Halil BERKTAY

İlk iki soru, ilk iki cevap
10.03.2012
7227

Geçen günkü yazımın sonunda, beş temel soru sordum, haftalardır kafamın içinde ve bu köşede tartıştığım hemen herkese. Bari kendi cevaplarımı da vereyim.


(1) Devlete karşı, yani “dikey” olarak dahi “haklı şiddet”in genellenip teorileştirilebilecek düzeyde yaygın bir zemini kaldı mı ?

Birkaç bakımdan hayır. 1875-1914’teki Yeni Emperyalizm dalgasının yarattığı büyük kolonyal imparatorluklar çöktü. Politik ve ekonomik eşitsizlikler tabii yaygın. Ama zorlaya zorlaya çığrından çıkarılmamış somut ve doğru anlamıyla sömürge de, “gizli işgal” saçmalığını hortlatmayacaksak (Irak ve Afganistan hariç) işgal de hemen hiç yok. Diktatörlükler var ama “yumuşak güç” yöntemlerine hiç hayat hakkı tanımayacak kadar değil. Herhangi bir ülkenin kendi içinde, iktidarı sosyalist veya başka bir devrim uğruna, zorla ele geçirmeye kalkışmak, çoktan kabul edilirliğini yitirdi. Buna karşılık ve Soğuk Savaşın da sona ermesiyle, iç ve dış dinamiklerin beslediği demokrasi olanakları çok genişledi. “Başka çare olmadığı”na kimse inanmıyor. Çaresizlik denen şeyin ideolojik bir tercih olduğu açıklık kazanıyor.

Bu koşullarda, halk savaşında israr etmek çıkmaz sokak. Bu efsane sona erdi. Büyüsü bozuldu; bırakın yeni taban bulmayı, mevcut tabanını koruması mümkün değil. İnadı fazla uzatan örgütler ise mutlaka krize giriyor. Ne yapacağını şaşırıyor; programı ve talepleri bile yazboz tahtasına dönüyor. PKK’nın son bir-iki yılı bunun tipik örneği. Açtığı hiçbir kampanyayı sürdüremedi, arkasında duramadı. Ayrılık ve bağımsızlık mı istiyorlar, özerklik mi, Türkiye içinde demokratik hak ve reformlar mı; bunlar dahi netleşmiyor. Bir öyle bir böyle derken, saygınlık ve ittifaklarını yitirip darbe almaya devam ediyorlar. Silâhlı mücadele insanları ilk ağızda da olsa etkileyip hayranlık ve sempati toplamaktan çıkıyor; zıddına : kendi kendini kriminalize etmeye dönüşüyor.

Nabi Yağcı bir “BDP’yi kriminalize etme” eleştirisi yapmıştı. Yanlış. BDP, sürekli PKK’nın gölgesinde kaldığı için, özgün kimliği ve sesini bulamadığı için, KCK diye bir siyasî komiserler kademesinin denetimine boyun eğdiği için, savaşın yeniden başlamasına itiraz edemediği için, öncelikle kendi kendini kriminalize ve izole ediyor. Bunu diğer Kürt akımları da net bir şekilde görüyor ve söylüyor. Yirmi beş yıl sonra bugün, PKK’yı silâhlı mücadele yoluyla (başka türlü kabul edilmeyeceği iddia edilen) Kürt meselesini herkese kabul ettirdiği için onaylamıyorlar. Tersine, bir bütün olarak Kürt özgürlük hareketinin zaman içinde barışçı yollardan kazanacağı meşruiyeti yokettiğinin altını çiziyorlar.


(2) “Haklı şiddet”e sarılan, silâh kullanan ve bırakmayan bir örgütün, başka, silâhsız örgüt ve kişilerle “yatay” ilişkileri ne olur ?

Bunun cevabını, ancak demokrasiyi hor gören, ya da herhangi bir demokratik siyaset kültürü ve alışkanlığı olmayanlar bilemeyebilir. 20. yüzyıl başlarında “yatay” şiddet çok yeni bir şeydi. Sol partiler, hemen sadece devletten gelen şiddete karşı demokrasiye daha geniş bir alan açmaya çalışıyorlardı. Derken Faşist kara gömlekliler ve kahverengi gömlekli Nazi SA’ları, öncelikle devlete karşı bile değil, sol rakip ve düşmanlarına karşı şiddet kullanıp herkesi gafil avladılar, paralize ettiler, kamusal alanı ele geçirdiler, demokrasiye soluk alma olanağı bırakmadılar.

Kıssadan hisse, siyaset sahnesinde barışçı “normal politika” örgütleri silâhlı “anormal politika” örgütleriyle yan yana barınamaz; eşit ve âdil bir rekabet içinde olamaz; (onlar da askerîleşmedikçe ve bu militarizasyonu bütün sonuçlarıyla içselleştirmedikçe) kolay kolay hayat hakkı bulamaz. Milliyetçilik “sert” bir ideolojidir; kendi “doğru”larına inancı o kadar güçlüdür ki alternatif kabul etmez. Silâh ve şiddet devletle sınırlı kalmaz; yanlamasına da yayılır.

Balkan Savaşları öncesinde Osmanlı yönetimindeki Makedonya’da faaliyet gösteren IMRO (İç Makedonya Devrimci Örgütü), sırf Müslüman Türklere veya rakip Sırp ve Yunan milliyetçi komita’ları değil, Bulgarca konuşan nüfus arasında, kendi kralcı-milliyetçi “Büyük Bulgaristan” çizgisi dışındaki bütün diğer akım ve gruplar üzerinde de terör estiriyordu. Aynı şeyi Kıbrıs’ta EOKA-B, Yunan komünistlerine; geçenlerde devlet törenleriyle uğurlanan Rauf Denktaş’ın TMT’si ise Türk komünistlerine reva görmekteydi. IRA’nın Kuzey İrlanda’da, UÇK’nın Kosova’da yaptıkları hiç farklı değildi. Ermenistan-Azerbaycan savaşlarında da, iki taraf “cephe”de birbirlerine karşı Sumgait veya Hocalı katliamlarını gerçekleştirmenin yanı sıra, “cephe gerisi”nde kendi muhaliflerini tutturabildiğinde şiddetle ezip susturmaktan geri durmadı.

PKK ise, yıllardır biliyorduk ama şimdi iyice açığa çıktı çünkü artık herkes tek tek anlatıyor, devletle savaşmaya başlamadan önce diğer Kürt gruplarına karşı şiddet kullanarak, adam öldürerek kendine yer açmış, tekel kurmuş bir örgüt. Bugün herkesin gözü üzerindeyken bile, Kürt rakiplerini karalamak ve tehdit etmekten zerrece geri durmuyor. Bu sözel propaganda şiddetinin ardında ise, “kendine ait” saydığı bölge üzerindeki, son tahlilde silâhlı gücü, mutlak iktidar ve hegemonya özlemi yatıyor.

Bütün diğer siyasî partiler ve sivil toplum örgütleri, savaştan vazgeçmediği ve silâh bırakmadığı sürece, nasıl böyle bir örgüte güvenip onunla işbirliği yapabilirler ?

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar