Akın ÖZÇER

Akın ÖZÇER
Akın ÖZÇER
Tüm Yazıları
Devletin aydınlık ve karanlık yüzleri
10.12.2011
3506

 7 aralık tarihli Taraf’ta yayımlanan eski MİT mensubu Mehmet Eymür’ün geçen hafta özel yetkili Ankara Cumhuriyet Savcısı’na verdiği ifade, devletin karanlık yüzüne ışık tutuyor. Zira devlet adına iş gören, kimileri unvan sahibi, istihbaratçı, özel harekâtçı sivil veya asker birtakım kişilerin “terörle mücadele” adı altında cinayet işlemeye kadar varan hukuk dışı eylemler yaptıklarını ve bu eylemleri yapanları koruma altına aldıklarını ortaya koyuyor. Eymür’ün ifadesi, bu devlet görevlilerinin ayrıca mafyaya mensup bazı kişilerle ilişkide bulunduğunu ve gerçekleştirilen hukuk dışı eylemlerin kendilerine çok da para kazandırdığını gösteriyor. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, hukuk dışı araçlarla yürütülen “terörle mücadele”, eli silah tutan veya bu kişilerle ilişkileri bulunan bazı devlet görevlilerinin, en azından bir dönem, devlet içinde unvan sahibi olmalarına ve/veya haksız kazanç sağlayarak zenginleşmelerine yol açmış.

Eymür’ün ifadesi, özü itibariyle, Susurluk davası hükümlüsü eski özel harekât polisi Ayhan Çarkın’ın basına yansıyan Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi Nöbetçi Hâkimliği’ne bir süre önce vermiş olduğu ifadeyle örtüşüyor. Kamuoyuna terörle mücadelede “100, 200 değil yüzlerce kişiyi” yargısız infaz ettiklerine ilişkin itirafları yansıyan Çarkın ayrıca, Ergenekon’un sadece Susurluk’la değil PKK ile de ilişkisi bulunduğunu, hatta PKK’nın Ergenekon’un bir kolu olduğunu öne sürmüş bir kişi. Bu iki eski devlet görevlisinin ifadelerinde yer alan isimlere yönelik suçlamalarını bir tarafa bırakırsak, devletin içinde, kamuoyunda “derin devlet” olarak adlandırılan “hukuk dışı” bir yapılanmanın oluşmuş olduğunu yok saymak mümkün değil.

Ne ilginçtir ki bu hukuk dışı yapılanmanın içinde yer aldığı iddia olunan bazı kişiler, “ne yaptıysak devlet için yaptık” veya “tuğlayı çekersek duvar çöker” gibi kendilerini devletle özdeşleştiren sözleriyle hatırlanıyor kamuoyunda. Bu tür sözleri duyduğumda, “Devlet ve bürokratik elitler” başlıklı yazımda atıfta bulunduğum Ludwig von Mises’in, kendini devletin hizmetkârı sayan bürokratın, “devlet benim” dediği öne sürülen Fransa Kralı XVI. Louis kadar içten olmadığına ilişkin yazdıkları gelmiştir hep aklıma. Varlıklarını adadıklarını söyledikleri devletin yararına iş yapıyorlarmış gibi ön plana çıkan bu kişileri gördükçe akıntıya kürek çektiğimizi düşünmüşümdür. Türkiye’nin çağdaş ilkelere dayalı demokratik bir hukuk devletine dönüşerek ilerlemesi için çalışan devletin aydınlık yüzünü oluşturan bürokratlarının çabaları boşuna mı diye sormuşumdur kendi kendime.

Gerçi Helsinki Zirvesi’nden bu yana ağır aksak yürüyen bir reform süreci ve bu süreçte atılmış önemli demokratikleşme adımları var. Ama bir türlü tamamlanamayan, eksik kalan ama belki kalması istenen bir süreçten söz ediyoruz. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) AB İhtisas Komisyonu’nun Mart 2000 tarihli Kopenhag siyasi ölçütleriyle ilgili bir raporu var mesela. Bir bölümü daha hâlâ gerçekleştirilmemiş kapsamlı reformlar içeren bu rapora MGK Genel Sekreterliği, tensiplerine sunulmadığı gerekçesiyle tepki koymuştu. Raporu hazırlayan “işgüzar” bürokratlar Genel Sekreterliğin sivil (emekli asker) mensuplarınca ziyaret edilerek amiyane tabirle fırçalanmıştı. Sonra İHKÜK (İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu) çerçevesinde yeniden ele alınan rapor Genel Sekreterliğin tensip buyurduğu şekilde yarısı tırpanlanarak ilk Ulusal Program’ımızın (2001) belkemiğini oluşturmuştu.

Kabul etmek gerekir ki demokratikleşmeye böylesine direnen asker ağırlıklı bürokratik iradenin, devlet içindeki söz konusu hukuk dışı yapılanmanın doğrudan veya dolaylı olarak oluşumuna ve varlığını bunca yıl sürdürmesine katkısı bulunuyor. Evet, demokratikleşme sözcüğüne dahi alerjisi olan ve terör eylemleri tırmandığında alelacele “ohal” talep eden siyasi partiler olağanüstü hâl rejiminde gelişen bu tür hukuk dışı oluşumların varlığını sürdürmesine elverişli bir kamuoyu oluşturuyor. Aynı şekilde Ergenekon’a siyasi partilerce sağlanan destek de kamuoyunda hukuk dışı oluşumları mazur gösteren bir hava yaratıyor. Ama Genelkurmay’ın e-muhtırası olsun, Meclis’in salt çoğunluğuna sahip bir siyasi partiye kapatma davası açılması olsun, anti-demokratik iradenin siyasi değil asker ağırlıklı vesayet rejiminin iradesi olduğunu ortaya koyuyor.

Öyle görünüyor ki hukuk dışı oluşumlar en azından bir dönem terörle mücadele alanıyla sınırlı kalmamış, devlete tümüyle egemen olmak için girişimde bulunmuş. Ergenekon ve bu örgütlenmeyle ilgili davalar sonuçlandığında söz konusu girişimin nerelere kadar gittiğini görmek mümkün olacak elbette.

Üzerinde durulması gereken diğer konu, devletin aydınlık yüzünü oluşturan bürokratların başlarına ne geldiğidir. Bugüne kadar, Dışişleri ve İçişleri gibi bakanlıkların mensupları ve üst düzey bürokratlarının Ergenekon tarafından fişlenmiş olduğu belgeleri ile saptanmış olduğuna göre belli ki bürokraside “Ergenekoncu” bir kadrolaşma girişimi olmuştur. Bu, fişlemeyle sınırlı bir girişim mi, yoksa yarım kalan bir kadrolaşma mıdır? Bu nedenle önü haksız yere kesilenler ya da açılanlar olmuş mudur? Olmuşsa, bunun demokratikleşmeyi yavaşlatmak veya hükümete bu yönde değerlendirme sunmak gibi siyasi sonuçları var mıdır? Ergenekon davaları bu ve benzeri soruları yanıtlamak açısından da önem taşıyor kuşkusuz.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar