Halil BERKTAY

Aydınlanma ve Ortaçağ
14.05.2011
3573

Aydınlanma’nın Ortaçağa tarih-dışı bakışı ve genel olarak “anti-tarih” tavrının diğer bazı tezahürleri üzerinde durmak istiyorum.

Periyodizasyon (dönemlendirme) ya da adlandırma, başlı başına bir meseledir, bu açıdan. Ortaçağın adı neden Ortaçağ ? Neyle neyin arası veya ortasında ? Tek sayılı dizilerin tam ortasında bir terim olur da, çift sayılarda olmaz. Hâlâ kullandığımız İlkçağ (Antikite), Ortaçağ, Yeniçağ (Erken Modernite), Yakınçağ (Modernite) dizisi dört terimden oluştuğuna göre, ikincisine niçin ve ne zaman Ortaçağ denmiş olmalı ? Bu soru, Rönesans’tan Aydınlanma’ya uzanan Ortaçağ düşmanlığı hakkında önemli ipuçları sunuyor.

Bilmecenin bir boyutu şu : başlangıçta ve uzun süre, böyle sadece üç büyük çağ veya dönem olmuş olmalıydı (yani Modernite, henüz Erken Modernite ile asıl Sanayi Modernitesi diye ikiye bölünmemiş olmalıydı) ki, ikincisine “ortadaki” Ortaçağ denebilsin. “Densin” değil “denebilsin” diyorum, çünkü bir şeyin “arada” veya “ortada” olması, illâ öyle adlandırılmasını gerektirmez. Dolayısıyla işin diğer boyutu da şu : bu adı koyanlar, “ortada” olmak dışında, Ortaçağda hiçbir önemli, çarpıcı, belirleyici özellik görememişe benziyorlar. Antikite veya Modernite’ye kıyasla Ortaçağ adının renksizliği başlıbaşına anlamlı. Ortaçağın vasıfsız bir çağ olarak görülmesini, sevilmeyişini yansıtıyor.

Bilmem hatırlatmalı mıyım; bu adlar ilkin Türkçede konmadı. Latince ve çağdaş Avrupa dillerinde kondu. Onun için kimse bana “İlkçağ ve Yeniçağ deyimleri de renksiz” demesin. Doğru, onlar da vasıfsız ve sıradan. O çağın ne içerdiği hakkında hiçbir şey söylemiyor. Zaten o yüzden, derslerimde Antikite ve Modernite’yi tercih ediyorum. Ama bu renksizlik, bilhassa Ortaçağa yönelik, ideolojik bir tavrı değil, daha çok bizim millî eğitimcilerimizin, müfredat kurucularımızın ve tarih kitabı yazarlarımızın donukluğu ve vasatlığından kaynaklanıyor.

Oysa başlangıçta ve Avrupa’da, işte böyle, Ortaçağı hedef alan bir inkâr (negation) söz konusu. Önce İtalyan Rönesansı, geçmişi ve “şimdiki” zamanını bir üçleme içinde algıladı. Mimarlık, heykel, resim ve “klasik” metinler açısından düşünürsek, çok gerilerde Eskiler (the Ancients): 15., 16. ve 17. yüzyıllarda da “[biz] Modernler” vardı. Dahası, bu Modernler kendini o Eskilere benzetiyor; bireyin dünya karşısındaki duruşu, özerkliği ve özgüveni açısından aralarında ruhî bir bağ, bir sıhriyet olduğunu düşünüyordu. Peki, aradaki bin yılı ne yapacaktık ? Ondan pek söz edilmese de olurdu. İki zirve arasında bir uçurum gibiydi. İnsanlık Eski Yunan ve Roma ile yükselmiş; uygarlık ve özgür düşünce (= felsefe = Akıl) egemen olmuş; ardından bir düşüş yaşanmış, barbarlık geri gelmiş, herkes Karanlık Çağların çukuruna yuvarlanmıştı. Günümüz Ortaçağ tarihçiliğinde sadece Germen ve Slav istilâları dönemine, en çok 4.-8. yüzyıla Karanlık Çağlar (the Dark Ages) diyoruz, ki bu bile çok tartışılır. Gelgelelim bu deyim uzun süre Ortaçağın tamamı için kullanıldı. Açık değilse bile örtük olarak, Antikite’nin parlak ışığının din ve Kilise ile, Hıristiyanlıkla söndüğü mesajını vermeye yaradı. Bu kurgu daha sonra Aydınlanma’nın mayasını oluşturdu.

Özetlersek, Rönesans ve Aydınlanma için Ortaçağ, iki doruk arasındaki hendek, iki mucize arasındaki hilkat garibesi (aberration) olarak algılanıyordu. Oysa tarihte mucizelere de, hilkat garibelerine de yer yoktur ve bu gibi deyimler, Ortaçağın tarihselleştirilmesini değil, tersine, tarihsizleştirilmesini yansıtır. Kötü ve yanlış, olmaması gereken bir şeydi Ortaçağ. Kilisenin kollektif otoritarizmine körü körüne itaatti; kaba saba şövalyelerin düellolarıydı; koridorlarında hayaletlerin dolaştığı rütubetli şatolardı; Bram Stoker’ın ilk Dracula’sından itibaren, adı üstünde “Gotik roman”ların malzemesi olagelen vampirler, hortlaklar ve buna benzer korkunç, esrarengiz, “akılalmaz” şeylerdi.

Bir adım ötede, kendine özgü bir mantığı, işlevselliği yoktu, Ortaçağ kurumlarının. Din ve Kilise neden vardı, sosyolojik anlamda ? İnanç sistemlerine, doğa güçlerinin “ilkel insan”a telkin ettiği dehşet ve hayranlığın yol açtığını söyleyip geçmek (örn. bkz. d’Holbach), veya (Freud’un da yapacağı gibi) inanma ihtiyacını bir “yanılsama”ya indirgemek yeterli miydi ? Serflik neydi; köylülük niçin serfleştirilmişti ve üzerinde bir toprak soyluluğu yükseliyordu ? Tektanrıcı dinlerin bu gibi sınıf sistemleriyle, daha genel olarak tarım toplumlarıyla ilişkisi neydi ? Soyluluk neden bir “askerî aristokrasi” olarak yola çıkmıştı ve hâlâ militer bir karakter taşıyordu ? Neden, ne için savaşıyorlardı ?

Montaigne ve sonra Voltaire, savaşa girerken herkesin tanrıya yakarmasının ikiyüzlülüğünü teşhir ettiler. İyi, güzel. Savaş üzerine kafa yorup derin ve eleştirel bir kavrayışa ulaşmak, bununla sınırlanabilir miydi ?

Örnekler çoğaltılabilir. Bu ve benzeri bütün konularda, somut, tarihî bir yaklaşımdan çok uzaktı Aydınlanma. Bu tür soruların sorulması da, cevaplanması da, ancak 19. yüzyılın tarihe yönelişiyle mümkün olacak; Marx’ın tarihsel materyalizmi de o tarihsiciliğin içinden çıkıp gelecekti.

Bundan sonra (a) Aydınlanma’nın neden tarihçi değil felsefeci yetiştirdiğine; (b) 17. ve 18. yüzyıllarda asıl kimlerin tarihe sarıldığına eğileceğim.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar