inandırmış olabilir veya tersi, şu an egemen olan devlet aklı Erdoğan’ı buna inandırmış olabilir. MHP’nin AKP’ye koşulsuz desteğini ben böyle okuyorum.
Erdoğan bu üç noktayı siyasal dile ve siyasal amaca ustaca çevirdi. Birbirinden kopuk, eklektik, zaman zaman birbiriyle çelişen konuşmaları kısa zaman içinde “40 yıllık davanın” devamına dönüştürülüverdi. AKP’nin rotası böylece değişmeye başlamış oldu.
Erdoğan’ın AKP’nin başına geçerek, “AKP’yi yeniden yapılandırma” çağrısı da bana göre bu konseptin bir parçası gibi görünüyor.
Böylece “40 yıllık dava” ile devlet bekacıları birleşmiş görünüyor.
EZELDEN EBEDE SÜREN DAVACILIK
Bütün bu anlatılanları Şükrü Hanioğlu (Doğmayan “Hürriyet” / 23.7.2017 Sabah) II. Meşrutiyetin ilanı dolayısıyla yazdığı yazıda çok güzel anlatıyor. Bu tarihiselliğin belli kırılmalar olsa da sürekliliğine işaret ediyor
Hanioğlu : “…109 yıl önce ilân edilen "hürriyet" sonrasında bürokratlar ile sarayın "hikmet-i hükûmet" temelli "siyasa yapımı"ndan uzaklaşmaya çalışan "siyaset," katılımcı ve çoğulcu bir toplumun aracı haline gelme arzusunu dile getirmiş, ancak bu kısa ömürlü olmuştur.
1908, 1923, 1950 benzeri kırılma noktalarında küresel ölçekte anlamlı yerlerde duran ve ciddî gelişim potansiyeline sahip olduğu düşünülen Türkiye, kısa "teneffüs araları" sonrasında "alt-orta düzey" hürriyet, demokrasi ve çoğulculuk çıtasının üzerine çıkmaya muvaffak olamamıştır.
Bunun temel nedenlerinin başında siyasetin kavramsallaştırılma biçimi gelmektedir.
Kültleştirilen örgütlenmeler aracılığı ile "mega tasavvurlar"a ulaşımın aracı olduğu düşünülen "siyaset"in toplumla ilişkisi fazlasıyla zayıf olmuştur. "Hâkimiyet-i millîye," "millî irade" benzeri söylemlerin üzerini örtemediği bu gerçeklik, "siyaset"in toplumsal taleplere cevap verme işlevini ikinci plana iterek onu "ezelden ebede süren davalar"ın aracı haline getirmiştir. Bu ise çoğulculuk hassasiyeti oldukça sınırlı, temel hedefi demokrasi ve özgürlükler olmayan bir siyaset anlayışının kurumsallaşmasına yol açmıştır.
Bu "siyaset" yaklaşımının, "millî hâkimiyet" söylemine karşılık geleneksel "hikmet-i hükûmet" anlayışından kopamaması sorunu daha da derinleştirmiştir.
Dolayısıyla "demokrasi" gibi "hürriyet" de bir "muhalefet" söylemi olmanın ötesine geçemeyerek hakiki anlamda "iktidar" olamamış, fazla anlam taşımayan tarihî gelişme ve kişiliklerle ilişkilendirilen "mega tasavvurlar"ı gerçekleştirmeye çalışan "dava siyaseti" ona aslî bir hedef olarak yaklaşmamıştır.”
Hanioğlu’nun “ dava siyaseti” olarak tanımladığını ideoloji veya dini referanslı siyaset olarak okuduğumuz zaman, bu siyaset ve ideolojinin bütün toplumu esir aldığı görülmektedir. Siyasete "Ezelden ebede süren davalar" olarak bakıldığından, çoğulculuk ve özgürlükçülük milli davaya karşı olmakla suçlanıyor. “İç düşman” tezi davaya karşı olanlara söyleniyor. Bir iktidar partisi lideri, ana muhalefete “millete karşı çalışıyorlar” dediği zaman, “benim davama karşısın” o halde millete karşısın sonucu çıkar.
Erdoğan, Birlik Vakfı’nın iftar yemeğinde yaptığı konuşmada, “Bizler, hepimiz ezelden gelen ve inşallah ebede giden bir mübarek davanın hizmetkârlarıyız. Biz, o davanın içinde hizmet etme aşkı ve şevkine sahip oldukça Rabbim bize olmamız gereken mevki ve makamı takdir etmiştir. Bu cümle demokratik değerler ve sistem açısından neresinden bakarsanız sorunlu ve tipik bir “BİZ” temeline oturtulan kimlik siyaseti örneği.
Hanioğlu aynı yazıda “Türkiye bugün dahi "kimliklerin özgürleştiği" ama "kimlik siyaseti"nin marjinalleştiği bir toplum olabilmenin oldukça uzağındadır. Değişik "kimlikler"in"doğal siyaset adresleri"nin bulunduğu, farklı yerlere gitme girişiminde bulunanların topluluk dışına itildiği Türkiye'de, bunu aşma iddiasında olan örgütlenmeler dahi, en fazla "kimlikler koalisyonu" oluşturabilmektedir.
Böylesi bir temelde yapılan siyaset ile "iktidar"ın tüm toplum adına, herkesi kapsayacak "özgürlükçü" adımlar atmasının kolay olmadığı ortadadır. Toplumsal özgürlükleri "genişletme" şiarı ile "iktidar" olanlar, bunu kendi "cemaatler"i dışına teşmil girişiminde bulunduklarında, şiddetli bir iç direnç ile karşılaşmaktadır.”
Hakikat bunlarsa, doğru hangisi?
Elinde sopa olanın söylediği mi?
Her koşulda, her durumda düşündüğünü söylemek mi?
Yazarlar
-
Taha AkyolTefessüh… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçKürt sorunu, komisyon ve Marx… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanAK Parti kendini nasıl bu hallere düşürdü… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÇeteler çağı ve muhteşem çöküş… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUAnayasa engeli olduğu halde yeniden seçilmek isteyen başkan ne yapar? 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİKimmiş bakalım devlete saldıran? 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUBüyük eşik atlandı, sıra mayınlı alanda… 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞAdemimerkeziyet: Dikey güçler ayrılığı ya da paylaşımı 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet Berkanİktidar ülkeyi yönetebiliyor mu ki? Tek kişi ne kadar yönetebilirse o kadar işte… 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTUtanmazlığın ve Çürümüşlüğün Belgesi: Sahte Diploma Skandalı 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: “İmralı’da Bir Mahkûm” 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarŞeffaf, açık ve çoğulcu 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluKalorifer kazanından rektör danışmanlığına ve öğretim görevliliğine uzanan yol: Sahte diplomaya ne g 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazAYM kararı yargıyı bağlayacak mı? 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraÇağdaş Türkiye 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİsa’nın takipçilerine sığınan Muhammed’in takipçileri 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasPara vermeden diploma alanlarımız da bunlar 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit Akçay2025’in kalanı nasıl geçecek? 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜR‘Dijital devlet’ işgali: Girilmedik kurum yok! 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEKaş yaparken göz çıkarmak 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUDemokratlar, ümmetçiler, ırkçılar 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞMeslek liseleri tartışmaları (1) 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERİki öncü şirkete nasıl sızıldı: Denetimsizliğin çürüttüğü devlet 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilBüyük Aldatmaca: Popülizmin (Halkçılığın) Yolsuzluk Ve Eşitsizlik Konusundaki Yalanları 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezEkonomiyi düzeltmekle iş bitmez 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNKalemşörler ve Çubuk Ustaları da Silah Bıraksın! 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNESiyasî kimlikler panayırı kapandı 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZTerörsüz Türkiye hedefi: Hukukun ve siyasetin rolü 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciÇürüme! 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluSistem çürümüş ki nasıl çürümüş 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞKUVVETLER AYRILIĞI YOK İSE… 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRGüvensizliğin gölgesinde siyaset: Geçen yıla kıyasla korku düzeyimiz yükseldi, peki neden? 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYABarış ve Demokratik Toplum Çağrısı; Hasta Tutsaklar 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURHayır, bu Türklük Sözleşmesi değil! 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanBatı artık Kiev’de Zalujni’yi görmek istiyor gibi 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNMisak-ı Suriye! 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANErdoğan’ın korktuğu başına geldi 3.08.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPartiler ve toplum nereye gidiyor? 3.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKBatı, Türkiye, ulus-devlet: Vazgeçmenin fırsatları ve riskleri 3.08.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRKomisyon hayırlara vesile olsun inşallah… 2.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunSuyun akışı ya da meramı barış olmak 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞZora girmiş bir anlatı: “ABD emperyalizminin değişmez stratejik hedefi bağımsız Kürt devleti” 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKEzberler bozulurken mağduriyetler de son bulmalı 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERSüreç ya da Çözüm Komisyonu 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİHıristiyanlıktaki “kurtuluş” fikrinin İslamda yeri olabilir mi? 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYAzerbaycan ile Rusya arasında savaş çıkar mı? 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUKötülük durur durur, seni de vurur! 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYAnkara, CHP, Çözüm Süreci ve Şam Arasındaki Tıkanıklık: 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRKÜRT ULUSAL BİRLİK KONFERANSI 28.07.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENBeyaz Toroslu savcı olayına iktidar nasıl bakıyor? 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünSuriye’de istikrarı sağlamak mümkün mü? 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç ve Suriye denklemi 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKİktidarın soğuk matematiği 23.07.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANTartışmayı kazanmaktan önce becermek gerek 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENKürtler, Türkler ve Araplar 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYABeşiktaş düzene karşı çıktı: Sessiz devrimin adı olacak 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerULUSAL KİMLİK DAVASI 18.07.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
21.05.2018
13.05.2018
6.02.2018
29.04.2018
22.04.2018
8.02.2018
1.02.2018
25.03.2018
19.03.2018
11.03.2018