Halil BERKTAY

Bir örnek : İngiliz Marksist tarihçileri
12.01.2012
3619

 Murat’la, Marksizmin düşünsel mirasını (örneğin, tarihçilik ile Marksizmin ilişkisini) değerlendirişimiz açısından da bazı sorunlarım var. O daha çok mirasın zenginliğine bakıyor. Ben ise hem ona, hem nerede tükendiğine.

Mesele şu : 19. yüzyılın ikinci, hattâ 20. yüzyılın ilk yarısında, Marksist ve Marksist olmayan (“burjuva” veya “gerici”) tarihçilikler arasında ciddî bir fark varken, 1950’lerden itibaren (tabii belirli bir süreç içinde) bu fark kalmadı. Kendini Marksist olarak tanımlayan son büyük ve ciddî tarihçiler grubu, İngiliz Marksist tarihçileriydi : Christopher Hill, Eric Hobsbawm, Rodney Hilton, E. P. Thompson, E. A. Thompson, Victor Kiernan, John Saville ve diğerleri. İki savaş arası dönemin anti-faşizmi içinde radikalleşmiş, Büyük Britanya Komünist Partisi’ne katılmış ve partinin göreli özgürlüğü içinde benzersiz “Tarih Grubu” (History Group of the CPGB) içinden yetişmişler; sonra çoğu 1956 Macar Devriminin (evet !) Sovyetlerce bastırılması üzerine partiden ayrılmış ama bağımsız bir Marksist aydın eleştirelliğini hep korumuştu. Son on beş – yirmi yılda peşpeşe hayata veda ettiler (EP 1993, EA 1994, Hilton 2002, Hill 2003, Kiernan ve Saville 2009). Şimdi sadece 1917 doğumlu E. J. Hobsbawm hayatta ve 94 yaşında.

Onlarla bir devir kapanıyor, daha doğrusu kapandı bile. Ben son demlerine yetiştim diyebilirim; 1983’te SBF’den istifa ettiğimde, üçüncü defa yarım kalan doktoramı artık Ekonomi değil Tarih alanına kaydırmak için bir özetiyle birlikte Hobsbawm ve Hilton’a yazıp başvurmuş; sonuçta kendimi en çok istediğim yerde, feodalizmin historiyografisinin asıl uzmanı olan Hilton’ın yanında bulmuştum. Topu topu bir yıl önce emeritus olduğundan, artık resmen tez danışmanlığı alamıyordu Rodney. Ama gene de yazdığım her şeyi baştanbaşa okudu, eleştirdi, bazı yerlerini Fransızcaya bile çevirdi, Paris’te vereceğim bir seminer için. Öyle dosdoğru, düz, süssüz bir adamdı.

Marksist tarihçiliğin doruğu ve en son kuşağıydılar; en iyi Marksist tarihçiler onlardı ve onlardan sonra da bir Marksist tarihçilik geleneği olmadı, sanırım olmayacak. Çok mu çelişkili geldi ? En iyiydiler, çünkü Marksizmleri hâlâ yeni yeni sorunsallarına ilham verirken, ampirik araştırmacılıklarına ayakbağı olmuyor, gerçekle aralarına girmiyordu. En iyiydiler, çünkü bağnaz ve sekter değillerdi; “Marksizm Çağı” bütün Yakınçağla birlikte sona ererken, hâlâ Marksist veya Marksizan, ama çok açık, en açıktılar Marksizm dışına. Marksizmin Marksizm ötesi ile kaynaşma ve etkileşimleri, Fransa’da Marc Bloch gibi Jean Jaures hayranı demokratik sosyalist Annales tarihçilerine; Manş’ın öte yakasında ise, gene komünizm içinde de olsa görece demokratik (çünkü küçük ve İngiliz demokrasisinden beslenen) bir KP etrafında kümelenmiş bu Marksist tarihçiler grubuna hayat vermişti. Hem de 1952’de, yani Soğuk Savaşın en karanlık yıllarında, bugün bile Anglo-Amerikan âleminin en prestijli periyodik yayını olanPast and Present’i kurmuşlar; önce “bir bilimsel tarih dergisi” (a journal of scientific history) diye tanımlamışlar, sonra Marksizme bu örtük atıftan da vazgeçmişlerdi, ayırımcı oluyor diye. Onların açıklığı ve anti-dogmatizmi, limitteki bir açıklık ve anti-dogmatizmdi, bir adım, sadece bir adım ötesinde, artık net, köşeli bir Marksist kimliğin kalmayacağı.

Nitekim kalmadı da. Çünkü ayrı ve özel bir paradigma olarak (büyük harfle yazılmış bir) Tarihsel Materyalizmin, tarihçiliğe ve tarihsel düşünmeye yol göstermesine gerek kalmadı. Altını çizeyim :tarihsel materyalizm, artık somut, ampirik araştırmacılık ve tarih üretimi için çok anlamlı bir metodolojik kılavuz değil. Sanat alanıyla bir benzetme yararlı olabilir. 19. ve erken 20. yüzyıllarda belirli sanat “akım”ları vardı –Romantizm, Empresyonizm, Fauvizm, Kübizm, Sürrealizm, Fütürizm, Ekspresyonizm, Dadaizm gibi. Her biri yepyeni bir vizyon getirmek iddiasındaydı; başka bir deyişle, diğer akımların modasının geçtiğini, “doğru” sanatın kendisi olduğunu öne sürüyor, hattâ bu doğrultuda manifestolar yayınlıyordu. Her akımın “usta”larının “çırak” veya “tilmiz”leri de vardı. Aynı yoldan gidiyor, geleneği sürdürmeye çalışıyorlardı.

Fakat zamanla ne oldu ? Bu “akım” veya “grup” veya “ekol”ler dönemi genel olarak kapandı; dar mezhepçilik yerine belirgin bir geniş meşreplilik, bir enternasyonal stil hâkim oldu. (“Mutfak”lar da ayrıyken, malûm, şimdi yemek alanında bile bir “füzyon” cuisine’i doğdu.) Aynı şey tarih/çilik alanı için daha da geçerli. Büyük paradigmatik ekoller de artık yok, guru’lar da. Kimse bir tarih estetiğinin diğerlerinden üstün ve “doğru” tarihçiliğin sırf “bu” olduğunu savunmuyor. Eski kavgalar yerini uluslararası bir konular ve yaklaşımlar eklektisizmine bıraktı. Bu füzyon, nereye giderseniz gidin ortak bir dil, ortak bir meslek ahlâkı bulmanızı sağlıyor.

Bu çerçevede, 1945-95 arasının o ünlü İngiliz Marksist tarihçilerinin, olanca prestij ve otoritelerine karşın, bir Marksist tarihçilik geleneği devretmemiş olmaları çok anlamlı. Böyle bir vizyonu, onlar öğrencilerine vermeye kalkışmadıkları gibi öğrencileri de onlardan almadı. Burada hem bir tarihî kaçınılmazlık, hem o kaçınılmazlığı idrak etmiş bir bilgelik söz konusu.

Gelecek sefer değineceğim zaafları da cabası. (Ve belki bu tablo, sosyalizmde inat edip etmemeye de bazı ipuçları sunuyordur.)

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar