Murat BELGE
Altmışlı yıllarda Komünizm Türkiye için “olabilir” bir “tehlike haline geldi. O yıllarda (ve hâlâ) herkes Komünizm’den ne anlıyordu, en başta, “Ben Komünist’im” diyenler ne anlıyordu, ayrı hikâye. Ama artık böyle bir şey hayatımızda vardı.
63-64 gibi tarihlerde, Almanya’ya gitmeye hazırlanan babama dert yanan bir aile dostu (burjuva) hanımın korkusunu anlatışını hatırlıyorum: “Beyefendi, bu iş böyle giderse sosyalizmle, komünizmle kalmaz, ekonomik vaziyet de değişir!”
Bu hanımın Komünizm’den ne anladığını anlamak haliyle zor.
“Komünizm tehdidi” başlamıştı ama o tarihlerde bu tehdidi oluşturanlar “bizim çocuklar”dı: albay Sıddık Bey’in oğlu, avukat Nazif Bey’in kızı v.b. “Gençlikte olur, büyüyünce geçer.” Hani bu saf çocuklar böyle ateşle oynarken birilerine oyuncak olur, memleket tehlikeye girer (“Ruslar gelir”), bunlar da mümkün. Ama sonunda çocuklar “bizim çocuklar”.
“Bizim çocuk” olmayan biri daha vardı resmin içinde: Kapıcı! O tarihlerde İstanbul’da orta sınıftan insanların, özellikle de hanımların (büyük çoğunluğu “ev kadını”) dünyasında böyle bir potansiyel düşman vardı. Gelmez ya, gelecek olsa Komünizm, naylon çorap kalmayacak, ruj, rimel, oje üretilmeyecek. Böyle tehlikeler var, ama daha önemlisi, “bizim daireye kapıcı gelip yerleşecek”! Bir sürü daire olan bir apartmanda kapıcı bunların hangisine yetişecek, bunu düşünmüyorlardı. Kapıcı, gizli gizli, bizim daireye yerleşmeye hazırlanıyordu.
“Komünizm tehdidi”nin sınıfsal boyutu böylece, “kapıcı” kanalıyla, bilinçlere yerleşti. Aradan geçen yıllarda devrimciler kapıcıları ikna etmeyi başaramadılar ve bu tehlike zihinlerde tavsadı, unutuldu. Kapıcılar yalnız apartmanın değil, sağcı Türkiye’nin kapılarını da cansiperane korudular.
Ama Türkçe’de bir deyim vardır: “Ayaklar baş oldu.” Bu hiç olmadı ama “ya olursa?” korkusu da eksik olmadı.
12 Eylül’de DİSK’in yargılanmasında iddianamede resmen yer almasa da, asıl büyük suçlama, “ayakları baş yapma” girişimiydi.
Sınıf farkına aldırış etmediği söylenen Türk milleti sınıf farkına fena halde aldırış eder. Onun için bu “ayakların baş olması” sorunu ciddi bir sorundur. Avrupa toplumlarının ciddi bir feodal geçmişi ve aristokratik bir geleneği olduğu için (bunun “iyi” bir şey olduğunu söylemiyorum), orada insanlar böyle bir “tehlike”yi fazla umursamazlar, çünkü herkesin yeri bellidir. Ne toprak sahibi bir aristokrasi ne de sermaye sahibi bir burjuvazi geleneği kurulabilen Türkiye’de kim kalburun üstünde, kim altında, devlete yakınlık ve bunun bir sonucu –ya da nedeni– olan eğitim türüne ve derecesine büyük ölçüde bağlıdır. İşin başında, Galatasaray’da lise, Mülkiye’de üniversite “tahsili” yapmış olmak, yapanı “elitler” arasına sokardı. Zaman geçtikçe bu işler karıştı durdu. Onun için, ayakların baş olması sorunu da gitgide ciddileşti.
Altmışlarda sosyalizmin zuhuru “kapıcı” tehlikesini düşündürmüş ama düşündürdüğüyle kalmıştı. Son dönemde AKP ile birlikte kapıcı, bakkal çakkal, inşaat çavuşu ve daha niceleri, uzak değil şurada, hemen yanımızda, soyut değil gayet somut, ter kokusuyla v.b. beni, “bizi” itekleyerek, aramıza karıştı. Benim daireme henüz yerleşmediler, çünkü onlara yığınla daire yapıldı. Ama bana talimat verir konuma geçmeye başladılar.
Anlatmaya çalıştığım bu “sınıf” algılamasının oldukça iyi bir örneği malum “başörtüsü/türban” sorunsalının bir “veçhe”sidir. Öteden beri üniversitelerimizde kadın odacılar vardı. Bunların başlarını örtmesi de kimseyi ilgilendirmez, yadırgatmazdı. Sık sık söylendiği gibi, başını –hem de özel bir biçimde– örtmüş kızlar öğrenci olmaya başlayınca kızılca –ya da “yeşilce”– kıyamet koptu. Çünkü bu kızlar bizimle aynı “sınıftan” oluyordu, ama başları bağlıydı. Buna izin verilemezdi. Dolayısıyla hemen “ikna odaları” kurdular v.b. Biliyorsunuz, hep birlikte yaşadık bunları.
Şimdi bir başka kişisel anıya geçeceğim. Doksanlarda Belediye seçimleri yapıldı ve Konya’da Refah adayı –adı Halil Ürün olarak kalmış aklımda– seçimi kazandı. Bu, İslâmcılar için önemli bir kazançtı. Yeni Belediye bir panel düzenledi, ben de konuşmacı olarak davet edildim. Abdurrahman Dilipak, Hüseyin Hatemi v.b. gittik.
Bir önceki ANAP’lı Başkan Konya’da bir Belediye Başkanı Konutu yaptırmış. Konut bitmiş, ama yerleşmeyi seçim sonrasına bırakmış, nasıl olsa kazanacak ya... Gel gör ki kazanamamış.
Konya’ya varmamızla birlikte bu Konut’un lafı açıldı ve bitmedi. İnanılmaz bir lüks! Şöyle lüks, böyle lüks ve son nokta, banyoda musluklar – bunlar altındanmış!
Panel bitti, öbür törenler bitti, son numara olarak bu Konut’a götürüldük. Evet, “pahalı” denecek bir malzemenin kullanıldığı, iki katlı zevksiz bir ev. Mobilya pahalı olabilir ama berbat. Ünlü altın musluklar banyoda, ördek başı biçimi verilerek yapılmış. Söylenmese altın olduğunu anlamam, ama anlayınca da ancak “saçma!”, “abes” diyebileceğimiz bir şey.
Asıl aklımda kalan, bizi gezdiren gençler. Onlara baktıkça kendi gözümle görmediğim bir tarihî sahnenin nasıl bir şey olabileceğine dair fikir edindim. 1917’de Kışlık Saray’a giren işçileri, köylüleri görür gibi oldum. Tabii Kışlık Saray’da olan lüksün de, zevkin de, zerresi yoktu burada. Ama “Demek bu adamlar böyle bir lüks içinde yaşıyor!” duygusu, o gıptayla karışık öfke, sanırım bir hayli ortaktı. O tarihte Rusya’da onlar, bu tarihte Türkiye’de bunlar, sosyolojik veriler bakımından birbirlerine uzak sayılmazlardı.
Bu sahneye “popülist” olarak bakınca, andığım o “gıpta”da bir sorun yok. “Onun var da bende niye yok”, bu tip halkçılıkta normal karşılanacak ve hattâ teşvik edecek bir duygudur ve AKP çizgisi zaten başından beri bunu başarıyla yapmıştır.
Bir sosyalistin bunu görebilmesi, anlayabilmesi gerekir. Ama aynı zamanda o “gıpta”yla bakanların bunu aşmalarına yardımcı olması, onlara başka olabilir bakış açıları sunması gerekir. Bu, en “düz”ünden, o altının bir sömürü aracı ve sonucu olarak orada bulunduğunu söylemeyi zorunlu kılmaz. Belki musluktan akan su açısından altın veya pirinç olmasının farketmeyeceği, muslukta kullanılmanın altın için akıldışı bir israf olduğu, bunun görgüsüzlük ve zevksizlik olduğu, buna benzer birçok başka şey söylenebilir. Tabii “didaktik” olmadan, “ders verme” havasına girmeden. Yani konuyu “onda var, bende yok”tan ileriye taşımak, işin içine estetiği, başka düzeyleri katmak, alanı genişletmek iyi olur.
Konut’tan önce kentin zengin RP’lilerinden birinin evinde öğle yemeğine gitmiştik. Bu evde kullanılan malzeme sanırım daha da pahalıydı (çini kaplı duvarlar v.b.); “zevk” bakımından da iki “ev” arasında herhangi bir fark yoktu. Ama o evin sahibi bizim arkadaş olduğu için ona bir laf eden de yoktu. O, “bizden” olduğu için, evini ve lüksünü hak ediyordu.
Aklımdan kalan ayrıntılardan biri de telsizler! Yeni Belediye kazanılmış ya! Belediye’nin bu yeni kadroları telsizlerini edinmişler, pek kıvançlılar telsiz taşımaktan. Bu ekonomik değil, “sosyal” bir “sınıf atlama” durumu. Telsiz eşittir otorite. Bu zamana kadar başkalarını telsiz taşırken seyretmişler, şimdi kendileri o mertebeye erişmiş.
“Sınıf”, sosyalizmin çok temel bir konusu, sorunu. Egemen sınıflar sorunu var tabii. Ama egemen-olamayan sınıflar sorunu da var. Ayrıca, o da yetmiyor, “egemenleşmeye-başlamış-sınıflar” sorunu da ekleniyor – anlatmaya çalıştığım gibi.
Bu “var” ve “yok” kutuplaşması karşısında bizim hangi tavrı alacağımız sorunu, olan durumu ve olmasını istediğimiz durumu hangi ideolojik ögeleri ne şekilde eklemeyeceğimiz sorunu hayatî: “onun var benim yok”; “bende yoksa onda da olmamalı”; “bende daha iyisi/büyüğü/pahalısı/v.b. olmalı”; “herkeste olmalı” “emeğe göre olmalı”; “önemli olan ne olduğu değil, nasıl paylaşıldığı” v.b...
Popülistle sosyalisti (ve öteki “izm”leri) birbirinden ayıracak şey bu eklemlemelerdir. Ögeler üç aşağı beş yukarı aynıdır ama eklemlenmeleri değişiktir. Sıkça verdiğim örnekle, hangi durumda “iyi adam lafının üstüne gelir” deriz? Hangi durumda “İti an, taşı al” demek durumu daha iyi anlatır? Bu bir kişisel “öznellik” durumudur, ama elbette bir “sınıf öznelliği” de vardır.
***
Gezi protestosu sırasında Tayyip Erdoğan çok öfkelendi ve ileri geri konuştu. “Çapulcu” dedi, örneğin. Bir ara “ayaklar baş oldu” deyimine de sarıldı. Bunu bir şey düşünerek mi yaptı, bilemiyorum. Ancak o protestoyu yapanların önemli bir kısmı “Kasımpaşalı Tayyip”in “baş” olduğunu düşünmeyecek ailelerin çocuklarıydı.
Gene o tarihlerde Tayyip Erdoğan kendi “şahbazlar”ını evlerinde tutmakta güçlük çektiğini söylüyordu. “Gezi”dekilere karşı “Yenikapı” oluşmaya başlamıştı. Yani Erdoğan geleneksel Kemalist Türkiye’nin (ya da “La Turquie Kemaliste”) “ayak” ve “baş” pozisyonunu değiştiriyordu. 2000’lerin Türkiye’sinde ne olduğunu anlamak için araştırmaya, incelemeye buradan başlamak gerekiyor bence.
İslâmî ideoloji aslında ikincil. Tabii çok önemli çünkü AKP iktidarıyla başa güreşmeye başlayan kesimlerin tevarüs ettiği ve tartışmadan benimsediği ideoloji bu. Dolayısıyla elbette son derece önemli; ama onun “egemen ideoloji” olmasının ve onun tam da bu şekilde “eklemlenmiş” olmasının sınıfsal, maddî nedenleri var.
Darbe girişimi sonrası “Demokrasi Nöbetleri” karşımızda anlamlı bir olgu. Oraya gidenler, o nöbeti tutanlar, klasik Türkiye’nin “ayaktakımı”. Nişantaşı’ndan oraya giden yok, kapıcıları saymazsak. Yani Cumhuriyet’in de kendinden önceki çağdan devraldığı ve kesinlikle gideremeyip ancak keskinleştirdiği sınıfsal terslik devam ediyor. Yoksul halk geleneksel ideolojik yapısını sürdürüyor. Siyasette de “sağ” denilen cenahta yer alıyor. “Varlıklı” ve “okumuş” olanlar, Batı toplumlarında kitlesel olarak “sağ”da olması beklenecek kesim, burada tanımı kendinden menkul bir “sol”da!
İşin başında şu anda, bütün bunları yaşayarak öğrenen ve çok iyi bilen, çok iyi kullanan Tayyip Erdoğan var. “Demokrasi Nöbeti” dedik: buna Erdoğan’ın ihtiyacı var: 1-) Gene bir darbeye başvuracak muhtemel düşmanlara karşı “Bu milyonlar benden yana, size karşı” diyebilmek için; 2-) Tayyip Erdoğan’a karşı sırayla umudunu, saygısını ve sabrını kaybetmiş Batılı siyaset dünyasına “Bu toplum benim çevremde kenetlenmiş durumda. Beni aşarak bir şey yapamazsınız” diyebilmek için.
Ama “Demokrasi Nöbeti”nin nöbeti tutanlar açısından, bu iki taktik avantajın ötesinde bir değeri var. Hayatlarında çok şey kazanmaya alışmamış yoksul kitleler (ve paraca o kadar “yoksul)” olmasa da “müesses nizam”ın efendilerinin “ayaktakımı” saydıkları) bir zafer kazandılar. Bu zafer şu kadar lira olarak ceplerine girmedi (bilemem, bir “Fethullahçılar’dan kalma mal paylaşımı” türünden çılgınlık da yaşanır mı); ama ortada kazanılmış bir şey var.
Burada “maddî teşvik”, otobüse, metroya biletsiz binmenin ötesine geçmiyor ve bu da cereyan eden olayın mahiyeti hakkında bir şey söylüyor.
“Askerî darbe” girişimine karşı kazanılmış zaferi Mehterhane’nin “şanlı ordu, şanlı asker” nağmeleriyle kutlamak ve bütün bu furya, olaya “rasyonalist” bir gözle bakmaya çalışan birine “absürd” gelebilir; ama işin temelinde şaşmaz bir psikolojik mantık, nedensellik v.b. var. “Kırk gün kırk gece düğün” v.b. popüler–ideolojik eklemlenmeler yerli yerinde; bu mekanizmalar işlemeleri gerektiği gibi işliyor.
***
Sokaklara, meydanlara dökülen bu kitleler nesnel gözle ve bir dünya görüşü düzeyinde bakıldığında bu cesareti göstermekle Türkiye’de demokrasiyi bir saldırı karşısında savundular. Ama onların “öznel” gözüyle bakıldığında anlaşılan durum bu değil. Çünkü bütün bu kitlesel coşku ve gösteriler arasında içinde “demokrasi” geçen bir slogan yok – yukarıdan hatırlatılmadıkça. En çok duyulan şey “Ya Allah! Bismillah! Allahüekber!”
Onlar “demokrasi” gibi soyut sayılacak değerler için değil, bugünkü düzeni devam ettirmek için hayatlarını tehlikeye atmışlar.
Bu hissediliyor ve Tayyip Erdoğan’dan hoşlanmayan (ve sayıca hiç de az olmayan) kesinde bir hoşnutsuzluk yaratıyor. Şimdi kalkıp “Vah vah! Ne güzel darbe oluyordu, olamadı” diye hayıflanmak pek kolay değil; ama içinden bunu geçiren çok kişi var.
Benim duygum değil bu. Ben de, “Ne güzel ‘Allahüekber’ diyorlar” diyenlerden değilim ama halk sözkonusu olduğunda “ayak takımı” nosyonundan gitmem. Rasyonel düzeyde doğru bulmam; duygusal düzeyde çok çirkin bulurum (daha bir yığın “egemen sınıf” davranışı gibi).
Yeni yaşadığımız bu somut olayda halkın sokaklara dökülmesine ayrıca pozitif bir değer veriyorum. Ezik büzük, başını dik tutamayan bir toplum olmaktan çıkış anlamında, demokratikleşme yönünde bir dönüşüm bağlamında çok önemli bir adım atıldığını düşünüyorum. Tayyip Erdoğan konusunda eleştirilerim belli. Ama bundan elli, yüz yıl sonrasının tarihyazımında Türkiye’de halkın (hiç değilse bir kesiminin) siyasî olgunlaşmasına önemli katkılarda bulunmuş bir siyaset adamı olarak anılacağını da tahmin ediyorum.
***
Gene bir anıyla bitireyim.
Mina Urgan’la Halet Çambel Kolej’den, çocukluk arkadaşıydılar. İkisi de Komünist’ti.
Halet Hanım herhalde Karatepe’de çalışırken Mina’yı da çağırıyor. Arkeolojik kazıda bulunanlar ilginç, önemli. Çevre de ilginç.
Bunu bana Mina anlatmıştı. Bir akşam köylülerle yemeğe oturuyorlar: sedirler, yastıklar, yer sofrası, sini v.b. Mina eski arkadaşı Halet’in bazı eksantrik davranışlarda bulunmasına alışmış; “Ama olmadık bir şey yaptı,” diyor; “peçeteyi yemeye başladı!”
Çok geçmeden Halet’in yediği şeyin “peçete” olmadığını; genellikle “lavaş” tabir edilen yufka ekmeği olduğunu Mina da anlıyor.
Böyle bir hikâye Mina Urgan’ı “ridiculiser” etmek için anlatılabilir. Ben böyle yapmıyorum. İstanbul’da belirli bir çevrede doğmuş Mina Urgan (o yıllarda “Anadolu gezme” imkânı ne kadar var?) böyle bir ekmek çeşidi olduğunu bilmek zorunda değil; “Vay, daha lavaşı bilmeden Komünist mi olmuş?” demeyi de anlamlı bulmuyorum. Komünizm öncelikle bir “zengin/fakir” sorunsalına oturmak zorunda değildir. Entelektüel bir konudur, bir seçmedir ve insan Komünist olmak için “lavaş” bilmek zorunda değildir.
Ama bir şey var burada: vurgulanması gereken bir şey: Mina Urgan’ın Mina Urgan olma hakkı var – hepimizin olduğumuz kişi olma hakkımız olduğu gibi. Ama şu anekdotun Mina Urgan’ın yaşadığı toplumda sosyalist partinin veya hareketin sosyalist mücadele pratiğinin genel ve tikel ilkelerini, çalışma yöntemlerini, propaganda yöntemlerini belirlemeye başlamışsa, burada doğru gitmeyen bir şeyler olduğu sonucunu çıkarabiliriz (Mina Urgan kendisi de böyle bir iddiada bulunmadı hiç).
Bu “peçete-lavaş” hikâyesinin aslında hiç de uzağında olmayan bir dolu kişi var ki “sol” adına tam da böyle bir rollere soyunuyor, her türlü ahkâm kesiyor. Olan biten, aradaki o uçurumun derinleşerek devamına katkıda bulunuyor.
Bugünlerde yazmıştım: gençliğimde, 141-142’nin iptali çok önemliydi; özellikle 142 çok önemliydi ve bizim, yani sosyalistlerin, sorunları halka “sınıf açısı”ndan anlatmamızı engelliyordu. O kalkınca, “Bak, kardeşim bu düzen seni sömürüyor...” diye anlatmaya başlayacaktık, aldatmacalar, yanlış-ideolojinin sisi dağılacaktı, kitleler gerçekleri görecekti... İşin ilginci, sağcılar da bunun böyle olabileceğine inandıkları için öldür Allah yanaşmıyorlardı, o maddeleri kaldırmaya.
Sonraki yıllarda bu plana uymayan binlerce somut (ve bir kısmı doğrudan “komik”) olay yaşandı. Bugün nerede olduğumuz da belli.
142 kalkınca sorunların içyüzünü “sınıf açısından” halka anlatacaktık. Bu kavrayışta, temel bir öge, sözünü etmesek de, “halk”la aramızdaki mikrofon. Mikrofon kalkınca ne yapacağımız belli değildi. Hâlâ da değil.
Ama “Onlar ‘yetmez ama evet’ dediler. Bütün hikâye budur” diyerek dolaşmak için mikrofon da gerekmiyor.
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURTrump’ın Gazze Planı’nın alternatifi ne? 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolTrump Planı? 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEÖcalan’ın özgürlüğü 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYABarış ve Demokratik Toplumun İnşası İçin Meclis Adım Atmalı: Yasa Çıkarmalı, Komisyon Öcalan’ı Dinle 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilBeklenen Mesih: Kurtarıcı arayışının toplumsal anatomisi 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİHamas’ı kim silahsızlandıracak? 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞ“Ortaklaşmacı demokrasi” örnekleri: Fransa-Yeni Kaledonya özerk bölgesi 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünEleştirelim ama plana da şans tanıyalım… 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanS-400’leri ne yapabiliriz? 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Metin KarabaşoğluYönetilenlerin özgürlüğü yöneteni de özgürleştirir 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasKendi uçağımızı kendimiz yaparken 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayArjantin’in çıkmazı: Şok terapi, bağımlılık ve ABD’nin gölgesi 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUGazetecilik bir kez daha tartışılıyor 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUKrallar ve ulus-devletler 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciAsgari ücret 30.000 TL 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
nevzat cingirtNeden Yazmıyorsun? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalKirk ve ICE vakaları ile faşizme doğru mu? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZYeni Çözüm Süreci: Hakikatle yüzleşme 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanJet motoru sıkıntısı: Tek geciken Kaan değil 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRMHP’li Yıldız’ın KON’u AK Partili Miroğlu’nun Roja Welat’ı… 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRTÜSİAD isyan etmişti: Ciner’e kayyumun gerekçesi o madde! 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRZeytinlik yasasından Akbelen ve İliç'e; enerji ve maden hikâyesinde kaybolan gelecek 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞSİYASETÇİ ZENGİNLEŞİRKEN VATANDAŞ FAKİRLEŞİYOR, NEDEN? 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANGazetecilik can çekişiyor! 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunYazmak, ciddi bir iştir 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇZaferden hapishaneye 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluTrump’a neler verdik, neler alacağız! 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKSüreç Suriye’yi, Suriye süreci bekliyor. Peki bu kısırdöngü nasıl aşılacak? 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUErdoğan’ın tercihleri 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİTrump-Erdoğan görüşmesine hile karıştı mı? 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYMutlakiyetçiler ve Cumhuriyetçiler 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERSarkozy’nin tarihi mahkûmiyeti 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN“Trump’ın verdiği meşruiyet” notları 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuBoeing - Gazze ilişkisi nedir? 26.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANAlev rengi hüznüyle sonbahar… 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNYetersiz bakiye! 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaŞimdi de Mansur Yavaş hedefte 24.09.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞBayrampaşa ve maskeli balo 23.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENKasabın bıçağını bileyen adam 23.09.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezGonca Kuriş’in kemiklerini, sevenlerin yüreğini sızlattılar 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraCumhuriyet-Halk-Parti 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRYANARDAĞ ÖZÜR DİLEMELİ 17.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMTERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE GEÇİŞ SÜRECİ! 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçArşivden | 12 Eylülcüler nasıl bir ülke hayal etmişti? 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENPogromlar, darbeler, acılar ayı Eylül.. 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye’nin en iyi/kötü dönemi hangisiydi? 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBir 12 Eylül Sabahı 12.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNÖcalan, Erdoğan’a “Seni yine başkan yaptırırız” sözü mü veriyor? 11.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİN2016 belediye ablukaları ve 2025 darbesi 9.09.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMesele CHP Değil! 8.09.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPalantir ve "Tech. Republic" 7.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBİR ÖĞRETMEN YETİŞTİRME HİKAYESİ 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKENBarışı dilerken 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAAçlığı yönetemeyenler aç hayvanlarla uğraşıyor: Ülke yangın yeri 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENRojava: Beklentiler, Gelişmeler, Olasılıklar 5.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKParti kapatma! Kayyum veya emanetçi ata yeter… 4.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezHangisi doğru? 3.09.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYKüresel Güney Neden Çin’den Vazgeçmiyor 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANTürkiye’de ve Yunanistan’da Aleviler – Yeni Bir Tablo 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEMete Tunçay 25.08.2025 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANÇÖZÜM NASIL GELİR! 20.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANBilge ve bilgin Mete Tunçay 19.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYPutin, Trump’ı parmağında oynatmaya devam ediyor 17.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARSorumluktan kaçmak umuttan kaçmaktır 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakKadife eldiven zamanı 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNÜretici Güçlerin Gelişiminin Motorlarından Biri Olarak Toplumsal-Sınıfsal Mücadeleler 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarŞeffaf, açık ve çoğulcu 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKEzberler bozulurken mağduriyetler de son bulmalı 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞZora girmiş bir anlatı: “ABD emperyalizminin değişmez stratejik hedefi bağımsız Kürt devleti” 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYAnkara, CHP, Çözüm Süreci ve Şam Arasındaki Tıkanıklık: 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç ve Suriye denklemi 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMAcaba Kürt sorununun önündeki engel “Atatürk miti” mi? 14.07.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞDemirtaş’a Kobane mahkumiyeti: Gerekçedeki “10 kusurlu hareket” 28.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselEkonomik büyümede iyimser olunabilir mi? 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Münir AKTOLGABATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ... 16.12.2024 Tüm Yazıları
-
Necati KURBÜYÜK TÖS BOYKOTU 15.12.2024 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
6.08.2025
1.08.2025
28.07.2025
22.07.2025
30.06.2025
16.06.2025
9.06.2025
23.05.2025
21.05.2025
12.05.2025