Demiray ORAL

Bodrum’da bir öğleden sonra
25.08.2012
3190

 Sıcakta aylak aylak dolanıyorum Bodrum’da, vakit öğlen.

Malum, memleket havası kurşun misali ağır.

O anda züğürt tesellim, yazı yazmak zorunda olmamak.

Çünkü, ne diyeyim ki ben size, ruh hâlindeyim.

Barlar Sokağı olarak üne kavuşan yoldan, dükkân tentelerinin gölgesine ve tam gaz çalışan klimaların dışarı vuran anlık üfürmelerine sığınarak yürüyorum.

Ve üç beş adımda bir, ağlamaklı sesli bir adamın şarkısına maruz kalıyorum.

Sesini nasıl tarif etsem bilemiyorum, sanırsın ki veletlik zamanında mahalle arkadaşları bunu bir köşede kıstırıp bir güzel “İstiklal Marşı” söyletmişler de, sesi o günden sonra hep böyle kalmış.

“Her akşam bir büyük, başka türlü taşınabilir mi bu yük” deyip duruyor o sesle.

Şarkı beni takip etmekte adeta.

İncik boncukçuda da o çalıyor, marka çakması çantacıda da, üç adım sonraki markette de...

Hayır, cevap verecek yetkili bir mercii olsa, “taşınmaz!” diye haykıracağım, belki susar umuduyla.

O derece yani...

Herkesin yükü farklı tabii.

Misal Bodrum’da, bütün ıstıraplar aşktan doğuyor.

Bizim delikanlılar, kendileri için ıstırap çekecek bir İngiliz manita ayarlayıp kapağı oralara atmak için sabahlara kadar çalışıyor.

İyi hoş da, ben şahsi yükümle bu öğlen sıcağında nerelere gitsem acaba?

Sezonda olmasak Çarli’ye gider, şarkıyı da “her öğlen bir küçük...” şeklinde uyarlardım belki.

Ama bu zamanlarda Çarli maalesef tenzil-i rütbeye uğruyor ve Bodrum’un en huzurlu meyhanesi olmayı bırakıp, Tekilacı olmaya soyunuyor, hayat gailesi gereği (meraklısı Çarli hakkında tafsilatlı bilgi için, 2 Ocak 2012 tarihli yazıma bakabilir).

Bir vücut çalımıyla birkaç rakibinden birden sıyrılan futbolcu misali, aniden tam ters istikamete dönüp Azmakbaşı’na doğru yürümeye başlıyorum.

Orada Bodrum içindeki en doğru dürüst kitapçı var, üstelik kliması da var. Tatil günlerimin en azından kalanında, gazetelerdeki “demeç tesirli bombalar” yerine okuyacak doğru dürüst bir şeyler bulmak umuduyla.

Ama bu da öyle kolay iş değil. Çünkü artık kitapçılarda bile gerçek kitaplara ulaşmak ayrı bir mücadele istiyor.

Satması için yapılıp, ya tutarsa diye piyasaya sürülen “proje kitaplar”ı elemek şart. Ve raflar resmen onların işgali altında.

Yine de şükretmek lazım ki, hâlâ yerli ve yabancı edebiyatçıların eserlerine ayrılan bölümler var.

Bizim yazarların raflarında dolanırken, kalın kitaplar arasına sıkışmış, incecik bir kitap sırtı çarpıyor gözüme.

Öyle tek başına duruyor orada, aynısından bir tane daha yok.

İnceliğini yazarından aldığını tahmin ettiğim bu kitapta Orhan Veli’nin öyküleri var. Adı “Hoşgör Köftecisi”, bu sene nisan ayında yayımlanmış (YKY’den).

Çok da şahane olmuş valla. Tam bana göre hem ince, hem Orhan Veli, hem de öykü.

İki çay parasına tekabül eden kitabı kaptığım gibi marinanın başladığı meydandaki Denizciler Kahvesi’ne gidiyorum.

Bir çay söyleyip okumaya başlıyorum. İçinden deniz geçen, balıklar, balıkçılar, kahve fincanında içilen rakılar geçen öyküler yazmış Orhan Veli.

Kendi yükünü nasıl taşıdığını anlatmış.

Eğer siz de memlekette olan bitene bakıp, ne diyeyim ki ben size, diyorsanız; söyleyecek yeni hiçbir şey olmayan adamların, yani baştakilerin bizi yönetmesinden bunaldıysanız kesinlikle tavsiye ederim.

Ayrıca sanmayın ki, baştakilerden bunalmak bu zamanlara özgü bir ruh hâli. Orhan Veli’nin ilk kez 1949’da Yaprak’ta çıkan “Öğleden Sonra” öyküsünde de, birazdan göreceğiniz gibi ortak dert yine onlar. Ve aynı çaresizlikle edilen beddualar. Tek fark o zamanlar balığın fakir yiyeceği olması.

Evet, Orhan Veli, Musa Kaptan, Hamza ve adını hatırlamadığı bir arkadaşı deniz kenarında çilingir sofrası kuruyorlar. Hemen yanlarında da balık pişiren bir tezgâh var. Laf balıktan açılınca, iskemlede oturmuş karnını doyurmaya çalışan bir müşteri söze karışıyor ve diyor ki: “Ne yaparsın, et yiyemiyoruz; fukaranın eti de balık. Bereket versin balığa. Balık da olmasa şu memlekette, vallahi bilmem ama, köpekler güler hâlimize. Hani demek isterim ki, ne hükümet var başımızda, ne belediye. Dinim hakkı için kendimi düşünmüyorum. Memurlara acıyorum namussuzum. Onların hâli bizden daha kötü (...) İki yüz kâğıtla hâllihamur olacağız diye didinmekten imanları gevriyor zavallıların. Kabahat kimde? Baştakilerde elbet. Ne diyeyim, Allahlarından bulsunlar, demekten gayrı bir şey gelmiyor ki elimden.”

[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar