Markar ESAYAN

Huzursuzluk
26.01.2014
2281

 Montaigne 'Şimdiyi yaşayanlar işlerin olduğundan daha kötü olduğunu varsayar, çünkü yerel bakış açısından kaçamazlar' der.

Sanki insanlardaki genel eğilimi tarif eder gibidir. (İtiraf edeyim, geçmiş güzel günleri yâd ederek bugünü lanetleyenleri gördüğümde arkama bakmadan kaçıyorum.)

10.000 kişinin tavuk gibi boğazlandığı Saint Barthelmy Kıyımı yaşanmış mıdır bu tesbiti yaparken çıkaramıyorum şimdi. Ama Montaigne'nin hayatı boyunca Fransa'daki içsavaşın tam ortasında yaşadığını kesinlikle biliyorum. Bu savaş dönemlerine 'huzursuzluk' deniyordu. Sanırım 5-6 huzursuzluk dönemi olmuştu en az.

Ortalıkta kan gövdeyi götürürken ve kamu düzeni tamamen bozulmuşken şatosunun kapısını kilitlemeyen, bekçi olarak da yaşlı bir adamdan başkasını çalıştırmayan bir adamdan bahsediyoruz.

'Kapıları kilitlersek, bu sadece hırsızları tahrik eder' diyordu. Asla kaderci değildi. Bu yüzden kederli de olmadı. Sadece gerçekçiydi. 'Kavga etmek' ile 'teslim olmak' arasında hayatın kritik anlarında bir tercih yapardınız. Teslim olmanız gereken yerde kavga eder, kavga etmeniz gereken yerde teslim olursanız, bu stratejik bir hata olurdu. Kaybederdiniz.

Üç yüz yıl ileri atlayalım.

Avusturya'da 1881'de doğup, bireyin haklarının tanındığı, güçlenen liberal siyaset ile işçi sınıfının haklarını temsil eden sosyalizmin tüm nimetlerini yaşayan Stefan Zweig da muhtemelen 30 yaşlarına kadar kendisini çok şanslı hissetmiş, dünyayı da doğrusal bir gelişim çizgisinde ilerliyor sanmıştı.

Birinci Dünya Savaşı'nı kazasız belasız atlattı ama büyük savaşın ikinci periyodunda ülkesini terk etti. İngiltere ve ABD'den sonra kendisini Brezilya'da buldu. Bu dost ülkeye minnettardı. Sevdiği eşi yanındaydı. Yeni bir başlangıç yapabilirdi.

Ancak yaşadığı zamanın en kötü zaman olduğunu ve işlerin asla bir daha düzelmeyeceğini düşünüyordu. Hararetle savunduğu hümanizm ve Batı uygarlığı gözlerinin önünde çökmüştü. Hayatı doğrusal algıladığı için de durum artık sadece bundan daha kötü olabilirdi. Zamanlar tükenmiş görünüyordu.

Halbuki Montaigne hayatını en korkunç savaşların içinde geçirse de, ruhunu koruyabilmeyi başarmıştı. Dehasının ve yeteneğinin onu körleştirmesine, kibre düşürmesine ve tabii ki onu başka insanlardan koparmasına müsaade etmedi. Deha, kolaylıkla budalalık seviyesine inebilirdi. Eğer dehayı hayatın bütünlüğünden koparırsanız, oku sadece hedefin ötesine düşürmüş olursunuz. Oku hedefin gerisine düşürenlerden bir farkınız kalmaz. Ama insanın 'hedefi', bu dünyada huzurlu ve mutlu olmaktır.

Gerçekten de, özellikle bir şeyde çok iyi olanlar, insanüstü davranmaya çalışıyorlar ve bunun karşılığını da hayattan talep ediyorlar. Sürekli sözü geçen birisi olmak, hayatı, siyaseti ve çevresindekileri etkilemek, hep merkezde olmak… Bu, açık söyleyeyim, insanın bu dünyada kendi cehennemini inşa etmesine benzer. Tek kelimeyle budalalıktır.

Montaigne'e göre, insani sınırlarını aşanlar ve insanüstü olmak isteyenler aslında sıradan insani yeteneklerini yitiriyordur. Bu 'sıradan' yetenekler ne midir?

Asla alelade, kıt düşünceli biri olmak demek değildir mesela. Hayatla uyumlu olmaktır. Kanser hücresine dönüşmemektir. Başkaları gibi, insana dair her türlü özelliğe, hallere sahip olduğumuzu kabul etmektir. Ne varlığımızı yaptığımız kimi parlak işler yüzünden başkalarının üzerine koymak, ne de kendi varlığımızı ölesiye örselemek...

Bir köşe yazarının bir tesisatçıdan daha değerli olduğuna dair hiçbir anlamlı kanıt yoktur. Hayat ikame edilmez olan çeşitliliklerin bütünüdür. Mukayese etmek dahi saçmadır. Faşist bir tutumdur.

Ve evrende koca bir el vardır...

Kibirle sapıtanların tepesine bir şaplak indirir, dibe vuranları yumuşak bir darbeyle ortalara gönderir. Çünkü yaşam hepimizin bulunduğu yerdedir, ortalarda. Bize krizlerle ve umulmadık anda gelen lütuflarla şanslar verilir.

Yaşam alanının dışına çıkanlar oksijensiz kalır. Veya yetenekleri ile dengelerini yitirenler, dünyanın onları anlamaması ile herkese küserler.

Kendilerinin putuna dönüşürler.

Oysa, Fransa'da içsavaş bitti, hayat devam etti. Sonrasında Avrupa büyük bir kalkınma süreci yaşadı. Derken ilk büyük savaş… Herkes yine her şeyin bittiğini düşündü. Bir ara yaşandı ve savaş kaldığı yerden daha vahşice devam etti. 'Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarlıktır' derken Adorno, şüphesiz bu aşkın şiddetin insani olan ne varsa tükettiğini düşünüyordu. Yeterinden fazla nedeni de vardı. Ama...

Ama tam da Auschwitz'den sonra şiire sarılmak gerekirdi. Yani hayata, insana, umuda, geleceğe. Zweig beş yıl daha sabretseydi, tarihinde yaşamadığı kadar büyük bir refaha ulaşan Avrupa'nın kuruluşuna şahit olacaktı.

İnsanın her felaketten sonra dünyayı bitirmeye yönelik bu tavrı, kendi haddini bilmemesinden, büyük projelerle dünyayı, halkı kendince kurtarmanın kibriyle yaşarken, bir felaketle yere çakılmasının şokundan olabilir mi?

Yani sıradan bir insan olmak gibi müthiş bir deneyimi yaşamadan, delik bir tekneyle okyanusa açılıp fırtınaya öfkelenmek, batarken.

Bakın sözü nereye bağlayacağım.

Ülkemiz şu anda ciddi bir krizden geçiyor, herkes tedirgin, şaşkın. İnsanlar ciddi gelgitler yaşıyor, umudunu kaybediyor, dün 'dostum' dediği insanlara öfkeleniyor. Büyük savrulmalar var.

Yanı başımızda ise bir soykırım yaşıyoruz.

Ne, ne zaman ve nasıl olacak bilemem. Ama bizler yaşayacağız ve bugünler geçecek. Ders alırsak ne ala. Bir daha aynı sorunları yaşamayız. Lüzumsuz acı çekmeyiz. Ama bu sefer başka ve yepyeni sorunlarımız olacak. Biz onları da çözeceğiz. Sonra bir ara tökezleyeceğiz, yine kalkacağız. Hayat devam edecek.

Hayatın devam etmesi, hayatın devam ettiğine dair en güçlü kanıttır.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar