Akın ÖZÇER

Akın ÖZÇER
Akın ÖZÇER
Tüm Yazıları
Yeni Orta Doğu’da yeni Türkiye (1)
14.04.2012
2983

Demokratları biraraya getiren Genç Siviller hareketinin Orta Doğu muhalif gruplarıyla kurduğuNahda Network isimli platformun Bursa’da düzenlediği konferansın benim de konuşmacılarından olduğum bugünkü oturumlarından biri bu başlığı taşıyor. Konu, daha açık bir ifadeyle, Türkiye’nin genelde dış politikasında, bunun sonucu bölgeye bakışında son dönemde meydana gelen değişimin, “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreçle birlikte bölgede esmeye başlayan değişim rüzgârlarının ışığında değerlendirilmesi. Aslında bu kısa başlığa sığdırılan konu, Türkiye ve bölge ülkeleri olmak üzere birden çok yerde meydana gelen, şartları birbirinden farklı olan değişim süreçlerini kapsıyor. Ancak bu süreçlerin ortak bir paydası var: demokratikleşme.

Demokratikleşme rüzgârlarının estiği bölge ülkeleri bir yana, halk hareketleri sonucu diktatörleri devrilen Mısır, Tunus ve Libya gibi ülkeler de henüz bu sürecin çok başında bulunuyor. Dolayısıylayeni Orta Doğu’yu “demokratikleşen” değil, halkları demokrasi arzusunu daha güçlü bir şekilde dile getirmeye başlayan bir bölge olarak nitelemek daha doğru olur. Türkiye de demokratikleşme sürecini tamamlayabilmiş ve demokratik bir hukuk devletine dönüşebilmiş bir ülke değil elbette. Bu nedenle yeni Türkiye’yi, sadece bölge politikasında “içişlerine karışmama” gibi artık geçerliliğini yitirmiş bir ilkeden vazgeçerek, ülkelerin yerleşik düzenlerine karşı demokrasi mücadelesi veren muhalif grupları ilkesel olarak destekleyen bir “bölge aktörü” olarak tanımlamak gerekiyor. Ama tabii bu doğrultuda ilkesel bir politika izleyebilmek için demokratikleşme sürecini tamamlamış ve sorunlarını çözüme kavuşturarak yeni bir anayasayla taçlandırmış tam demokratik bir Türkiye’ye ihtiyaç var.

Türkiye’nin dış politikasında her şeye karşın son on yıl içinde yukarıdaki doğrultuda ortaya çıkan değişimi, Helsinki süreciyle ivme kazanan demokratikleşme sürecinden bağımsız olarak okumak doğru değil. Bir kere, ana hatlarıyla değişmezliği vurgulanan dış politika alanı, daha önce seçilmiş hükümetlerin yetkisinde değildi. “Milli” dış politika, iktidara hangi siyasi parti gelirse gelsin, içeriği asker ağırlıklı Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreterliği’nce “Atatürkçü düşünce sistemine” göre şekillendirilmiş “çok gizli” ibareli “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” (MGSB)denen belgeye uygun yürütülürdü. Bu politikanın temel direklerinden biri de, yukarıda işaret ettiğim “içişlerine karışmama” ilkesiydi: diğer devletlerin içişlerine karışmamak ve kendi içişlerimize karışılmasına izin vermemek.

Oysa gelişen ve Sovyet Bloku’nun yıkılmasıyla birlikte etkinlik alanı genişleyen uluslararası insanî hukuk, ülkelere demokrasi ve temel insan hak ve özgürlükleri alanında evrensel normlara uymaları zorunluluğunu getiriyordu. Uluslararası kuruluşların ve üçüncü ülkelerinbu konudaki uyarılarını “içişlerine müdahale” olarak değerlendirmek artık mümkün değildi. Kurucu üyesi sayıldığımız AK (Avrupa Konseyi) 12 Eylül rejimi nedeniyle üyeliğimizi geçmişte Yunanistan’a yaptığı gibi, askıya almamıştı belki ama Bakanlar Komitesi olsun, Parlamenter Meclisi olsun bazen içişlerimize karışan kararlar alıyordu. Bunlara kızıyor, tepki veriyor ve Anayasa ve yasalarımızda değişiklikler yapmak yerine, sanki bizi birileri zorla üye yapmış gibi bu kurumları uyarıyor, bazen anlayışsızlık, bazen Türkiye düşmanlığı ile suçlayan hamasi bildiriler yayınlıyorduk.

Bakanlıkta görevliyken Atatürk inkılâplarıyla gelen modernleşmeyi “Avrupalılık” için yeterli gören 20’li, 30’lu yıllara takılıp kalmış bu zihniyete bir türlü akıl erdiremiyordum. Hem Sovyet tehdidi nedeniyle üye olunan NATO başta olmak üzere Batı kuruluşlarının tümünde yer almaya önem atfediyor, hem de içimizde tüm kurallarıyla işleyişine izin vermediğimiz demokrasinin dünyadaki gelişimine dahi ayak uyduramıyorduk. Bu nedenle üyesi olduğumuz kuruluşların yükümlülüklerini karşılayamıyor, ama “stratejik önemi” olan bir ülke olarak özel koşullarımız bulunduğunu dile getirerek özel muamele bekliyorduk.

Helsinki süreci aslında Türkiye’nin demokratikleşmeyi sağlamadan, bir tür gizli vesayet rejimiyle Avrupalılığı’nı birlikte yürütmesinin önünü kesti. AK üyesi olarak fütursuzca yerine getirmediğimiz demokratik ölçütler bu kez Kopenhag kriterleri olarak önümüze konuldu. Gerçek bir demokrasi olmadan Avrupa Birliği’ne (AB) üyeliğin yolu kapandı. İşte tam bu noktada hükümetleri kuşatan devlet bürokrasisinde bir kırılma oldu. Bir parçası olduğuna inandığımız Avrupa gibi demokratik bir hukuk devletine dönüşmek gerektiğine inanan bizler reform sürecinin altyapısını hazırladık. Asker ağırlıklı eski düzen yanlılarıysa bu süreci baltalamak için AB hatta Avrupa karşıtı oluverdi; Rusya ve İran’la birliktelik önerdi. Bugün Ergenekon sürecinde bu kesime mensup bazı kişilerin darbe girişiminde bulunmaktan yargılandığını görüyoruz.

Sonuç olarak, Helsinki süreciyle başlayan demokratikleşme süreci, atanmışların dış politikaya müdahalesini azaltırken seçilmişlerin manevra alanını giderek genişletiyor. Demokratikleşmeyle birlikte ayrıca Türkiye’nin dünyadaki ve bölgedeki imajı olumlu yönde değişiyor.Bölge ülkeleri için Türkiye “bon pour l’orient” denebilecek bir demokrasi modeli haline geliyor. Bölge politikamızda somut olarak nelerin nasıl değiştiğini ise bir sonraki yazıma bırakıyorum.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar