Alper GÖRMÜŞ

Hemderd olmak fakat bunun farkında olmamak
16.04.2013
3525

 Aynı derde ve kedere duçar olanların beheri anlamına gelen “hemderd”, bence Türkçenin en şiirli kelimelerinden biri...


Ferit Devellioğlu
 da Osmanlıca yazılışını “hem-derd” olarak verdiği kelimenin anlamını açıklarken“dert ve mihneti bir olan” diyor.

Hemderd olma hâli, acıları ve manevi yaraları azaltan yönüyle acılı ve yaralı insanlar için gerçek bir ilaçtır... Bunu anlamak için, mesela sadece bizim ailemizin etkilendiği bir felaketin açtığı manevi yaralarla baş etmekle, bizimle birlikte binlerce insanın etkilendiği bir felaketin manevi yaralarıyla baş etmek arasında bir karşılaştırma yapmak yeter; ikinciyle baş etmek, hiç şüphesiz daha kolaydır.


Büyük deprem sonrasındaki atmosfer

17 Ağustos 1999 depreminden bir hafta kadar sonraydı, bir Gölcük gecesinde psikolog Yankı Yazgan’ın katılımıyla gerçekleştirilen “sohbet-terapi”yi hiç unutmuyorum... Sohbet televizyondan canlı yayınlanıyordu, Yazgan ortada oturuyor ve etrafını almış depremzedelerle dertleşiyordu. Konuşmasını tümüyle hemderdlik üzerine kurmuştu ve ben ilk kez o zaman, aynı derdi paylaşmanın insanları nasıl yumuşatıp yekdiğerine yaklaştırdığını bu kadar somut bir biçimde tecrübe etmiştim.

Televizyonlar sayesinde deprem bölgesinin dışındakilere de geçen bu duyguya bakıp da, o andan itibaren Türkiye’de bir daha deprem öncesi toplumsal gerilimlerine dönmeyeceğine dair bir ümit peydahlamak dahi mümkündü...


Sadece kendi derdinin ve tatmininin peşinde...

Fakat öyle ümit edenlerin ümitleri gerçekleşmedi... Çünkü o gerilimler kendi derdinin önemli ve anlamlı; başkasının derdinin önemsiz ve anlamsız olduğuna inanmaktan kaynaklanıyordu...

Neticede, o Gölcük gecesinden bütün ülkeye yayılan hemderd olma hâli çok kısa bir zamanda sona erdi, herkes ve her grup kendi yaşam biçiminin doğru, öbürünün yanlış; kendi manevi ihtiyaçlarının anlamlı, öbürünün manevi ihtiyaçlarının anlamsız olduğunu düşünmeye başladı...

Yine herkes ve her grup, sanki başkasının dertlerini giderecek adımlar atıldığında kendi dertleri artacakmış gibi davranmaya başladı ve o adımlara karşı çıkmayı kendine hak bildi.

Oysa herkes ve her grup benzer dertlerle malûldü, yani aslında hemderd idiler.

Fakat trajik olan şuydu ki, onlar hemderd olduklarının farkında değillerdi. O nedenle, birbirlerine yaklaşacak yerde sürekli olarak birbirlerinden uzaklaşıyorlardı.

Dikkat ederseniz bu yazı, “Müslümanlar ve Kürtler için gerçek bir tatmin sağlayacak bazı hamlelerin, aydınların kafasındaki kurguyla çakışmadığı için onlar tarafından ‘anlamlı’ bulunmamasının yarattığı sorunlar” üzerinde odaklanan “Müslümanlar, Kürtler, ve aydınların ‘telaşı’” (29 mart, 2 nisan) yazılarına fena hâlde benzemeye başladı.

Haklısınız, zaten ben de, özellikle Emek Sineması’na dair gelişmelerden yola çıkarak, madalyonun bir de öbür yüzünün olduğunu anlatmak için... Emek’i bir “manevi ihtiyaç” olarak gören çevrelere karşı Emek’i bir “manevi ihtiyaç” olarak görmeyen çevrelerin tavrının da aynı ölçüde problemli olduğunu anlatmak için yazıyorum bu yazıyı.


İhtiyacımız olan ses işte bu!

Sadece kendi tatminini meşru gören bireylerden, gruplardan ve kimliklerden oluşmuş bir toplum cendereye sıkışmış bir toplumdur. Böyle bir toplumun cendereden çıkma sürecini ancak, kendisine“anlamlı” gelmese de başkalarının tatminini de samimiyetle savunan ve önemseyen birilerinin cesaretle ortaya çıkması başlatabilir.

Şimdi size, ne demek istediğimi mükemmelen anlatan bir yazının özetini takdim edeceğim... Ahmet Turan Alkan imzalı yazı 11 nisanda Zaman gazetesinde yayımlandı... Okuyun, ardından birkaç şey daha söyleyip bitireceğim:

***


Emek sineması hakkında nutuk


Emek Sineması yıkılmamalıdır! Peki, ne yapılmalıdır? Bina, hukukî açıdan yeni mâliklerinin mülkiyetinde. Âmiyâne tâbirle “elin malı” hükmündeki bir bina hakkında bir kısım sanatseverimiz şaşırtıcı, hatta tuhaf bir hassasiyet gösteriyorsa, nasıl bir çözüm bulunabilir bu meseleye?


Basit! “Her şey hukuk değildir. ‘Bina satılmış, davayı kazanmışlar, önlerinde bir engel yok’ yargısı büyük şehirler için geçerli bir gerekçe değildir. Hiç şüphesiz bunu önlemek Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yetkisini aşar, ancak başka çözümler de vardır! Hükümet ya da belediye burayı kamulaştırabilir, kamulaştırmalıdır da! Daha insaflı bir çözüm teklif edelim; devlet bu binayı satın alabilir ve İstanbul halkına armağan edebilir. Sinema yerinde kalması şartıyla, kültür amaçlı başka mimarî çalışmalar yapılabilir. İstanbul’da rant uğruna o kadar çok tarihî bina yıkıldı ki, bari elimizde kalanların yıkılmaması için mücadele verelim.”


Bunu ben söylemiyorum efendiler, kültür dünyasının duayeni Doğan Hızlan söylüyor. Aynen iştirak ediyorum.


(...)


Sana ne üstad, senin için hiçbir mânâ ifade etmeyen, ömründe bir kere bile görmediğin, farkında bile olmadan belki birkaç kere önünden geçip gittiğin bir ticarî binâ için niçin kendini helâk ediyorsun, diye somurtabilecek bazı zevât için sebebini izah ediyorum.


Basit! Kudsî mekânlara saygı göstermek insanlığın icâbıdır da ondan.


Emek Sineması farzımuhâl benim için yaşlı bir ticarî binadır fakat onu sevenler açısından ne mânâ ifade ettiğini tayin hakkını kendimde görmem.


Anadolu’da dalına çaput bağlanan, adak dilenen, hattâ niyaza durulan ağaçlar vardır; böyle şeyler bâtıl itikaddır diye burun kıvırıp geçebilirsiniz, ancak “Hiayyt, hurafe ile mücadele ediyorum bre!” diyerek baltayı kapıp girişemezsiniz gövdesine gövdesine. Neyse odur! İnanmak zorunda değilsiniz fakat hürmet göstereceksiniz.


(...)


İnsanların itikadlarını rencîde etmemek lâzımdır efendiler. Entelektüellerin de kendine göre inançları, mübârek günleri, hac mekânları, âyin ve ibâdet ritüelleri, azizleri, “Credo”ları vardır; “Bizim bildiğimize uymuyor!” diye yok sayamazsınız.

***

Benim bu yazı için son sözüm de şöyle: Ahmet Turan Alkan’ın bu yazısının muadilini, önceki yazılarda verdiğim “kalabalık mekânlarda mescit” ve “kadınlar plajı” örneklerini savunarak yazabilecek Emek direnişçileri çıkarsa, ümitlenmeye başlayabiliriz...

 

Halim Abi bizim dünyamızın en zarif insanıydı

İlk kez gözaltına alındığı 1940’ların sonunda, hiç kimsenin “abi” si olamayacak kadar küçüktü, 19 yaşındaydı. TKP davasından tutuklandığında da (1951) öyle sayılır... 1970’lerden sonra ise ben dâhil binlerce solcunun abisi oldu.

Geçtiğimiz hafta 85 yaşında aramızdan ayrılan Halim Spatar, bizim dünyamızın en zarif insanıydı.

Başkalarına yük olmaktansa, başkalarının ona yük olmasını tercih ederdi. Kolay kolay isteyemeyen bir karakteri vardı. O nedenle, yıldızı, hak edip etmediğine bakmaksızın “daha fazlasını” isteyenlerle hiç barışmadı.

Çok geniş bir dünyası vardı ve bu nedenle 1970’lerin dar siyaset anlayışı içinde adeta boğuluyordu... Boğuluyordu ama nezaketinden açığa vurmuyordu; meğerki çileden çıksın ve sorumluluğu gereği müdahale etmesi gerektiğini düşünsün...

Böyle anlardan birini çok iyi hatırlıyorum. Haziran 1979’da Türk Lirası yüzde 44 oranında devalüe edilmişti ve biz bu dramatik gelişmeyi Aydınlık gazetesinde birinci sayfadan tek sütunluk bir haber olarak görmüştük... Manşette ise Dev-Sol’cularla Aydınlıkçıların bir mahalle kavgası vardı.

Halim Abi, Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin İstanbul İl Başkanı olarak ağır bir biçimde eleştirdi gazeteyi. Doğrusu, kös dinlemiş ve hak vermemiştik ona; ülkeye bakışımız o kadar daralmıştı.

Aslında solun tarihi bir açıdan Halim Spatar gibileri ite ite güdükleşmenin tarihi olarak da okunabilir.

İşte o da gitti ve sol biraz daha güdükleşti...

Hoşça kal Halim Abi.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar