Hasan ÖZTÜRK

Hasan ÖZTÜRK
Hasan ÖZTÜRK
Tüm Yazıları
KARDAN KADIN
4.01.2013
2562

 Ona ‘Kardan Kadın’ ismini eltisi Firdevs Hanım takmıştı. Ayşe geçirdiği felç sonucunda yıllardır yatağından çıkamıyordu. Becerebildiği en iyi şey yatağının üzerinde sırtını yastıklara dayayıp oturabilmesiydi. Bembeyaz saçları, saçlarına yakın beyazlıkta teniyle; ya da başına örttüğü omuzlarına dek inen beyaz örtüsüyle onu görenler kardan kadına benzetirdi gerçekten. Şeker hastalığı nedeniyle gözleri de iyi görmezdi. Kendisini ziyarete gelenleri siluet halinde görür, onları seslerinden tanırdı.


Tek göz odalı kerpiç evi yazları havadar sayılırdı: ancak, kışları soğuk olurdu, özellikle kuzeyden esen Yıldız, Poyraz ve Karayel gibi rüzgârlar evin bir yanından girer diğer yanından çıkarlardı. Böyle olmasına karşın Ayşe’nin bir günden bir güne üşüyorum dememesi eltisi Firdevs Hanım’ın dikkatini çekerdi. Bir gün dayanamayıp sordu:


“Ayşe, dışarıda bir karış kar var, sen bu evde üşümüyor musun?” Rüzgâr kapıdan gidip pencereden çıkıyor. Hiç yakınıp sızlandığını görmedim?” Dedi ona. 


“Yakınsam sızlansam ısınır mıyım Firdevs” diye yanıtladı onu Ayşe. Aslında yağlı ve şişman bedeni ufak tefek soğuklarda pek üşümezdi. “Dün çok soğuk olduğu için mi uğramadın yoksa Firdevs?”diye sordu soğuğa hiç dayanamayan eltisine Ayşe..


“Yok canım, ben de şişmanladıktan sonra eskisi gibi üşümüyorum zaten,” diye yanıtladı Ayşe’yi eltisi. Kocaları çoktan ölmüş olan bu iki kadın yalnızlıklarını birbirleriyle her gün görüşüp söyleşerek gidermeye çalışırlardı.

     

Ayşe’nin derdi üşümek ya da açlık değildi. Yaşayan ilk çocuğu olan (Ayşe on beş doğum yapmış, bu çocuklardan yalnızca dördü yaşamıştı) oğlu sobasını günde iki kez yakacak kadar odun ve çalı çırpı, iki günde bir de yiyebileceği ekmeğini getiriyordu ona. Kızı da her gün dolaşır, evde kendileri için pişirdiği yemeklerden bir sahan getirirdi. Eltisi Firdevs de yemek konusunda yardımcı olurdu Ayşe’ye. Ya kızı, ya da Firdevs sobasını yakıverirlerdi. Ayşe’nin başka önemli dertleri vardı son günlerde. Sanki günden güne eriyormuş gibi bir düşünceye kapılmıştı kadıncağız. Bunu eltisi Firdevs’e söylediğinde, o pek şaşırmıştı.


“Sen aklını mı kaçırdın gı Ayşe? Öyle şey olur mu, insan kar mı da erisin?”


“Belki de öyleyimdir. Sen de öyle ad taktın zaten bana?”


“Eriyesin diye mi taktım ben sana o adı.” Duvarda asılı ucu kırık aynayı getirip eltisinin yüzüne tuttu Firdevs. “Bak bakalım, bu bembeyaz saçlarla, süt gibi ciltle kardan kadına benzemiyor musun?”


“Neden eriyormuşum gibi geliyor bana, söylesene madem?


“İnsan ölünceye kadar erir. Erimen bittiğinde de ölürsün.” Yaptığı bu filozofça açıklama Firdevs’in hoşuna gitmemişti. Tanrının işine karışmış gibi duyumsadı kendisini:” Tövbe tövbe, senin yüzünden neler söylüyorum, bu yaşta günaha giriyorum ?” deyip tövbesiyle günah çıkartmış oldu, yaşları yetmişi geçmiş iki eltiden iki yaş küçüğü Firdevs.


“Olmaz öyle şey diyorsun yani?”


“Niye olmasın? Aklını kaçırırsan olur.”


“Aklımı kaçırmış olmayayım sakın?”


“Aklını kaçırmış olsan bu söylediğini düşünemezsin”.


“Düşünemem değil mi?


“Düşünemezsin ya.”


“Hadi yak şu sobayı da biraz ısınalım.


Firdevs’in piren çalısıyla tutuşturduğu zeytin kütüğü çatırdayarak yanmaya başladığında odaya güzel bir koku yayılmıştı. Bu koku odaya her zaman hâkim olan hafif sidik kokusunu da bastırıyordu. Rahat yürüyebilen ve her gün köyü bir baştan bir başa dolaşıp tüm taze haberleri toplayan Firdevs günlük raporunu verircesine eltisine köydeki son durumları aktardı.


Firdevs’in her gelişine çocuk gibi sevinen Ayşe, onun gidişinde de içini kaplayan hüznü önleyemezdi. Bu akşam ölülerine Yasin okumak için evine erken gitmişti eltisi. İlk zamanlar bu gidişler sonrası güzel hayaller kurar, yalnızlığın verdiği boşluğu öyle doldurmaya çalışırdı. Son günlerde bunu yapamıyordu. Yalnızlığı öylesine uzamıştı ki, hayal kurmakta bile sıkıntı çekiyordu artık. Hâlbuki çok renkli bir yaşamı vardı Ayşe’nin. Yaşam terazisinin acılar kefesi ağır basmasına karşın, anılarının içerisinden güzellerini bulup çıkarmasını öğrenmişti o. Bir yaşına girmeden ölen on bir çocuğunu değil de yaşayan dört çocuğunu düşünürdü örneğin. Kırk iki yaşında doğurduğu küçük oğlu köylerinde ilk kez yüksek öğrenimi bitirme başarısı göstermişti. Her ay onun düzenli olarak gönderdiği üç-beş kuruşla karnını doyurabiliyordu Ayşe. Oya yapıp, teleklikle köyün gelinlerini süsleyerek, hatta ev yıkayıp, yağ sıkıp bin bir güçlükle okuttuğu çocuğu para gönderen ilk kadındı köylerinde o. Tüm yoksulluklarına karşın mutlu günleri de geçmişti kocasıyla. Bunların hayalini kurup mutlu olmaya çalışırdı Ayşe.

        

Yine akşam oluyordu. Nedense akşam olup da, ne zaman hava  kararmaya başlasa, yüreğine çöken o sinsi hüznü önleyemezdi. Kış gecelerinde en yakın dostları olan çakallar, köyün yaslandığı dağda ulumaya başladığında Ayşe onları dinleyip vakit geçirmeye çalışırdı. Çakallar uludukça da her akşam aynı şeyi anımsardı. Birçok anısı silinip gitmişti aklından, o çakalı bir türlü unutamıyordu. Köyleri düşman tarafından işgal edilmiş, on beş kişi, köyün muhtarı olan kayınpederi de içlerinde olmak üzere kurşuna dizilmiş ve tüm evler gibi onların evleri de yakılmıştı. Kendisi, kocası ve kaynanası kaçıp zor kurtulmuşlardı düşmanın elinden. Kendilerini dağlara vurmuşlardı. Ayşe sekiz aylık hamileydi. Köyden kaçtıkları o gece ormanda yalnız kaldığı bir anda karşısına çıkan çakalın kendisine kötü kötü bakarak, dişlerini çıkarıp üzerine saldırmak üzereyken kocasının yetişip onu kurtarmasını her çakal ulumasında anımsardı Ayşe.

 

İlk çocuğuna hamile olan Ayşe çocuğunu çakalın korkusuyla düşürmemişti ama, İstanbul yollarında yorgunluktan ve üzüntüden düşürüp, Adapazarı’nın bir köyünde gömmüştü ilk çocuğunu. Üç yıllık çok acılı bir İstanbul göçmenlikleri olmuştu. Yarı aç yarı tok ve işgal altında. Hayal kurabildiği zamanlar çektiği bu acıları düşünmezdi Ayşe. İlk gidişinde, Haydarpaşa garından karşıya baktığında beynine kazınan İstanbul siluetini düşünürdü. Kocasıyla bir gün arayla ilkin tramvaya, daha sonra da trene binişlerini anımsayıp mutlu olurdu. 

 

Çakallar ulumaya başlamıştı işte. Nedense her akşam ince sesli bir çakal ilk uluyan olurdu. Diğer çakallar da ulumaya başlar başlamaz Kaya Hanım’ın köpekleri köyden yanıt verirlerdi onlara. Kuzeyde uluyan çakalların sesi daha yakından geliyordu bu akşam. Poyraz bir yandan çakal seslerini dağdan köye indirirken diğer yandan da getirdiği karları yaşlı kadının küçük penceresine savuruyordu. Beyaz Amerikan bezinden yapılmış, pencerenin aralarından gelen rüzgârla ara sıra uçuşan basit perdeyi aralayıp baktı kadın. Cama vuran karlar biraz sonra eriyip akıyordu aşağıya doğru. Özellikle kış gecelerinde sessizliğin sesini dinleyerek uykuya dalardı Ayşe.

 

Karlara bakan kadın bir anda korkmuş ve içi boşalır gibi olmuştu. Kendisi de böyle mi eriyordu acaba. Eltisi boşuna kardan kadın dememişti ona. Belki de eridiğini gördüğü halde kendisi üzülmesin diye söylemiyordu Firdevs. “Onun öyle huyları vardır, üzülmemem için söylemez” diye düşündü Ayşe. Üzülüp daha kötü olmayayım diye bir akrabamızın ölümünü de günlerce saklamıştı benden.. Bunu bildiği halde yine de eltisinin aleyhinde fazla düşünmemeye, en yakın dostunun hakkını yememeye çalışıyordu. O olmasa ne yapardı? Kendi öz kızı bile kocasının korkusundan günde on dakikadan fazla kalamıyordu yanında.

 

“Annenin yanına gittiğinde sidik kokuyorsun diyormuş kocası kızına.”

 

“Aman iyi olsunlar da kocasıyla gelmeyiversin,” diye geçirdi içinden Ayşe. Kadersiz kızı doğru dürüst gün görmemişti. Daha yeni gelinken vurulmuş ölümlerden dönmüştü. Günlerce sabahlara dek dua etmişti kızın ölmemesi için. Yeni gelinken yediği o kurşunu halen bedeninde taşıyordu zavallı. Kızı söylemiyordu ama, kocasının olur olmaz nedenlerle onu dövdüğünü de biliyordu.

 

Evin yakınlarına dek gelmiş olan köpeklerin havlamaları çakalların dağdan gelen seslerini bastırmaya başlamıştı. Kaya Hanım’ın en az beş altı köpeği olurdu. Kendisine yiyecek ekmeği zor bulan bu iyi yürekli kadının o köpekleri nasıl beslediğini düşünen Ayşe’nin bu olaya aklı pek ermezdi ama komşusunun bu davranışını yine de takdir ederdi.

 

Üşümüştü, yorganını çenesinin altına dek çekti. Soğuğun etkisinden midir nedir felçli olmayan sol eli yatağın içerisinde dolaştı. Sonra kendi kendine gülüp mırıldandı:”O Çoktan öldü Ayşe, boşuna arıyorsun.” Kocası sağlığında sol tarafında yatardı…

 

Ayşe’nin annesi üç, babası yedi yaşında ölmüştü. Onu aralarında dokuz yaş fark olan ağabeyi büyütmüştü. Köyde, savaştan önce maddi durumu iyi olan kocasıyla on dokuz yaşındayken evlenmiş; ölünceye dek de kocasını çok sevmişti. Kocası hastalanıp çalışamayınca çok yoksulluk çekmişlerdi ama o hiç dert yanmamıştı bu durumdan. Düşmanın yaktığı eski köylerinin en büyük evine gelin gitmişti. Şimdi ise köyün en küçük ve bakımsız evinde oturuyordu.

 

Bir an düşünüp sevindi Ayşe, epeydir hayal kuramamanın sıkıntısını çekiyordu. Şimdi ise anımsadığı acılar da olsa hayal kurabildiğine sevinmişti. Hayal kurmadan nasıl yaşayabilirdi bu yatağın içerisinde. Kurduğu hayallerle çıkıp dolaşabiliyordu kırlarda, deniz kıyılarında. İnsan sıkıntıdan aklını kaçırabilirdi hayal kurmadan. Hayalleriyle gidebiliyordu gençlik günlerine.  Bir gün arayla Trene, tramvaya öyle binebiliyordu kocasıyla İstanbul’da. O koca kentin, ilk gördüğü andaki siluetini öyle canlandırabiliyordu gözlerinde.

 

Yatsıdan sonra oğlu geldi. Her gece aynı saatte gelirdi. Onu yoklamadan elli altmış adım uzaklıktaki evine gitmezdi. Her gece annesinin ölüp ölmediğini denetleyen büyük oğul, iki sabahta bir de ekmeğini getirirdi onun. İki kez Bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde yatan oğluna Şizofreni teşhisi konmuştu hastanede.


Kimseye zararı olmayan oğul kendi derdinin üstesinden gelmeye çalışırdı. İki buçuk beygirlik motoru olan küçük sandalıyla balıkçılık yapardı. Bazı günler tuttuğu balıkları kendisi pişirip annesine getirirdi. Üstü kardan bembeyazdı kapıyı açıp girdiğinde.

 

“Çok mu kar yağıyor dışarıda oğlum?”diye sordu Ayşe.

 

“Yağıyor ya. Üşüyor musun? Üşüyorsan sobanı yakıp gideyim?”


“Yok, üşümüyorum. Bu yorgan çok kalın. Ayşe’nin üstünde, seferberlikte İstanbul’dan 1924 yılında Gemlik’e döndüklerinde kendilerine devletçe verilen bir yün yorgan vardı. Yorganın yüzünü birkaç kez değiştirmişti Ayşe.  Halen o yorganı kullanır ve: “Bunun kadar ısıtan yorgan hiç görmedim,” derdi eltisine.


 “İyi, ben gidiyorum,” dedi oğlu.


“Kardeşinden mektup yok mu?”


“Daha yeni geldi mektup, bekle bakalım. Başka işi mi yok kardeşimin sana mektup yazmaktan başka?”


En büyük mutluluğu Ayşe’nin, küçük oğlundan gelen mektupları komşu çocuklarından Çakır’ın Recep’e okutmasıydı. Aynı mektubu defalarca okuturdu. Recep de bu yalnız kadını kırmamak için her seferinde hiç itiraz etmeden defalarca okurdu mektupları. Çoğunu ezberlemişti kadının küçük oğlundan gelen mektupları Recep.


Yüzünü tam göremediği oğlu kapıyı kapatıp gittikten sonra eskilere doğru yola çıktı Ayşe, Seferberlikte İstanbul’dan Gemlik’e döndüklerinde beşinci çocuğu olarak doğurmuştu bu giden oğlunu. Ne kadar korkmuştu ölecek diye. Ölmemişti çocuk. Birkaç yıldır yüzünü tam göremediği oğlu sarışın orta boyluydu. Onun yakışıklı olduğunu biliyordu Ayşe. “Kadersiz,” diye mırıldandı. Onun da üç çocuğu yaşamamış ölmüştü. Kız olan dördüncü çocuğu yaşamış, kızı yirmi günlükken büyük oğlu hastalanmıştı. Onca derin hocaya okutmuşlar ama hiç birisi oğlunun derdine çare olamamıştı. Daha sonra hastaneye yatırmışlardı onu. Bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesine onu ziyarete her gittiğinde ölüp ölüp yeniden dirilirdi Ayşe. Oğlunu akıl hastalarının arasında görmeye dayanamazdı. O günleri bugünmüş gibi anımsıyor, her seferinde yüreğinden kerpetenle bir parça koparıyorlarmış gibi oluyordu. Hastane girişindeki kocaman çıplak adamı hiç unutamıyordu. Rodin’in bu çıplak heykeli yerinden kalkıp üstüne doru gelecek sanır ve korkardı kadın.


        

Ayşe kış boyunca eltisinin gelemediği akşamlar çakal seslerini ve onlara köyden karşılık veren Kaya Hanım’ın köpeklerinin havlamasını, ya da gecenin sessizliğini dinleyerek geçirdi. Tüm olumsuzlukları yenerek yaşamını sürdüren bu yaşlı kadının inci gibi dişleri vardı. Hiç eksiği olmayan dişleriyle her şeyi rahatlıkla yiyebilirdi. Hele oğlunun ve komşuların pişirip getirdiği sığırcıkları kemikleriyle öyle bir yiyişi vardı ki dişlerinin yarısından fazlası eksik olan Firdevs onun bu haline çok imrenirdi.


O yıl olta balığı çok boldu köyde. Oğlu oltayla yakaladığı Karagöz, Mercan, Sinarit gibi balıklardan bol bol yedirmişti annesine. Kadın durmadan:


“Oğlum bunlar pahalı balıklar, benim boğazımdan geçmiyor, bana yedireceğine götürüp satsana,” deyip durmuştu.


“Bu yıl balık çok onun için de para etmiyor bunlar, yemene bak sen,” dedikçe oğlu, o şüpheyle onun yüzüne bakıyordu ama, bulanık gören gözleriyle göremiyordu oğlunun tepkisini. Kendisi eridiği için mi, acıyıp kendisine bu pahalı balıkları yediriyordu acaba oğlu? Kurbanlık koyunlara da son akşamı yonca, arpa yedirirler diye düşünüyordu elinde olmadan.


Kendi mayaladığı bir topak peynirle sabahın erken saatlerinde gelmişti yine biricik yoldaşı Firdevs.


Dayanamayıp sordu eltisine Ayşe:


“Firdevs ben eriyor muyum?”


“Yok canım, nereden çıkardın şimdi onu durup dururken?”


“Durup dururken değil, çok para edecek balıkları hep bana yediriyor oğlum. Onun için şüpheleniyorum.”


“Bu yıl balık çok diyorlar. Her evde balık pişiyor bu sıralar. Dün bana da balık getirdi oğlun, söylememiş miydim sana?”


“Demek öyle he?”


“Öyle öyle merak etme sen. Eridiğin falan da yok.

 

 “Eridiğimi gördüğünde söyle bana olur mu?”


“Eridiğini görürsem söylerim merak etme sen.”


Kış yapacağını yapıp yerini sıcak havalara bırakmaya başlamıştı. Bu köyün baharı da bir başka olurdu. Çiçekleri bir başka kokar, deniz eski deniz olmamasına karşın İmbatlar mis gibi iyot kokardı. Meltemler köyün yaslandığı dağlardan kekik kokuları getirirdi. Ayşe en çok da bu havalarda özlerdi dışarılarını. Firdevs ona kendi eliyle yetiştirdiği bir saksı fesleğen getirdi. Fesleğenin başını çocuk sever gibi felçli olmayan eliyle okşayan Ayşe, ortalığa yayılan güzel kokuyu ta ciğerlerine dek çekti. Eltisine birkaç kez teşekkür etti bunun için.


Firdevs o gün Ayşe’nin yanından evine dönüşünde içinin daraldığını fark etti. Bir süre nedenini düşündü bu sıkıtının. Aklına gelen olasılığı bir süre kafasında evirip çevirdi. Gerçekten olabilir miydi böyle bir şey? Ayşe sanki eriyordu. Bugün dünkünden küçük görünmüştü gözüne eltisi. Böyle bir olasılığa inanmak istemese de gözleriyle görmüştü bu farkı. “Acaba?” diye düşündü.


Komşu köyden bu köye gelin geldiğinde görüp güzelliğine imrendiği eltisini bir süre düşündü. Çok yoksulluk çeken, ama hiçbir gün dert yanmayan bu kadını ilk gördüğü andan beri çok severdi Firdevs. Onun kocası kendisininkinden çok önce ölmüştü. Son yıllarda birbirlerinin dayanağı olmuşlardı. Başta yalnızlıkları olmak üzere her şeylerini bölüşüyorlardı.


Ayşe’nin ölümü kendisini çok sarsacağını ve yalnızlaştıracağını düşündü. Sonra da kendisine kızdı. Koskoca kışı o viran evde ölmeden geçiren kadın, baharın bu güzel günlerinde niçin ölsün ki diye düşündü. Kendisini böylece avutan kadın, yine de geceyi rahat geçiremedi. Kötü rüyalarla sabahı ederken kapının vurulduğunu ve arkasından kadının büyük oğlunun sesini duydu. Kapıyı açtığında:

 

“Yenge annem sizlere ömür,” derken, kadının büyük oğlunun gözyaşlarını tutmak için çaba harcadığı halinden anlaşılıyordu.


Yaşlı kadın duvarda asıla kuranını alıp eltisinin başında Yasin okumak için Ayşe’nin evinin yolunu tuttu.


Firdevs dikkatle baktı eltisine. O koskoca kadın erimiş, yatağın üzerinde bir çift kömür karası göz kalmıştı.

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar