Halil BERKTAY
[13 Mart 2015] Dün (12 Mart’ta, yani tesadüf, Türkiye’nin savaş sonrasındaki ikinci askerî darbesinin kırk dördüncü yıldönümünde), küçük otelimizin önünde bekleşiyoruz; birileri henüz hazır olamadı demek; onlar da aşağı inecek, Francesco (Berti) de önümüze düşecek, bir kere daha üniversiteye doğru yola çıkacağız. Öyle dururken fark ettim, karşı duvardaki solmuş, kenarları yırtılmış afişi. Ortada, elinde kalaşnikoflu bir Kürt kızı. Solda üstte, üç satır halinde “Köktendinciliğe karşı – Faşizme karşı – IŞİD’e karşı.” Çapraz büyük yazı “Her yerde direnelim.” Altında, daha küçük “Her yer Kobane, her yer Rojava.” Sağ altta gene üç satır: “Özgürlük için – İnsanlık için – Eşitlik için.”
Dünya ne kadar küçük, artık her şey ne kadar evrensel. Türkiye, Ortadoğu, Kürt sorunu nereye gitsen karşına çıkıyor.
Aynen, beni buraya getiren sempozyumun konusu gibi. Padova Üniversitesi uluslar arası bir konferans düzenlemiş, “Ermeni Soykırımı 1915-2015. ‘Metz Yeghern’in Yüz Yılı” başlığı altında. Ben de kendi payıma, olayın Türkiye’deki tarihi, historiyografisi ve siyasasını anlatmaya çalıştım (bunu ayrıca yazacağım). Diğer bazı oturumlarda, hukuk dozajı biraz fazla geldi bana — 1948 Birleşmiş Milletler sözleşmesinin kapsamına girer mi girmez mi; AB’ye giriş şartı olmalı mı olmamalı mı; soykırımı inkâr suç sayılmalı mı sayılmamalı mı; Doğu Perinçek’e düşünce ve ifade özgürlüğü tanınmalı mı tanınmamalı mı (belki bunu da ayrıca yazarım). Çok söyledim; gerçeği arayan bir tarihçi ve çözümü Türkiye halkının vicdanında arayan bir vatandaş olarak, sıkılıyorum bu dâvâcı avukatı – dâvâlı avukatı halleri ve argümanlarından. Gene de toplantıdan, insanların beklentilerinin nasıl kartopu gibi büyüdüğüne ve sabırsızlıklarının da aynı oranda çoğaldığına; Türkiye’nin 1915 mağdurları ve haleflerinin yüreğine hitap edebilmek için çok daha fazla şey yapması gerektiğine dair, önemli olabilecek gözlem ve düşüncelerle ayrıldım.
Her neyse; sonunda bitti ve ben de sokaklara vurdum kendimi. Bir İstanbullu için Padova zaten ufacık. En fazla 300.000, belki daha az. Çocukluğumun İzmiri kadar. Dolayısıyla şehir merkezinde her yere yürünebiliyor rahat rahat. Trafik çok az; elinizde fotoğraf makineniz, nereyi çekeyim diye gözünüz yukarılarda avare avare dolaşırken, bir tek arkanızdan sessizce gelen bisikletlere dikkat etmeniz lâzım. Hem geziyor, hem çalışıyorum. Bir zamanlar Patavium adıyla İtalya’nın Roma’dan sonra ikinci büyük kentiymiş ama Kavimler Göçü sırasında, sırasıyla Attila’nın Hunlarından, sonra Odoakr ve Teodorik’in Gotlarından çok çekmiş. Büyük Jüstinyen’in karşı-taarruzuyla Ostrogot krallığı yıkıldığında, tekrar kuzey İtalya’daki Ravenna merkezli Doğu Roma (Bizans) egemenlik alanına girmiş. Fakat bu sefer de Lombardlar çıkagelmiş. Kralları Agilulf 602’de Padova’yı kuşatmış, hücumla düşürüp zaptetmiş ve ateşe vermiş. Hemen bütün Roma mirası yokolmuş bu yüzden. Geriye sadece, Avusturyalı mühendislerin çok geç bir tarihte buradaki bataklığı kurutarak inşa ettiği (ve Moskova’daki Kızıl Meydan hariç, belki Avrupa’nın en büyük meydanı denilen) Prato della Valle’nin altındaki amfitiyatro kalıntıları ile bazı köprü temelleri kalmış. Ortaçağ D’Este ve Da Romano gibi büyük ailelerin tipik rekabetiyle geçmiş (Floransa’nın Medici, Strozzi ve Pitti’lerini, Romeo ve Jülyet’in düşman Kapulet ve Montegü’lerini hatırlayın). Bugün de ara sokaklarda, çok büyük mimarların elinden çıkmamış da olsa karakteristik palazzo’lar (saray dememek lâzım; daha çok kent konakları) ile üzerlerinde yükselen gözcü-nöbetçi kulelerine rastlıyorsunuz. 1405’ten 1797’ye Venedik Cumhuriyeti’nin olmuş. O tarihteSerenissima’dan Avusturya İmparatorluğu’na geçmiş ve bu, gerek 1848 Devrimlerini, gerekse Risorgimento’yu ve 1866 sonrasında İtalya’nın birleşmesinin son 1866-1871 aşamasını çok canlı yaşamasına yol açmış. Pedrocchi caffé’si, bir çeşit düşünce ve toplantı kulübü, giderek 1848 devrimcilerinin ve 8 Şubat 1848 ayaklanmasının karargâhı haline gelmiş (8 Şubat, sokak ve cadde isimlerinde de anılıyor). Birinci Dünya Savaşında, Alp cephesindeki İtalyan ordusunun başkomutanlığı Padova’ya yerleşmiş. Isonzo (Slovenler için Soça) nehri vadisindeki Caporetto bozgunu (bkz Hemingway, Silâhlara Veda), ilerleyen Alman-Avusturya ordusunu Piave kıyılarına kadar getirmiş ve Padova topçu menziline girmiş. 1918’de Almanya bütün cephelerde çökerken, Vittorio Veneto zaferiyle kurtulmuş. Derken ardından Faşizm ve Mussolini; Mussolini’nin devrilmesiyle de 1943’te Nazi kuklası “İtalyan Sosyal Cumhuriyeti” gelmiş. Sonra kurtuluş (28 Nisan 1945) ve o günden bugüne modern İtalya.
Piazza del Santo’da ilkbahar güneşinin tadını çıkarır ve 1231-1310 arasında yapılan Sant’ Antonio di Padova kilisesinin, haydi şunu da koyalım haydi bunu da koyalım misali, portallerini çerçeveleyen dört büyük kemeri, tâ yukarılardaki revakları ve tepesinde upuzun balkonuyla tıkış tıkış, karmakarışık ve orantısız cephesini seyrederken, bunları geçiriyordum aklımdan. Kendi kendime güldüğümü fark ettim bir noktada, nasıl, iyi ezberlemiş miyim dercesine. Tarihçilik eğitiminde, periyodizasyon (dönemlendirme) bilgisi, müthiş bir avantaj, belirleyici bir formatlama kuşkusuz. Geç İlkçağ, Göçler Çağı, Karanlık Çağlar, İlk Barbar (Germen) Krallıkları, Ortaçağ, Rönesans, Erken Modernite, Sanayi ve İmparatorluk, Birinci Dünya Savaşı, İki Savaş Arası Yıllar, Faşizm ve Nazizm, İkinci Dünya Savaşı… Bu sistematiğe hâkimseniz, yeni ve özel bir iplikle, meselâ bilmediğiniz bir şehrin bilmediğiniz bir tarihiyle ilk karşılaştığınızda dahi, hemen o kategorilerin içine yerleştirip mevcut diğer bilgilerinize eklemleyiveriyorsunuz. Kimyacıların elementler tablosu; biyologların familya-sınıf-cins-tür hiyerarşileri; sözlük ve ansiklopedilerin maddeleri; kütüphanelerin endeks sistemleri; yıllar yılı biriktirdiğim kartlar, fişler, şimdi bilgisayar dosyaları, kutucuklar, çekmeceler. Metod ve organizasyon; kapsayıcılıktan ve her şeyi yerli yerine oturtabilmekten kaynaklanan bir entellektüel tertiplilik hissi. Ama beni sıradan insan hayatlarının günlük gerçekliğine ne kadar yaklaştırıyor, orası ayrı mesele.
Öyle veya böyle, Geç Ortaçağ gibi Erken Rönesans da zayıf Padova’da; Floransa’nın çekim ve etkileme alanının en dış çeperinde, sonra da kanal ve lagünleri üzerindeki Venedik’in denize dönük ihtişamının o kadar yansımadığı hinterlandının, terra firma’sının vasatlığında kalmış gibi. Ama iki büyük istisnası var bunun. İlki ve herhalde daha muhteşemi, daha benzersizi, daha vazgeçilmezi Scrovegni Şapeli. Ortaçağ Hıristiyanlığında, tefecilik, yani faiz karşılığı para verip almak, teorik olarak yasak ve günah; ama tabii hem yapıyor ve bu sayede zengin oluyor, hem de acısını çekiyor ve hele yaşlandıkça cehennem korkusunu iyiden iyiye yaşamaya başlıyorlar.
Anlaşılan, ünlü banker Enrico Scrovegni de bu yüzden — hem babasının, hem kendisinin ruhlarını kurtarmak amacıyla – girişmiş, 13. yüzyıl sonlarında aile şapelinin inşasına. Yıllar, aşağı yukarı Dante’nin Inferno’sunu kaleme almasıyla aynı. Dışarıdan, dar, dik ve uzun, hemen hiç süssüz, sıvasız kırmızı tuğla bir yapı. İçi başka bir olay. Çünkü Scrovegni paraya kıymış, o sırada yeni ünlenen Giotto di Bondone’yi getirtmiş tâ Floransa’dan. Giotto da 1303-1305 arasındaki iki yıl boyunca, olağanüstü sıkı ve hızlı çalışarak, tepeden tırnağa resimlemiş şapelin iç duvarlarını. Beşik tonoz, yarım silindir tavanı masmavi yapmış, gök kubbe ve hattâ bütün kâinat gibi; merkezî bir İsa ve tek tük yıldızlar dışında fazla süslememiş (bakarken Nâzım’ın büyük lâciverdî bahçe’sini mırıldanmaya başladım). Yan, ön ve arka duvarlara ise, üç büyük kuşak ve kırk küsur panel halinde, birbiriyle bağlantılı, Yoakim ve Anna’nın uzun süre çocuklarının olmayışı yüzünden çektikleriyle başlayan ve Anna’nın sonunda Meryem’i, onun da İsa’yı doğurmasından geçerek İsa’nın çarmıha gerilmesi ve sonra göğe yükselmesiyle noktalanan eşsiz freskler — daha doğrusu, aynen Dante’nin başyapıtı gibi son derece bütünlüklü bir freskler manzumesi kondurmuş.
Bugün Scrovegni Şapeli, Padova Şehir Müzeleri’nin bir parçası. Via Zabarella’dan kuzeye doğru yürüyor, yürüyor; Eremitani meydanı, kilisesi ve müzesini de geçip, belki tam umudunuzu yitirir gibi olduğunuz anda, dikkat etmezseniz gözden kaçırabileceğiniz başka bir parmaklıklı kapıya geliyor; orada geçip müze giriş biletinizi aldıktan sonra da avluya çık – düz git – sola dön – sonra tekrar sola dön talimatlarıyla kendinizi tekrar dışarıda, açık alanda bulmuşken, sağ ileride şapeli fark ediyorsunuz. Ancak çeyrek saat aralarla, grup halinde alıyorlar içeri. O zaman da önce ön salonda bir mültimedya filmini izliyor, sonra şapelin kendisine geçebiliyorsunuz. Ondan sonra da ancak on dakikanız var zaten, karşılaştığınız görkemi idrak edebilmeniz ve içinize sindirebilmeniz için. Yetmiyor — ama değiyor gene de. Utanarak itiraf ediyorum; yıllarca Ortaçağ, Rönesans ve Hıristiyan sanatı/ikonografisi derslerimde anlatıp gösterdiğim, ama asıllarının nerede olduğunu anımsamadığım bütün o Yoakim’in (çocuğu olmadığı için) Mâbetten kovuluşu, dağda ve çölde çobanlarla yaşaması, rüyası ve Kudüs’e dönmesi, Altın Kapı’da kendini bekleyen karısı Anna ile buluşup öpüşmesi, (aradaki fasılları biraz atlarsak) İsa’nın Kudüs’e girişi, tefecileri Mâbetten sürüp atması, hain Yehuda’nın öpücüğüyle ele verilmesi… tablolarının tamamı buradaymış meğer. Giotto’nun sırf renk kullanımı sayesinde hacim kazandırabildiği heykelimsi volümler ile gerçekten kızan, öfkelenen, boyun eğen, ağlayan, acı çeken erkek ve kadın yüzleri, âdetâ dikey zeminlerden taşıyor ve bizi binlerce yıllık bir insanlık dramının içine çekiyor. Anlaşılan Dante de bakmış, bakmış ve anlamış ki, İlâhi Komedya’sının ikinci cildi olan Purgatorio’da (Âraf), “Bir zamanlar resim sanatına [Giotto’nun çıraklığını yaptığı] Cimabue egemendi, ama şimdi gün Giotto’nun günü” diye özetleyebileceğim bir kayıt düşmüş.
İki istisnadan söz etmiştim; ikincisi Donatello’nun Gattamelata heykeli. İtalya’nın Geç Ortaçağ ve Rönesans dönemi savaşlarında paralı askerler çokça kullanılır; hükümdarlarcondottiere (çoğ. condottieri) denen tecrübeli komutanları hizmetlerine alır ve savaşlarını onlara ihale ederdi. Bu profesyonel askerlerin en ünlülerinden biri, “Gattamelata” lâkabıyla maruf Erasmo da Narni; öldüğünde ailesi Donatello’ya başvurmuş heykelini yaptırmak için; o da tunçtan Rönesansın ilk atlı heykelini dökmüş. Sağ elinde uzun komutanlık âsâsı, solunda kemerinden sarkan keza uzun kılıcı, kudretli savaş atının sırtında aynı kudret ve kararlılıkla oturuşu, uzaklara bakan yüzündeki sâkin kararlılık ve özgüven ifadesiyle Gattamelata, kendinden sonra yüzyıllar boyunca uzanacak bütün bir atlı heykeller (at sırtında komutanlar, generaller, krallar, hükümdarlar, imparatorlar) janrının başlangıcını ve klasik modelini oluşturacak — Atatürk’ün at sırtındaki heykellerine varıncaya dek.
Son bir not. Batı ve Doğu. Venedik ve Osmanlılar; Venedik ve İstanbul. Donatello’nunGattamelata’sının Sant’ Antonio Kilisesinin önündeki Piazza del Santo’ya dikilmesinin tarihi 1453. Yani İstanbul’un fethiyle aynı — ve II. Mehmed de bir bakıma en büyük Rönesans hükümdarıydı aslında. Ama var mı, bakabileceğimiz bir heykeli? Hemen eklemeliyim; bakıp da gülmeyeceğimiz veya ağlamayacağımız bir heykeli olabilecek mi?Bugün Osmanlı’yla yeniden barışmanın kitsch’e kaçmayan, insanda Disneyland hissi uyandırmayan kültürü ve estetiği nasıl yaratılabilir? Donatello’ların olmazsa, ya da Donatello’nun heroik sanatının çağdaş karşılığının ne(ler) olabileceğini bulamazsan, “Duşakabinoğulları” veya “özel bir sarayda Göktürk askeri olarak çalışıyorum” esprilerini maalesef fazlasıyla hak eden zevksizliklerin önüne nasıl geçebilirsin?
.
Yazarlar
-
Mehmet TIRAŞALTINA, DÖVİZE BAK GÖR HALİNİ… 27.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanBöyle giderse bu tren bu tünelden çıkmaz 27.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluÇözüm süreci… Yüzlerde hâlâ niye kaygı ifadesi var? 27.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNPKK’nin çekilme hamlesi ne anlama geliyor? 27.10.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURPKK neden Schrödinger'in kedisine benzedi? 27.10.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRBatı’nın krizi, küresel düzenin çözülüşü: Türkiye için dönüm noktası üzerine senaryolar ne? 27.10.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciOkumuş hainler ülkeden kaçıyor! 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANNereye doğru gidiyoruz? 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçYoğurtsuz, tereyağsız ve tavuk etiyle iskender kebap olur mu? Olur ama… 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENVe casusluk hikâyesi 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYABarışın Halklaşması ve Demokratik Toplum Sürecine Çağrı... 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolSarkozy hapiste 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye’de milliyetçiliğin reformu meselesi 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEÇete savaşı mı? 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit Akçayİstikrarsızlık üreten istikrar programı 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünAsker göndermek ya da göndermemek… 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (2) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasHukuk binasını yıkmayın efendiler 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUMuhalefetin gerçeklikle bağı koparsa… 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet Berkan‘Büyük iddialar, büyük kanıtlar gerektirir’ 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKDünyanın araf dönemine denk gelen Türkiye’nin çözümü 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKronik siyaset bunalımı… 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalProtestolar Amerika’yı sallıyor (mu?) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZKomisyon yerli ve demokratik çözümün yol haritasını hazırlamalı 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞ“Türk soylu yabancı” mı, “herkes Türktür mü (vatandaş?) daha doğru? 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTGöbeklitepe… Urfa İzlenimleri – 2 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUDem Parti’ye çullanmanın hafifliği 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİki din, iki tanrı tasavvuru 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilBir toplum geleceğe nasıl hazırlanır? 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNMadencilik yasasının gölgesinde hasat: Çatalağaç zeytin taşınamaz 21.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİTürkiye’nin dilleri, İslam’ın lehçeleri, Allah’ın ayetleri 20.10.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezKültürel hegemonya: “Hay Bin Yakzan” bize ne söyler? 19.10.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTKürt siyasi temsili sorunu 19.10.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRMilyonlarca dolarlık LPG filosu ve otel zinciriyle Paramount operasyonunun en dikkat çekeni: Şaban K 19.10.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERFransa’yı krizden kurtaran emeklilik hakları 19.10.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl Bora“Çetin Ceviz Çıkan Ankara Ahalisi” 17.10.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIREkonominin düzelmesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bağlı… 17.10.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuHukuksuz Türkiye inadı ve af… 17.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENAK Parti 2.0’a Hazır Mıyız? 17.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞTrump’ın meşruiyeti var mı ki! 17.10.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİÇifte hukukta son perde: Ünsal Ban nasıl kaçtı? 16.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİktidar dışarıda güvercin içeride şahin: Neden? 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezGüvenli Liman: Altın ve Gümüş 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYBaşkalarının acısı… 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMAN‘Parlak gelecek’ ve sol gelecek... 12.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaSüreç yönetmenin sorumluluğu 11.10.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAMilli takım ışık saçtı: Maçın kahramanını açıkladı 11.10.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğluİnsanların devletlerle savaşı 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENSadece DEM mi, ya CHP'nin ettikleri? 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarSosyal medya çürümüşlüğü 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRDEMOKRATİK TOPLUM VE "YILIŞIK" FOTOĞRAF 4.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKTrump’ın dünyasına hoşgeldiniz… 3.10.2025 Tüm Yazıları
-
nevzat cingirtNeden Yazmıyorsun? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunYazmak, ciddi bir iştir 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANAlev rengi hüznüyle sonbahar… 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMTERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE GEÇİŞ SÜRECİ! 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNÖcalan, Erdoğan’a “Seni yine başkan yaptırırız” sözü mü veriyor? 11.09.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMesele CHP Değil! 8.09.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPalantir ve "Tech. Republic" 7.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBİR ÖĞRETMEN YETİŞTİRME HİKAYESİ 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKENBarışı dilerken 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANTürkiye’de ve Yunanistan’da Aleviler – Yeni Bir Tablo 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYKüresel Güney Neden Çin’den Vazgeçmiyor 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEMete Tunçay 25.08.2025 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANÇÖZÜM NASIL GELİR! 20.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYPutin, Trump’ı parmağında oynatmaya devam ediyor 17.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARSorumluktan kaçmak umuttan kaçmaktır 12.08.2025 Tüm Yazıları




































































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
10.03.2025
8.03.2025
8.03.2025
6.03.2025
10.02.2025
29.01.2025
25.01.2025
16.01.2025
24.12.2024
20.11.2024