Yasemin ÇONGAR
* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYORadlı köşede yayımlanmıştır.
***
Tılsımı, nereden geldiğini keşfedemediğimiz bir tanışıklık hissiyle tez bozulan karşılaşmalar sarsar bizi. Yeni olana duyduğumuz merak nasıl iç kamaştırıcıdır oysa; henüz dinlemediğimiz hikâyelerin bizi bir girdab gibi sarmalayarak içine çektiği o gölgeli tünelde kaybolmaya nasıl da hazırızdır. Ama ben, kaldığım yerden devam ettiğim hissini veren başlangıçları da severim. Bilinmeyenin cazibesine kapılarak kıyısına vardığımız her adada, bildiğimiz lezzetlerle kabarmış bir iştahın tatminini arıyoruz nihayet. Durulmak için dalgalanmak gibi bir şey bu; kokusunu hatırladığımız sıcak bir kucak var sanki, bizi sarmalasın istediğimiz sıkı bir kundak, gözü kapalı atladığımız her uçurumda içine dönmek istediğimiz karanlık bir rahim var. Bütün o heyecan bir eski huzur için... Ve gün geliyor, senin de aynı yerden kanadığını hiç konuşmadan bilen birine rastlıyorsun.
Hüzne haksızlık etmek pahasına
Kendinden daha ünlü olan, daha çok okunan, daha çok dile çevrilen kocasından daha iyi romanlar yazdığını, dermanı içine katlanmış bir muska gibi göğsünde taşıyan kadının denemelerini okuyorum şimdi: Living, Thinking, Looking (Yaşamak, Düşünmek, Bakmak). 1955 doğumlu Amerikalı yazar Siri Hustvedt, denemelerinin üç ayrı başlığı çağırdığını hissettiği için bu adı vermiş yeni kitabına. Hustvedt’in “yaşamayı,” yani kendi hayatını, çocukluğunu, ailesini, esrarına kapıldığı bedeniyle beynini, evcil ve yabani hallerini anlattığı denemelerle başlıyor kitap; oradan “düşünmeye,” yani hayallere, hayalleri mümkün kılan hatıralara, ve her ikisinden ortak bir hakikat yoğurmaya çalışan duygulara geçiyor; sonra nihayet “bakmaya” başlıyor, bakarken görmeyi, gördüklerini adlandırmayı, asılla sûret arasındaki ilişkiyi deşerek ötekiyle bakışmayı deniyor.
Gazetedeki masamda, iki toplantı arasına sıkıştığını kendime unutturarak bir an için sonsuz kılmaya çalıştığım bu azade zamanda, Hustvedt’in denemelerini anlatan bir deneme yazmayı denemenin cazip olduğu kadar fuzuli bir yanı da var, biliyorum. Yazının kudreti, biraz da yazarın çıplaklığıyla ilişkili bir şey zira. Kalabalığın içinde kendine “saygın” bir yer, “makbul” bir şekil, “güçlü” bir benlik,“övünülecek” bir öznellik yaratma sevdasından vazgeçebildiği ölçüde iyi yazıyor insan. Hustvedt’in,“felsefi bir duruş” olarak sımsıkı sarıldığını kitabın başında ilan ettiği birinci şahıs anlatımında ise sürekli bir soyunma gayreti var sanki; hep eksik kalan ama hiç vazgeçmediği bir çabayla, tenini, etini, yaralarını göstermek istiyor bize. Bu yarı çıplaklık hali, okurla yazar arasındaki ilişkinin gerilimini olduğu kadar hüznünü de belirliyor. Hustvedt’in “Yazarken kendimi zan altında bırakmak istiyorum” diyerek sergilemeye çalıştığı öznelliğini, şimdi benim “eldivenli” kelimelerimden takip etmenizi istemek her şeyden çok bu hüzne haksızlık belki. Yine de deneyeceğim.
Cevapların heyelanına kapılmadan
Sadece kendime sorduğum, ve belki bu yüzden, belki de muhtemel cevabından daha çok sevdiğim için cevaplayamadığım bir soru yıllardır zihnimde dönüp durur: “Yaşadıkça soruları mı çoğalır insanın, cevapları mı yoksa?” Aslında cevabı pek merak etmiyorum. Genel olarak cevapları, sorulardan daha az merak ediyorum galiba. Bana sağlam cevaplar veren kitapları, geride ısrarlı sorular bırakan kitaplardan daha çabuk unutuyorum.
Hustvedt’in denemeleri cevaplarla yüklü. Ama aynı zamanda, talepkâr ve tatminsiz soruların kadrini bilerek yazıyor. Sorarak, sorular etrafındaki terennümünü kesin cevaplarla kıvama getirmekten bir adım geri durarak yazıyor. Sorular malûm; Hustvedt “insan olmanın ne anlama geldiğine ilişkin sonsuz bir merak” diye tarif ediyor onların kaynağını ve birkaçını sıralıyor: “Nasıl görür, hatırlar, hisseder ve diğer insanlarla nasıl ilişki kurarız? Uyumanın, rüya görmenin, konuşmanın mânâsı nedir? Benlik kelimesini kullandığımızda neden bahsediyoruz?”Bütün çağların, kendine özgü klişelerle, kabullerle, halk inanışı ve dogmalarla bu soruları cevaplama iddiasında olduğunu hatırlatıyor sonra; “Yaşadığımız çağ da farklı değil” diye ekliyor, “esasen, cevapların içinde boğuluyoruz.”
Cevapların ortasından yüzerek geçme çabası olarak da okunabilir Living, Thinking, Looking. “Çözümlerin çokluğuna rağmen, kim olduğumuz ve bu hale nasıl geldiğimiz meselesinin sadece beşeriyet açısından değil bilimler açısından da hâlâ ucu açık sorular olduğunu hatırlamamız önemli” diyor Hustvedt; cevaplar denizine atlarken daha iyi bir cansimidi düşünemiyorum.
Buber ve arzu üzerine çeşitlemeler
“Arzu bir duygu gibi çıkar ortaya, bir kıvılcım ya da bedenin içindeki bir bomba gibi; ama her zaman bir şeyin açlığıdır o ve her zaman bizi başka bir yere, (gerçekte) eksik olan şeye doğru fırlatır.” Hustvedt, “yaşayan” denemelerinden birine böyle giriyor. Başlığı: “Arzu Üzerine Çeşitlemeler: Bir Fare, bir Köpek, Buber ve Bovary.” Az sonra söz, içinde ne bulmayı istediğimizi bilmeksizin bir şeyler aradığımız loş kuytularımızda gezinmeye başlayacak: “Arzu, hedeften yoksun da olabiliyor. Benim bazen, ne istediğimi merak ettiğim olmuştur. Nesnesini henüz adlandıramadığım müphem bir arzu kendini hissettirir – vücudumda bir huzursuzluk, muhtemelen açlık, muhtemelen belli belirsiz bir erotik iştah kımıltısı, muhtemelen yeniden yazma ihtiyacı ya da yeniden okuma ya da başka bir şey okuma ihtiyacıdır ama işte oradadır; içimdeki bir güç adını koyamadığım bir tatmine doğru iter beni.”
Orada olan nedir? Arzularımızın kaynağı nedir? Bu soruların, Amerikalı sinirbilimci Jaak Panksepp’in aklına “merak-mânâ” ilişkisini getirdiğini Hustvedt’ten öğrendim. Bütün memelilerde, Panksepp’in“arayış sistemi” adını verdiği nörolojik bir mekanizma var; farelerle insanlar aynı “içsel hevese”sahip ve bu hevesi kadim nörokimyasal etkileşimler belirliyor. “Bu kimyasal süreçler, yeryüzünde refakatçimiz olan yaratıkları, kendi dünyalarını gayet enerjik biçimde araştırıp keşfe çıkmaya, mevcut kaynakların peşine düşmeye ve çevrelerinin içinde barındırdığı ihtimalleri kavrama gayretine sevkeder. Bizi de dünyayla aktif bir ilişkiye sokan ve muhtelif şartlardan bir mânâ süzmeye yönelten dürtü aynı sistemdir.”
“Merak” velhasıl, “gelişmiş” hayvanların beyin devrelerinin ürünü; Panksepp bunu “hedefsiz bir dürtü” olarak tanımlıyor. Ama Hustvedt’in araya girmesiyle hatırlıyoruz ki, hedefsiz bir dürtüyle parçası olduğumuz işlerden ve ilişkilerden “mânâ süzme” çabamız insan beynine özgü daha karmaşık devreleri gerektiriyor. Arzunun merkezinde hep merak var; beyinsel faaliyetimiz meraktan mânâya doğru evrildiğinde ise arzumuzun nesnesinden uzaklaşmaya başlıyoruz. Panksepp de Hustvedt de böyle demiyor ama, “bir şeyi adlandırıp anlamlandırdığımız ölçüde daha az arzuluyoruz”bence.
Hustvedt’in Viyana doğumlu İsrailli filozof Martin Buber’e (1878-1965) reverans yaparak şöyle bir dokunduğu birbirine karşıt iki ilişki biçimi olarak “Ich-Du” (Ben-Sen) ve “Ich-Es” (Ben-O) üzerine biraz düşününce, Buber’in çocukluğunda bir atın başını okşarken hissettiği hazzın, bu hazzın farkına vardığı anda azalmaya başlamasını anlıyorsunuz. “Ben,” karşıdakini “Sen” olarak görmekten uzaklaşıp, “Sen”le ilişkisi üzerinde düşünmeye ve kendini, yani “Ben”i, “Sen”le ilişkisinin parçası olarak, üçüncü tekil şahıs gibi, yani “O” gibi görmeye başladığında, arzuların bereketli arazisinden de çıkmaya başlıyoruz sanırım.
Hustvedt’in deyişiyle, “öteki ile diyaloga dayanan bir hayattan, monologa ya da teemmüle (reflexion) dayanan bir hayata” çekilmek bu. Teemmülünüzün nesnesi, yani sadece bakmak, görmek, işitmek yerine üzerinde etraflıca düşünüp, benliğinizin aynasından yansıyan sûretinde içselleştirmeye başladığınız varlık, arzunuzun o bâkir nesnesi değil artık. Bunu ben söylüyorum. Ama arzudan ziyade ilişki üzerine kafa yoran Buber de, üzerinde etraflıca düşündüğümüz bir “öteki”nin, zihnimizde artık sadece “bizim bir parçamız olarak” varolmaya başladığını ve bu monologun,“öteki”nin gerçek bilgisine erişmeyi giderek imkânsızlaştırdığını yazıyor.
Buradan, arzunun ve aşkın geçiciliğini beynimizin kimyasına bağlayıp, dibinde ergeç vurgun yiyeceğimiz bir cevaplar denizinde kaybolmak ne kolay olurdu. Neyse ki, soruların saltanatı ve o saltanatın ebedi payitahtı olan edebiyat var.
Hakikatli bir iş olarak yazmak
Philip Kaufman’ın nedense iki yazarı da, klişelere uygun birer karikatüre dönüştürerek eksiltmeyi hem onlara hem okurlarına reva gördüğü Hemingway and Gellhorn filminde, Ernest Hemingway o meşhur sözünün yarım halini Martha Gellhorn’a söylediğinde, sözün hakikati de istihzası da eskimiş geliyor kulağa: “En iyi yazarlar yalancıdır.” Hustvedt’in “The Real Story” (Gerçek Hikâye) adlı denemesi, Hemingway’i hiç anmasa da bu söz etrafında dönüyor. Hatıratla kurgu, otobiyografiyle roman arasındaki ilişkiyi düşünürken, hafızanın kırılganlığı üzerinde duran Hustvedt, hatırlamanın“yaratıcı” bir faaliyet olduğunu anlatıyor: “Algı gibi hatıra da pasif bir geri çağırma eylemi değil, hayalgücünü devreye sokan aktif ve yaratıcı bir süreçtir. Hepimiz daima kendi geçmişlerimizi yeniden icat ediyoruz ama bunu kasten yapmıyoruz. Yanılgı, ne denli büyük olursa olsun, yalancılıkla aynı şey değildir. Yalan söylediğimizde bunu biliriz. Yalan söylemek bir tür çifte idrak halidir. İki ayrı ifade söz konusudur: Biri söylenen ya da yazılan, diğeri söylenmeyen, kayda geçmeyen ifade.”
Hustvedt, bir dönem yayın dünyasını çok meşgul eden “hatırat yalanları” tartışması vesilesiyle girmiş konuya ama ben asıl, onun sözü edebiyata getirmesini sevdim. En iyi yazarların “yalancı”olduğu iddiasına isyan ederek yapıyor bunu; en iyi romanların, son tahlilde, “yalan” söylemediğini biliyor çünkü. Edebiyatın uydurulmuş gerçeğinin okuru inandırmakla kalmayıp, dönüştürmeye de başladığı bir yer var ve o yere varmak biraz da yazarın çıplaklığıyla ilgili bir şey. Yazarın zırhı ne kadar kalın ve sertse, yazının sahiciliği de o kadar tül, o kadar buhar... Hustvedt ise şöyle anlatmış: “Roman yazarken yaptığım iş, bir hatırayı kazıp çıkarmaya çok benzer, varlığımda bir yerlerde gömülü duran ‘gerçek’ hikâyeyi bulmaya gayret ederim ve onu bulduğum zaman, sahici olduğu hissini verir bana. Ama yanlış olan pasajlar da yazdım ben; insanayalanmış duygusu veren pasajlar; ve böyle zamanlarda, onlardan vazgeçip yeniden başlamam gerekir. Kurguladığım hikâyenin gerçeğini, içimde kendi hatıralarımla bağlantılı olan duygusal hakikatle kıyaslayarak ölçerim ben. Romancıların ‘profesyonel yalancılar’ olduğu fikrine isyanım bu yüzden.”
Cesaretli bir iş olarak okumak
“İkra”yla bitirmek istiyorum; ilk emre dönerek, okuyarak. Hustvedt’in kitabını, kelimelerini benim için peşinen “tanıdık” kılan, bana onun zihnindeki oyunlara herhangi bir yerinden dahil olabilecekmişim inancı veren tuhaf bir kardeşlik duygusuyla, sanki aynı tohumdan döllenip aynı rahimden çıkmışız, aynı yerlerden kanayarak büyümüşüz hissine kapılarak okudum. “On Reading”(Okumak Üzerine) adlı deneme ise, sanırım, bir yandan bu hissi pekiştirirken bir yandan da ona meydan okuduğu için etkiledi beni. Yazıda huzurun tehlikeli bir şey olduğunu hatırladım.
“Okumak,” diyor Hustvedt, “tercüme halindeki algıdır. Bir alfabenin hareketsiz işaretleri zihinde yaşayan anlamlara dönüşür.” Başka bir yerde devam ediyor: “Okurken, içimden konuşma kabiliyetimi kullanırım. O an, kafamdaki sese dönüşen yazarın kelimelerini kendimin kılarım. Bu yeni ses, okudukça kavradığım ve benimsediğim kendi ritimlerine, duraklarına sahiptir. Metin hem içimde hem dışımdadır benim.” Sonra başka bir yerde, yazarla okur arasında mesafeli bir “Ich-Du” (Sen-Ben) ilişkisinin zorluğunu düşündüren bir fikir ekliyor: “Öznelerarası bir iştir okumak—yazar orada yoktur ama kelimeleri benim iç diyalogumun parçası olmuştur.” Ve nihayet, sadece yazmanın değil, okumanın da illâki “yeni, huzursuz ve cesaret gerektiren” bir iş olduğunu benim gibi size de hatırlatmasını dilediğim şu cümleler kalıyor geriye: “Kitaba açık olmak hayatî önemdedir. Ve açık olmak, en basit haliyle, okuduğumuz şey vasıtasıyla değişmeye gönüllü olmaktır… Kitaplar, yazarın kelimeleri ve sayfada bıraktığı boşluklar ile onları, gerçekliğin kendinde cisimleşmiş haliyle iyi-kötü yeniden icat eden okurları arasında yapılır. Daha çok okudukça, daha çok değişirim… Çoğu yıllardır ölü olan ötekilerin sesleri yerleşir içime. Ölüler konuşur, bağırarak ve fısıldayarak, şiirlerinin ve nesirlerinin müziğiyle konuşurlar. Kitapları, resimler ve kelimelerle hatırlarız ama onlar aynı zamanda bilinçaltımızın tuhaf, değişken odalarında yaşar giderler.”
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
- Kiev’den notlar: Avrupalılaşmak ile güdülmek arasında…
5.12.2013 - Müminlerle âlimlerin demokratlığı ve matematikten boşanan fizik
24.09.2013 - Erdoğan'ın yeni danışmanı, şaka değil
27.07.2013 - Abdellatif Kechiche: Hiçbir devrim, cinsel bir devrim olmadıkça tamamlanmaz
29.05.2013 - Sıradan bir 'tanrı'nın olağanüstü kitabı: Son Oyun
1.04.2013 - Duvarlarınıza fazla güvenmeyin
8.12.2012 - Makinenin hakikati, insanın zehri
1.12.2012 - Ben bu işi hepinizden daha iyi yaparım
17.11.2012 - Birinci hazin şahıs ve komşu çocukları
10.11.2012 - Ölümün içinden hayatı doğurarak...
3.11.2012
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMRuşen Çakır’ın Abdurrahim Semavi ile Kürt açılımı görüşmesi 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSiyasi gündem notları: Üç süreç nerede kesişir veya nerede kopar? 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUSizin en sevdiğiniz tahakküm hangisi! 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKYolsuzluklar, barış ve biz 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZ12 Mayıs, Bahçeli, mecburiyetler 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYOtoriterlikten Demokrasiye 12.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluBilek güreşi yoksa masayı mı kıracak? 28.04.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANRahip Brunson ve öğrenci Rümeysa 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYKopukluk ve “Anadolu Kırılması” 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARŞizofrenik yurttaşlık 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan CEMALTerörsüz Türkiye! İyi güzel, peki ya demokratik Türkiye?.. 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNTrump Küreselleşme Sürecini Geriye Döndürebilir mi? 13.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBoykot ve sokaklar neden bu kadar korkutuyor? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTCoğrafya kaderimizmiş… 23.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç, umut ve endişeler 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
Ad Soyad Giriniz...
Meseleyi kasmaya gerek yok. Ben size cok basit bir soru sorayim. Bugun Turkiye sizin de desteginizle milli sefli bir polis devletine donusuyor. Amerika da bu surece destek oluyor gibi bir goruntu var. Bana soyleyin simdi: sosyalistinin bile destekledigi bir diktatorluge Amerika ne yapabilir? Gelip size mudahale mi etsin? Yer dar, ama sizin kafalar daha dar, o yuzden bir ornekle bitireyim: Kaddafinin makatina sungu sokan ozbeoz Libyalilarin isledigi sucun binde biri kadar degildir Batinin sucu!