Hadi ULUENGİN

Bira getir garson!
6.07.2012
3408

 ŞAYİA şöyledir: Atatürk masada servis yapan garsonun beceriksizliğini görünce sofra erbabına dönmüş ve, “bu millete her şeyi öğrettim ama bir tek uşaklığı öğretemedim” demiş.

Diğer anekdotu Beşir Ayvazoğlu’nun o enfes “Peyami” kitabında okumuştum.

Yahya Kemal ve Peyami Safa meyhanede koyu sohbete dalmışlar.
Garsonun Rum olduğunu keşfettiklerinde de ikisi birden insiyaki olarak “Türk’e de Rum garson lâyık, Türk’e de Rum garson lâyık” diye şen şakrak gülmeye başlamışlar.

Tabii hemen dikkatinizi çekerim, iki örneğin de geri planında şu temel olgu yatıyor:

Bilinçaltındaki “efendi” dürtüsü Türklerin “öteki”ne hizmet vermesini engeller.

Aksine, onlar hep o “öteki”nden hizmet beklerler ki, şimdilik bu konuyu kapatıyorum.

BABAM ciddi bir akşamcıydı. Dolayısıyla yazları bahçede,  kışları da koca sobanın etrafında oturmak üzere her daim ve hep maaile Kalamış’taki “Todori” meyhanesine gidilirdi. 
Haniyse bebekliğimden itibaren anason kokusuyla büyüdüm desem, yeridir.

Bilhassa da başgarson Yani’nin “ş”leri yutan Rum şivesiyle, “pasam pasam, masallah sulak kavak altında gibi boy atıyorsundur”  takılmalarıyla ergenlik yaşına ulaştım.

Nur içinde yatsın o barba Yani ki, ustalık ne kelime, yukarıdaki Yahya Kemal’den Selahattin Pınar’a hizmet verdiği ünlüler gibi mesleğinin üstâd-ı azam payesine erişmişti

Ne tepsi getirir, ne de sipariş beklerdi. Hiçbir şey söylemeden sofraya bizim, daha doğrusu Babamın daima ısmarladığı mezeleri dizerdi. Fazlasını da, eksiğini de koymazdı.

Ez kaza, meselâ sıcak günde lakerda istemek gibi bir pot mu kırdım? Tatlı sesle, “Hadi pasam, Beykoz toriği Rodosto karpuzu mudur ki kabuğu denize düşmüştür” diye çıkışırdı.

En önemlisi de, tabakta minicik lokma kaldığı müddetçe o tabağı asla almaz ve yine Rum komi basireti bağlanıp “bitti mi” diye sorarsa onu kendi lisanında adamakıllı haşlardı.

Sonra bize dönerek, “kerata vaftiz kazanında bile sabredemedi” diye söylenirdi.

İNANDIĞI İsa Mesih’in mağfireti üzerinde olsun, hem barba Yani’yi, hem de yukarıdaki iki anekdotu geçen gün bir tatil lokantasında yemek yerken hatırladım.

Garson haza ayı aleyhisselâm! Bütün feodalliği ve pederşahiliğiyle, önce refakatçime servis yapmak yerine hep benden başlaması ve o servisi dahi yine bir ayı vahşiliği ve köylü hoyratlığıyla gerçekleştirmesi bir yana, hazret masaya dikildi ki gırtlağımızdan lokma sayıyor.

Bazıları manda gibi lagar olur ve dürtmek gerekir ya, bu aksine, iki çatal alıyorsunuz tabağı önünüzden kapıyor. Vermezseniz de kötü kötü bakıyor. Sanki rızkını çalıyoruz.

Dur be adam, şunu ağız tadıyla tıkınalım! Patladın mı? Vakti zamanında ben de bir buçuk sene garsonluk yaptım, fakat ne müşteriye alarga davrandım, ne de ensesinde piştim.  

Bekleyen olsa başkasını almak için acul davranıyor diyeceğim ama in cin top oynuyor.

Beddua okuyarak hemen hesabı istedim ve tek metelik bahşiş bırakmadan çekip gittik.

BEN, hâlâ çoğunluk olarak garsonların; artı, sırf o garsonların da değil servis sektöründeki çok ciddi bir bölümüm hizmet vermeyi bilmemesini öyle Türklerin “uşaklığı” öğrenememesi veya söz konusu hizmeti “öteki”ne dayatıyor olmaları falan ile açıklamıyorum.

Yegâne sebep henüz yontulamamış; yani göçebe ve köylü reflekslerinden arınarak şehirli kimliğini, tarzını, adabını ve gustosunu daha edinememiş olmaktan kaynaklanıyor.

Todori meyhanesindeki barba Yani muhtemelen on kuşaktır Konstantinniye sakiniydi.

Oysa bizim lokantadaki garson numunesi yine muhtemelen bir nesil önce çobandı.

Eh, somun ve soğan yumruklayan bir sofra kültüründen de işte ancak bu kadarı çıkıyor

Üstelik davar sürüsü güderken yahut tarla sapanı tutarken “bira getir garson / bira getir garson / afiyet olsun” tekerlemesi mırıldanmıyor ya!   

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar