Leyla İPEKCİ

'Kötü' karakter ve 'güzel' roman!
16.05.2012
2243

Yazar Yukio Mişima'nın 'Bereket Denizi' adlı dörtlemesinde, duruşmada geçen bir bölüm vardır.

 

Bir cinayet zanlısı, kendini savunmaktadır. Ve bu savunmayı öylesine samimi ve sahici bir dille yapmaktadır ki, izleyenler onunla insanî bir paydada buluşmaktadırlar.

Anlatım ilerledikçe okuyucu için kötülük yapmanın, şiddete bulaşmanın altyapısı da belirginleşmeye başlar ve "pekâla olabilir bu, ben de aynı şeyi yapardım" demeye başlarsınız. O kadar ki, başka türlü davranmanız ve o suça iştirak etmemeniz aptalca görünmeye başlar sizin gözünüzde. Üstelik sadece yurtseverlik gibi ideolojik gerekçelerle değil, insanî zaafların kamçılanması gibi gerekçelerle de; yani bütün emareleriyle olumlarsınız o kötülüğün işlenmesini.

Bir Japon yazardan örnek verdim ama Rus edebiyatının en usta yazarlarından Avrupa edebiyatçılarına, modern Türkiye yazarlarına dek -özellikle romanlarda- okur olarak hep benzer hissiyatlarla karşılaşırız.

Türkiye'nin yakın dönem siyasî tarihinde Mişima'nın anlattığı bu tür meşrulaşmış suçların insanda yarattığı tuhaf psikolojiyi ve patolojiyi özellikle cuntacılarla birlikte hareket eden sivil toplumcuların dünyasında gözlemliyoruz. Yaptıkları 'toplum mühendisliği'nin suça bakan yönünü hiç görmeden faşizme nasıl katkı sağladıklarını belki yeni fark etmeye başladı pek çoğu.

Bir dönem televizyon dizilerine dek (roman okumaktan ziyade dizi izleyen bir toplumuz) popülaritesi artan 'racon kesmek yerine, kelle kesen' yurtsever kurtarıcılarımız vardı. Aleni suçlar işlemelerine rağmen, kanun bu takım elbiseli kahramanları görmezden geliyordu.

Kötülüğün ötesi, dipleri, insan bilinçaltındaki izdüşümleri... Bunlar hepimizin -farklı derecelerle de olsa- ortak paydasında toplandığı ölçüde 'insanî' bulunurlar ve doğal olarak 'çoksatar'lar. Kötülüğün ardına bakma, onu tanıyabilme ve tanımlayabilme eğilimi, eline kalem almış herkes için bir bakıma geçerlidir. Çünkü geçen yazımda da belirttiğim gibi, yazmanın adalet ihtiyacıyla (şeyleri yerli yerine koyma ihtiyacı) bir ilişkisi olduğunu gözlemliyorum hep.

İhtiras, şehvet, haset, kıskançlık, tutku, korku. Bunların 'psikolojik' açılımları hepimizin insanlık algısına hitap ettiği sürece, 'haklı gerekçeler' olarak romanın kurgusundaki 'elzem' yerlerini alırlar. Cinayet işleyen ihtiyar adamın gençliğinden beri hesaplaşamadığı bir anne bağımlılığı ortaya çıkar mesela. Karısını aldatan adamın ailesinden kaynaklanan sevgisiz bir geçmişi vardır. Vesaire.

Nihayetinde aldatmanın kötü bir şey olmadığını, yalancılığın, hırsızlığın, cinayetin 'insanî' bir şey olduğunu, belki hayatta başımıza gelince itiraz edeceğimiz daha birçok şeyi: Romanlarda makulleştiririz! Ve suçluyla özdeşleşiriz kolayca.

Kendi kusurlarımıza, zaaflarımıza, inkâr ettiğimiz suçlara bakar, "demek bunda o kadar büyük bir kötülük yokmuş" deriz. Romanlar nefsimizi en sığ katmanlarından kamçılasa da, terapi yerine geçerler. Sıradan, olağan ve meşru buluruz kötülüğü. Herkesin kötülük yaptığı bir dünyada kimse de zaten artık 'mutlak' suçlu değildir.

Burda bir parantez açayım: Zaten 'mutlak' suçlu olmadığımıza dair ezeli tabiatımızdan kaynaklanan bir 'bilgimiz' de vardır: Cezası çekilemeyecek bir suç olabilir mi diye sorun kendi kendinize. Siz de bilirsiniz ki: Bağışlayan'ın, yani daha kapsayıcı söylersek Rahman ve Rahim olan'ın bu isimlerle anılması boşuna değildir! (Rahmet'inin gazabı geçmesi ise vahiyle bildirilmiştir.)

O halde bunu romana bağlayayım: Romandaki kötülük temaları insandaki bağışlanma dürtüsünü, kendi irili ufaklı suçlarıyla tanışıp arınma eğilimini de güçlendirir aynı zamanda. (Kötülüğü insanın nefsini şişirecek bir üslupla anlatmak yerine, benliği varlık seviyesine yükseltecek bir üslupla anlatmaktan bahsediyorum, yazmaya devam ettiğim son dört sanat yazısına da gönderme yaparak.)

Peki kötülüğü anlatan romanlarda bulduğumuz bu işlev, eğer içsel bir derinliğe ulaşmazsa ne olur? Okuru kendi içine döndürmezse, suç karşısında pişmanlığa, nedamete veya tövbeye götürmezse?.. Roman, bu durumda, kötülüğü ele alış biçimiyle okurun kendindeki suçluluğunu sıradanlaştırmaya, meşru kılmaya hizmet ediyor olabilir. Böyle bir eserin evrensel ve ilahi 'güzellik' ile olan ilişkisi nerededir? Nasıldır?

Suçluluk duygumuzun, yukarıda değindiğim gibi fıtri bilgimizden gelen bir 'süresi' olduğu hissiyatı ortadan kalktığında, insan kendini 'mutlak' suçlu addetmeye başlar. Ve suçu kutsamaya, kötülüğü yüceltmeye, kötü kahramanları 'Tanrılaştırmaya' başlar. Hayatta da, romanda da. 'İlk günah' anlayışını benimseyenlerin yaptığı gibi. Ve bu ezeli suçluluk duygusuyla daha fazla kötülük işler.

Hz. Adem ile Havva ilk suçu işlediklerinde pişman olup tövbe etmişler, 'ezeli günahkâr' olarak düşmemişlerdir dünyaya. Dahası affedilmişlerdir. İşte insan-Tanrı ilişkisini böyle bir nitelikle algılamak, romandaki kötü karakterlere yüklenilen 'suçlu ama nedenleri var' kurgusuna uyarlanan gerekçelerin 'mutlak' ve kuşatıcı gerekçeler olmadığını bize hisettirir. Kötülük temasını insan eliyle kutsallaştırmanın göreceliliğine ve anlamsızlığına işaret eder.

Dünyada nasılsa her kötülük yapana hak vereceğimiz bir hikâye vardır. Ama bu, insanlığın evrensel hikâyesini hakkıyla anlamaya çalışırken karşımıza çıkan mutlak bir 'arka plan' açıklaması değil, olsa olsa göreceli bir açıklamadır. Zira tüm 'neden sonuç ilişkileri'nin ötesi var. Bunu içimizden de biliyoruz. İnsan, ne 'sebepler ilmi'nin sahibidir. Ne de her 'neden-sonuç ilişkisi'ne hükmedebilir. Kötülüğü yücelten roman ile kötülüğü insanın hammaddesi olarak tanımlamadan anlatan roman arasındaki farktan bahsediyorum işte tam da!

Edebiyat eleştirmenleri arasında "bizde neden çok uzun zaman kötü kahraman yoktu?" tartışmaları bu bağlamda elbette boşuna değildi. Yakın dönemlere dek sanat eserinde 'kötülük' teması, bugün sıradanlaştırdığımız ve giderek meşrulaşan 'aleni' formlarda ele alınmıyordu. Tanpınar'ın Huzur adlı romanının kurgusuna koyduğu Suat adlı 'kötü karakter'in son derece acemi ve eklektik olduğu söylenir mesela.

Sanat üzerine tartışmalara katkı niteliğindeki bu beşinci yazımı toparlayayım o halde: İnsanın sınırlı olmasının en 'olumlu' niteliklerinden biri suç işleme ve kötülük yapma konusunda da sınırlı olmasıdır bence. Kötülüğün arızi, iyiliğin ise asli ve kuşatıcı olduğunun delili tam da burada, insanın içinde.

Kötülüğü kutsallaştırıp yücelten romanların, onu haklı gerekçelere dayandırarak 'mutlak' addettikleri sürece 'güzel' ile olan ilişkilerinin zayıf kaldığını düşünüyorum. Bu tür romanların insanın 'evrensel nitelikler'ini kuşatamadıklarını gözlemliyorum. Bizzat böyle öyküler yazmış biri olarak hem de... (Sanat eserinin 'güzellik ölçüsü' üzerine farklı okumalarla düşünmeye devam edeceğim.)

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar