Murat BELGE
Popülizmin son başarısı Britanya’da Avrupa Birliği referandumu oldu. Bu kampanya boyunca yalan dolandan geçilmedi ama bunların en parlak –ve en etkili– olanlarından biri, “haftada 350 milyon sterlin AB’ye veriyoruz” palavrası oldu. “Şu AB’den çıkarsak haftada 350 milyon cebimizde kalacak”! Bu paranın Sağlık Hizmeti’ne aktarılabileceği söylendi. Evet, Margaret Thatcher gelip mahvetmeden önce Britanya’nın iyi çalışan ve herkesi memnun eden bir sağlık servisi vardı. Ama 350 milyon masalını dinleyenler herhalde bunun azıcık da olsa bir kısmının kendi ceplerine gelebileceğini hayal ediyorlardı. Oysa asıl hayal olan böyle bir paranın varlığıydı.
Düpedüz yalandı, ama milyonlarca insan bu yalana inandı. Neden inandı? Çok mu iyi uydurulmuş bir yalandı? İnanılmaz bir inandırıcılığı mı vardı? Hayır, basit bir yalandı. Ama inandılar, çünkü inanmak istiyorlardı.
Burada bir kesim insan da Kabataş yalanına, üstüne işenen başı bağlı kadına ya da Dolmabahçe yalanına, camide bira içildiğine inandı. Sonra böyle şeyler olmadığı açıklandığı zaman da bu kesim inanmaya devam etti. Bugün de birileri size bunları olmuş şeyler olarak anlatabilir. Kasıtlı yalan uyduranlardan söz etmiyorum. Onlar başka bir kategori. İçtenlikle bunlara inanan “saf” insanlardan söz ediyorum.
Sahiden çok “saf” mı? Belki de değil. Galiba değil. Çünkü işin içinde “inanma ihtiyacı”da var. Emekli İngiliz işçi her hafta 350 milyonun Avrupa’ya gittiğine inanıyor, çünkü inanmak istiyor. Bir başka popülist de her hafta AB’den 350 milyon sterlin geldiğine dair bir masal kurgulayabilir. Ama bizim birinci emekli işçi bu masalın alıcısı olmaz. Çünkü o AB’nin kötü olduğuna kötülük getirdiğine inanmak istemektedir. Paranın gittiğine dair söylentiyi hemen alır, kabul eder. Geldiğini söyleyene rastlarsa bin tane soru sorar: nereden geliyormuş, nereye gidiyormuş, nasıl dağılıyormuş, neden beş kuruşu bize uğramıyormuş v.b?
Peki, ne yapacağız? Popülistler kazanıyor diye biz de “öyle yap”acaksak, sahiden masal mı uyduracağız, Avrupa’dan bize her hafta para gelecek diye?
Elbette ki hayır. İnsanları popülist yalanlardan olgulara ve doğrulara yönlendirecek dili bulacağız. Benim “popülizm”im bu kadar.
Daha önce de bir yerlerde yazmıştım: 1969’da İngiltere’ye gittiğimde Gramsci’nin adını duymuştum, başka da bir şey bilmiyordum hakkında (yani “teorik” katkıları hakkında). Üniversitenin kitapçı dükkânında İngilizce kitabını gördüm, hemen aldım. Yeni yeni İngilizce’ye çevriliyor, sözü ediliyordu. Kitabını fazla yakınlık kuramadan okudum, sonuna doğru bir yazıyı ise hiç anlamadım. Komünizmi benimsemiş halktan bir adam bir burjuva iktisat profesörüyle iktisat ve sömürü, artık-değer gibi konuları tartışmak zorunda kalıyor. Profesörde laf bol! Nasıl tartışacak onunla? Dinleyenler hangisini haklı bulacak v.b? Bana çok önemsiz göründü. Böyle bir durum hayatta kaç kere olur? Olsa ne olur? “Halktan adam”, işçi yada köylü, Komünist olmuşsa zaten sorun yok. “Bizim taraf”a geçmiş ya! Herhalde böyle şeyler düşündüm.
Gramsci, şimdi tekrarlamam gereksiz, örneğin bir seçim ortamı düşünüyor; sosyalizmin büyük bir ikna mücadelesi olduğunu düşünüyor v.b. Bunları anlamam biraz vakit aldı.
Buna ekleyeceğim bir kişisel anım var. Yetmişlerin sonuydu, bir sendika eğitimi için Adana ve Gaziantep’e gitmiştim. Antep’te (bir Türk-İş sendikasındayız) dediler ki 25-30 dinleyici gelecek; hepsi solcu değil; AP’li olanlar var, iki üç MHP’li bile var.
Böylesine hiç rastlamamıştım, biraz gerildi. Ertesi gün bir şeyler anlatırken bir yandan da merakla bakıyorum, bir “öfke”, “protesto” filan gösteren biri var mı (olmadı öyle biri). O arada bir adam dikkatimi çekti. O da hep dikkatle bana bakıyor. Ama bakışı kötü değil.
Neyse, eğitimler bitti, akşam oldu. Tabii kebapçıya gidildi, rakılar da söylendi. Sendikalar, seminere katılan işçilerden ikisini de davet etmişler ve bunlardan biri o dikkatimi çeken, uzun boylu, orta yaşlı adam.
Bir iki tokuşturmadan sonra, “Hoca”, dedi. “Ben daha dersin başında senin gözünün içine baktım, rakıcı olduğunu anladım. Ondan sonra zaten ne anlattığını hiç dinlemedim, hep gözünün içine baktım.”
Buyurun bakalım, en dikkatli öğrencim meğer ne dediğimi hiç dinlemiyormuş! Sosyalizmde buluşmaya çalışıyordum, meğer rakıda buluşmuşuz.
Evet, anı bu, hikâye bu. Peki, ne yapacağız bu adamı? Sosyalizm için mücadele edeceğinden hiç şüphem yok. Ediyordur da zaten. “Rind-meşrep” olduğu belli. Bu yapısıyla çevresinde birilerini sosyalizme ikna ediyordur da. Ama “işçi sınıfının ekonomik mücadelesi şöyledir, siyasi mücadelesi böyledir”... böyle laflardan hoşlanmıyor. “Akşam olsa da bir rakı içsek” diye geçiriyor içinden.
İnsanlar nelerden hareketle “şucu” ya da “bucu” olurlar? Bu, çok zaman aile ya da arkadaş kanalından yürür. Bazı öğretmenlerin payı olabilir. Çok rasyonel midir seçimler? Hayır, hiç değildir.
Beni “rakıcı”yım diye seven o işçi söylediğimin de doğru olduğuna mührünü basar. “Rasyonel” mi? Elbette değil. Ama “değil” diye ne yapacağız? “Arkadaş, rakı sevmek devrimci ayağa gitmez” diye diskur mu geçeceğiz? Nedir amacımız, “İyi Ahlâk Cemiyeti” mi kuruyoruz? Yoksa Felsefe Kulübü mü?
İnsanlar yaptıkları işin içinde bütün kişilikleriyle varolurlar. Rakı seveni, çapkınlık seveni, futbol seyretmeyi seveni, tavla oynamayı seveni... böyle gider. Onları tek bir özellikleriyle ya da tek bir kanaldan yakalamaya çalışmak yanlıştır. Sivil politika, bireyleri otomatlaştırmaz.
Altmışlarda, Türkiye’de sosyalizmin gençlik yıllarında, 141-142’nin kaldırılması sorununa çok önem verirdik – özellikle 142’nin. Bu bizim yaşlı kuşaktan öğrendiğimiz bir şeydi. Egemen sınıflar, işçi sınıfı ve ezilen halk kesimleri “sınıf gerçeği”ni öğrenmesin, bilmesin diye bu yasağı koymuştu. Yasaklar kalksa ve biz kitlelere “sınıf gerçeği”ni olduğu gibi anlatabilsek, bu iş bitmiş demekti!
Bizim 141-142. maddelerimizin benzeri olmayan ülkeler vardı – hem de kapitalizmin anayurdu. Oralarda sınıf gerçeği, mücadelesi, proletarya diktatörlüğü ve daha birçok şey anlatılabilmişti – ama devrim mevrim olmamıştı. İşin burasını pek düşünmüyorduk. Sonunda biz de anlattık, 141-142’nin kalkmasını beklemeden bizde de devrim falan olmadı.
Nihayet işçi sınıfına doğruyu anlatmanın coşkusu! Anlatılan “doğru” olduğuna göre, anlatması yeterli. Bir de bunu süsleyip püslememize gerek yok. Oysa öyle değil. Zamanlaması, “paketlemesi”, anlatılanın kendisi kadar önemli – daha önemli değilse.
Harun Karadeniz’in cevval bir zihni vardı. Okulda ders verir gibi “gerçekleri anlatma”nın iyi bir yöntem olmadığını deneyerek anlatmıştı. Başka türlü, canlı, vurucu yöntemler arıyordu. Örneğin bilinen bir türkü yakalamış:
Saray yolu düz gider.
Bir edalı kız gider.
Kız (ya da “yar”) yolunu şaşırmış,
İnşallah bize gider.
“Yahu,” diyor Harun, kız ‘saray’a gitmek için yola çıkmış. ‘Saray’a giden kız hiç bize gelir mi?” Ve oradan “sınıf”a gitmeye çalışıyordu. Onun bu yaklaşımında şakacı, hattâ “oyunbaz” bir şey vardı. “Saray”ı da bir kasabanın adı olarak değil, sahiden zenginlerin sarayı (henüz Erdoğan’ın sarayı yok) gibi yorumluyordu. “Ciddi” bir şey anlatmadığı belliydi, ama vardığı nokta ciddiydi, çarpıcıydı.
Harun’un ömrü çok kısa sürdü. Zaten Türkiye’de sosyalizm pratiği böyle şeyler denemedi. Benim bildiğim, hatırladığım bir “popülizm” örneği var ki o da olmasa daha iyi olurdu. Altıncı Filo gelmiş, bizimkiler halk arasında ajitasyon yapıyor. Neymiş? “Bu Amerikalı askerler genelevlere gidip Türk ....... ........!” Onun için, anlaşılan, geneleve varmadan yakalayıp denize dökmek gerekiyordu. Bunun beklenen sonucu verip vermediğini bilmiyorum ama bunu “tarihî” bir popülizm örneği olarak anabilirim. Ardından da, en olmaması gereken popülizm biçimi olduğunu ekleyerek.
Sağın popülistleri, “popülizm”i, insanların “en az övünülecek” özelliklerine hitap etmek olarak anlarlar. Yıllar önce Son Havadis gazetesi (AP taraftarı) bir televizyon reklamında “köşeyi dönmek” deyimini kamu önüne çıkarmıştı. “Haydi, haydi, köşeyi döndünüz,” filan diyordu adamın biri ekrandan; çirkin çirkin göz kırpıyordu.
Bu reklamdan bir örnek. Basında bu iş gırla gider. “Bulvar basını”nın temeli budur. Bu işlerin uzmanı olmuş adam, “Şimdiye kadar gıdıklanmamış hangi günah istekleri var insanların?” diye düşünür. “Hangi gizlediği kirli yerine hitap edebilirim?”
Siyasette de malûm. Siyasi eğitimi ve kültürü yetersiz bir toplumda demokrasi aynı kelime kökünden türeyen “demagoji”ye çok kolay dönebilir.
Çağın genel gidişinde bunu teşvik eden eğilimler var. İnsanların siyasete ilgileri ve siyaset hakkında bilgileri gitgide azalıyor. Birçok “demokrasi”de seçimlere katılım oranlarının düşüklüğü gerçekten endişe verici derecelerde. Bu, kısmen, bir güvenin sonucu. “Yönetenler ne yaptıklarını biliyorlardır” güveni. Sırtını görece sağlam yere dayamış toplumlarda öyle oluyor da. Ama, işte Britanya’daki referandum! Sorumsuz popülizmin işleyişi gözümüzün önünde. “Ülkelerini geri aldılar” böylece. Bakalım bu geri almak, gerçekte, ne anlama geliyor?
Benim zihnimde “sol bir popülizme gerek var mı?” ardından da “sol bir popülizm mümkün müdür?” sorularının şekillenmesinin sürecini kısaca özetleyeyim. Birincisi, Türkiye gibi bir toplumda, “seçim” kurumunun belirleyici bir yeri ve önemi olması. Şu anda Tayyip Erdoğan’ın hesaba kitaba gelmez istekleri ve politikalarıyla bir hayli çığırından çıkmış bir görünümü var. Ama burası, her darbede darbecilerin, “En kısa zamanda seçime gideceğiz” diye teminat verdiği bir toplum(du).
Gramsci’nin “siper savaşı” metaforuyla sınıflandırdığı toplumlarda seçim bu belirleyici rolü oynuyorsa, “ideoloji” fazlasıyla önem kazanır. Sosyalizm mücadelesi nihaî olarak insan zihinlerinin içinde verilen ve orada devam eden ve devam edecek olan bir mücadeledir. Üstelik bu yol düz, dönüşü olmayan bir yol da değildir. İttifaklar sürekli bozulup yeniden kurulur. Üstünde durduğumuz alanın kendisi dinamik ve değişkendir. Çünkü ideoloji hiçbir zaman durmaz: nesnesi olan şeyler o kadar değişken olmayabilir, ama o nesnelerin ideoloji içinde açıklaması habire değişebilir. Tabii ideolojinin de değişmezleri, daha doğrusu “zor değişirleri” vardır. Kısacası, kendine özgü kuralları olan, inanılmaz derecede karmaşık bir âlemdir ideoloji düzeyi (dünyada kaç insan varsa o kadar da özel ideoloji var).
Siyaseti bir sosyalist olarak düşünüyorum doğal olarak. Ucunda sosyalist bir toplum görünen bir süreç içinde siyaset yapmak olarak anlıyorum. Bu, önceden çizilmiş, belirlenmiş bir yoldan geçtikten sonra (diyelim, “üç vakit içinde) varılacak bir yer değil. Süresini bilmenin imkânı yok; kısmen şimdiden eriştiğimiz bölümleri de olabilir, daha uzun zaman erişemeyeceğimiz bölümleri de. Ayrıca, “yer” derken, bir “ev” gibi, “bina” gibi, yapılmış, bitmiş bir yerden de söz etmiyorum. Yol gibi o da her an değişken, oynak. Çünkü o aynı zamanda zihnimizde ve zihnimizdeki “sosyalizm” kavramı değiştikçe şüphesiz o da değişiyor. Bundan otuz yıl önce “sosyalist toplum” diye zihnimizde canlandırdığımız düzende (“bizim” demesek de olur, her yerde, herkesin zihninde) “kadın-erkek ilişkileri”ne nasıl bir yer veriyorduk, nasıl anlıyorduk?
Bir de “eşitsiz gelişme” var tabii. Aynı nesnel zaman diliminde yaşayan milyonlarca insan öznel olarak aynı zamanı yaşamıyor. Bir toplumda yaşanan sorunların, hem de bayağı yakıcı sorunların hepsi sosyalizmin çözeceği şeyler değil. Sosyalizmi sermaye ile emeğin arasındaki çelişkiyi emek lehine çözecek bir toplumsal sistem olarak kabul ediyorsak, bu toplumdaki Sünniler’in Aleviler’e bakışını, yaklaşımını emek ile sermaye arasında bir çelişki olarak görmek mümkün değil. Bayağı çok sayıda “vatandaş”ımızın sergilediği derin Kürt düşmanlığı da sermayenin bir işlevi ya da gereği değil. Şematize ederek söylersek bunlar kapitalizme varmadan çözülmesi gerekecek sorunlardı. Ama bunu söyleyince gene bir tür “teorisizm” yapmış oluyoruz. Sünni olan Müslümanlar’ın Alevi olanları “dinden sapmış” sayması bu toplumun tarihinin bir olgusu ve bu toplum şu 2016 yılına bu tarihle gelmiş. Başımızı çevirip çevreye bakındığımızda yalnız bizim değil, dünyadaki hemen hemen her toplumun ideal burjuva toplumunun normlarına ulaşmadığını görüyoruz. İşet Amerika’da “ırk” sorunu yeniden alevlendi. Sosyalist Çin’de ulusal sorun var. Yani, kısacası, her toplum tarih yolunda bagajında yığınla demokratik –çözülmemiş– sorun taşıyarak gidiyor.
Din gibi, etnisite gibi sorunlara değindim. Bunlar ön planda elbet. Ama genel eğitim konuları, yukarıda değindiğim kadın-erkek ilişkileri, daha bir yığın konu, sorun eşitsiz gelişme çerçevesinde.
Uzun lafın kısası, dünyanın bugünkü yapısında, geçmişten kalan bir yığın sorunla geleceğin kendini belli etmeye başlamış birçok sorununun bir arada, içiçe yaşandığını görüyoruz. Bu sorunların tanınması ve tartışılması, Mouffe ve Laclau’nun zamanında “popüler-demokratik” olarak niteledikleri bir söylem tarzı gerektiriyor. Bunu anlatmaya, örneklendirmeye çalışıyorum.
“Popülizm” yıllardan beri sağın elinde olan, oldukça etkili bir araç. Genel ideoloji içinde zaten varolduğu için, sağın bunu kendi istediği biçimde eğip bükmesi, daha teorik kavramıyla “eklemlemesi” kolay oluyor. Solun da buna karşı kendi eklemleme tarzını oluşturması çok önemli bir gereklilik.
Bunun ne demek olduğunu her yerden daha belirgin bir biçimde, son on beş, yirmi yıldır Türkiye’de görüyoruz.
“Popülizm” kavramı, “izm” ekiyle, demokratik cephede tepki uyandırıyor olabilir. Bu, haklı bir tepki. O halde, “popülist faşizan”a karşı, “popüler-demokratik” eklemlenme diyelim.
Zaman buldukça bu konuyu tartışmaya devam edeceğim.
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUSizin en sevdiğiniz tahakküm hangisi! 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSiyasi gündem notları: Üç süreç nerede kesişir veya nerede kopar? 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMRuşen Çakır’ın Abdurrahim Semavi ile Kürt açılımı görüşmesi 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKYolsuzluklar, barış ve biz 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZ12 Mayıs, Bahçeli, mecburiyetler 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYOtoriterlikten Demokrasiye 12.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluBilek güreşi yoksa masayı mı kıracak? 28.04.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANRahip Brunson ve öğrenci Rümeysa 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYKopukluk ve “Anadolu Kırılması” 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARŞizofrenik yurttaşlık 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan CEMALTerörsüz Türkiye! İyi güzel, peki ya demokratik Türkiye?.. 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNTrump Küreselleşme Sürecini Geriye Döndürebilir mi? 13.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBoykot ve sokaklar neden bu kadar korkutuyor? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTCoğrafya kaderimizmiş… 23.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç, umut ve endişeler 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENÖcalan'ın ilk barış çağrısından 27 yıl sonra... 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezCumhur İttifakı'nın ‘muhalefeti dönüştürme görevi…’ 28.02.2025 Tüm Yazıları
-
Doğan AKINAhmet Sever: Eşsiz, kırgın, yalnız… 26.02.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
9.06.2025
23.05.2025
21.05.2025
12.05.2025
5.05.2025
22.04.2025
31.03.2025
17.03.2025
10.03.2025
7.03.2025