Şahin ALPAY

Kemalizm ve demokrasi
15.01.2015
1693

 Geçen yazımda Taha Akyol’un “Türkiye’nin Hukuk Serüveni” başlıklı son kitabında, 1839’da Tanzimat reformlarıyla başlayan ve II. Meşrutiyet’le tamamlanan bir süreçle Osmanlı devletinde hukuk devleti ve demokrasinin kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve doğal yargıç gibi temel kurum ve ilkelerinin benimsenmesinin öyküsünü anlattığını aktarmış ve sormuştum: Peki sonra ne oldu? Bunun bence en okunmaya değer cevabı, yine Akyol’un “Atatürk’ün İhtilal Hukuku” (2012) adlı kitabında bulunabilir.

Bence sonra şu oldu: 1913’te laik milliyetçi İttihatçılar anayasayı rafa kaldırdılar ve Osmanlı’yı I. Dünya Savaşı’na sokup ülkenin işgal altına girmesinin kapısını açtılar. Bağımsızlık mücadelesine öncülük eden laik milliyetçi Kemalistler 1923’te Cumhuriyet’i kurarak ülkenin kaderine hakim oldular. 1946’ya kadar süren “İhtilal devri”nde kuvvetler ayrılığının yerini kuvvetler birliği (“şeflik sistemi”) aldı; ne yargı bağımsızlığı kaldı, ne de doğal yargıç ilkesi. Akyol, 1930’lar Türkiye’sinin “simge hukukçusu” olarak nitelediği Vasfi Raşit Sevig’in söz konusu “şeflik sistemi” hakkındaki “Nazilerle faşistlerin bunu bizden öğrendikleri, fakat ırkçılığa, diktatörlüğe kayarak aşırıya gittikleri”ne dair yorumunu aktarıyor. (s. 272)

Akyol’un 1950’de çok partili düzene geçişten sonra ne olduğuna dair görüşlerini ise şu satırlarda bulmak mümkün: “Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle, demokrasinin seçim ayağı gerçekleşmiş ve ara dönemler hariç değişmemiştir. Fakat demokrasinin öbür ayağı, kuvvetler ayrılığı 21. yüzyıl Türkiye’sinde hâlâ oturmamıştır, hâlâ çatışma konusudur. İktidar ve muhalefet ilişkilerinin uzlaşmaya açık bir rekabet halinde devam etmesini sağlayacak siyasi kültür de yoktur… Hâlâ siyasi hayatımızı zehirlemektedir.” (s. 276)

Demokrasinin özü olan kuvvetler ayrılığını niye yerleştiremedik? Çatışmacı kültür niye hâlâ siyasi hayatımızı zehirliyor? Kökten İslamcılarla, İslam’ı “irtica” ile özdeşleştiren kökten Kemalistlerin bu sorulara verdikleri cevapta tam bir ittifak içinde oldukları muhakkak: Her ikisine göre de çünkü İslam demokrasiyle bağdaşmaz. Kökten İslamcılara göre, “Demokratik mekanizma ancak İslam ve siyaset teorisinin ilkeleri doğrultusunda daha iyisini buluncaya kadar kullanılabilir…” Kökten Kemalistlere göre ise, “demokratik mekanizma” ancak Kemalizm’e bağlı asker – sivil bürokrasinin vesayeti altında kullanılabilir…

Evet, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi yerleştiremedik. Kanımca bunun temel nedenini İslam’a dayalı kültürde değil, laik milliyetçi İttihatçı  Kemalist otoriter yönetim mirasında aramak gerekir. Teoride dinlerin hiçbiri demokrasiyle ya da (inanç özgürlüğü anlamında) laiklikle bağdaşmaz; ama pratikte hepsinin bağdaşır yorumları geliştirilmiş, pek çok ülkede hakim olmuştur. Daha önce çeşitli vesilelerle üzerinde durduğum gibi, demokrasinin kök salmasında esas rolü kurumlar oynar; Dünya Değerler Araştırması’nın bulguları, Türkiye dahil Müslüman çoğunluklu ülkelerde özgürlük ve demokrasiye ilişkin siyasi değerlerin Batı’dakilere “şaşırtıcı ölçüde benzer” olduğunu göstermiştir. (Bkz. P. Norris – R. Inglehart, “Sacred and Secular”, 2004, p. 134.)

İslamcılar arasında yayılan eğilim de, Batı’da gelişmiş olan “demokratik mekanizma”dan daha iyisinin bulunamadığı yönünde. (Bkz. Robin Wright, “Islamists are coming: Who they really are?, USIP, 2012.) İslam’da bir devlet, siyasi sistem teorisinin bulunmadığının herhalde en açık delili, Müslüman çoğunluklu ülkelerin büyük çoğunluğunun laik milliyetçi diktatörlükler tarafından yönetiliyor olmaları. İslamcı İran’ın dahi Batılı demokratik kurumların bir bölümünü benimseyip, bu kurumları din adamlarının vesayetine tabi kıldığı unutulmamalı.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar