Ali Türer

Ali Türer
Ali Türer
Tüm Yazıları
NEYİ GÜÇLENDİRMELİ, MERKEZİ Mİ, YERELİ Mİ?
15.08.2020
2023

 Gene beceremedik, gemi karaya bir kez daha oturacak gibi, ufukta yine bir başlangıç görünüyor. Sorulması gereken şu: yine bildik bir başlangıç mı, yoksa gerçekten yeni bir başlangıç mı yapacağız?

Neden bu işi bir türlü beceremiyoruz? Neden her seferinde daha fazla demokrasiyle başlıyor daha fazla otoriterleşme ile süreci elimizi yüzümüze bulaştırıyoruz? Neden hep bir kurtarıcı arıyoruz?

Tanzimat Fermanı ile Osmanlılık etrafında siyasi birlik aramak için yola çıktık. Gayrimüslimleri de temsil edecek meclisler kuracaktık. Sonra bir de baktık,  ortada meclislerde temsil edilecek gayrimüslim kalmamış.

Mithat Paşa’nın onca emek verdiği Kanuni Esasi’nin ömrü altı aymış. II. Abdülhamit elinde bazen baskı, zindan, sürgün ile bazen ağza bir parmak bal çalarak, sırt sıvazlayarak hafiyeler, muhbirler kullanarak, telgraf- demiryolu gibi teknolojinin yeni nimetlerini, orduyu, dini, modern eğitimi kullanarak çöküşü ancak otuz yıl geciktirebildik?  Otoriterleşme ile sorunu çözebildik mi?

Hatırlayın devleti kurtaracaktı JönTürkler, Paristeki ilk toplantılarında (1902) bölündüler. Türkçülükle İslamcılığı uzlaştırabildiler mi? Dersleri dualar yerine “Türküm doğruyum” ile açtık, “Din ve Devlet için Eğitimi” “Devlet ve Millet için Eğitim” yaptık. Arkasından gene otoriterleşme geldi.

Yeni zamanların kurtarıcılarını İttihat Terakki eğitti. Kurtarıcı tehlikenin nereden geleceğini sezmeliydi, kiminle yola çıkacağını, kimi kime kırdıracağını, sonra ondan nasıl kurtulacağını bilmeliydi.

Enver ve arkadaşları Birinci Dünya Savaşında kayıpları hızla telafi etmek istedi Almanya’nın yanında savaşa girdiler. Ne oldu, Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olduk.

Savaştan yenik çıkınca itibarları yerle bir oldu da Ermenilere yaptıkları hatırlandı. İleri gelen birçoğu Malta’ya sürülünce Mustafa Kemal’in önü açıldı.

İtilaf devletleri, kadim düşmanları kullanınca Anadolu’da Milli Mücadele çığ gibi büyüdü, geldikleri gibi giderken yanlarında padişahı da götürdüler.

1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu âdemi merkeziyetçiydi. Belki Kürtleri Milli Mücadeleye çekmek, belki altın ve silah desteği veren Sovyetler Birliğine şirin görünmemiz için.  Yetki Mustafa Kemal’e verildi, ama birinci mecliste çatır çatır da eleştirirdi. Yani bir kez daha demokrasi ile başlamıştık.

Cumhuriyetten sonra iki kademeli seçim, tek parti içinde sıkıştık kaldık. Ama bunalım (1929) sonrası dünyada durumlar da çok farklı değildi. İşimize yaradı, yaraları sardık, borçları ödedik, sanayileşme yolunda önemli adımlar attık. Kabul, iyi de kurucu parti, çok partili yaşamın ilk gizli oy açık sayımlı seçiminde oyların yalnızca % 45’ini milletvekillerinin ise sadece %15’ni almadı mı? Nerede yanlış yapmıştı?

Yerine “Yeter Söz Milletin” diye gelen ne yaptı? Hak ve hürriyetleri devlet güvencesi altına alacaktı, iktidarı “Vatan Cephesi” ile bıraktı.

İstikrar arayışına hep uzlaşma ile başladık, ama günün sonunda yasama ve yürütme yetkisi, bir gurup elinde kaldı. Gücü elinde toplayanın, muhalefeti meşru gördüğü tek bir örnek yok tarihimizde. Muhalefete katlanılır bizde ya da susturulur, susturula biliyorsa. Yolda sorun çıkaran varsa, en kısa zamanda kurtulursun.

Kurtarıcıların yaşarak öğrendiği davranış kalıplarıdır bunlar. Uzlaşma bir tür zayıflıktır bizde, çünkü mecbur kalındığı için uzlaşılır. Oysa demokrasilerde uzlaşarak iş yapmak esastır.

İşin özeti: Hep daha fazla demokrasi diye yola çıktık, otoriterleşme ile çıkmaz sokakta havlu attık.

1961 anayasası kuşkusuz en demokratik anayasamızdı. Batıda insanların yüzyıllarca mücadele içinde elde ettiği örgütlenme hakkını kolayca verdi. Devleti kurtarmak için değil sınıfı temsil etmek için kurulan ilk ve son siyasi parti TİP idi, DİSK, TÖS gibi örgütler ortaya çıkınca verildiği gibi özgürlükler kolayca geri alındı.

Kurucu ideoloji, Türkçülük etrafında siyasi birlik sağlama yolu ile Muasır Medeniyete bilim yolu ile ulaşma yolunu birbirine eklemleyecekti, birlikte yürütecekti. Ama olmadı, bu iki koldan ortaya Ülkücüler -Devrimciler savaşı çıktı. Fatura ise en başta Yüksek Öğretmen Okullarına, Eğitim Enstitülerine, İlköğretmen Okullarına; yani öğretmen yetiştirme sistemine çıktı. Bugün bunun bedelini ödüyoruz.  

Türkçülüğün pabucu dama atılınca meydan Siyasal İslam’a kaldı. Kurucu refleks 28 Şubat ile önünü kesmek istedi, ama bıçağı çoktan körelmişti.

AKP başta kendini siyasal İslamcı gibi gelmedi. AB’ye girme, vesayet rejimine son verme, çözüm süreci vaatleriyle geldi, “ileri demokrasi” getirecekti.

Bugün Cumhuriyet’in 100. Yılını karşılamaya hazırlanıyoruz. Bakın Cumhuriyet neye dönüştü, kurumları ne halde! İnsan hakları, demokrasi, hukuk, ekonomi, istihdam, eğitim, güvenlik gibi bütün sorun alanlarında tarihin en karanlık günlerini yaşıyoruz. Siyasi birliği yeniden geleneksel yoldan tesis etmek için nasıl bir başlangıç yapacağız, yine bunu konuşuyoruz.

Onca yola çıkışımız var, neden birinde bile başarılı olamadık, oturup usulünce bunu konuşmuyoruz?

Muharrem İnce bir kere aday gösterildi ya, bunu kendisi için müktesep hak belledi.  Arkamda saf tutun, sizi kurtarayım, diyor. Elinde bir programın var mı diye soruyor muyuz?

***

Tanzimat’tan bu yana siyasi birlik arayışlarımızın bir listesini vermeye çalıştım yukarıda. Ne kadar birbirine benziyor hepsi de!

Bu topraklarda Modern Eğitim 1727-1838 arasında yüz yıl gibi bir zaman dilimi içinde ortaya çıktı. Amaç devleti çökmekten dağılmaktan kurtaracak, merkeziyetçi yapıyı yeniden tesis edecek kurtarıcılar yetiştirmekti. 

Başka kaldıracın olmadığı yerde Modern Eğitim başlıca dönüştürücü araçtı. Devleti kurtarmak için sürekli birbiri ile didişen partiler, guruplar ortaya çıkardı. Bir de üstündekine intisap eden, altındakine koruma sağlayan, gelenek göreneğe dayalı hareket eden bir bürokrasi. Elbette geçmişte donanımlı pek çok bürokratlarımız oldu, önemli işler de yaptılar. Ama bakın bugün nereye gedik, odun yarıcıya “hık” demek, bürokrasi de yaygın davranış biçimi haline geldi.

Kurtarıcı yetiştirmek için kurulan Modern Eğitimin, sistemi otoriterleştirdiğini ilk gören, dile getiren II. Abdülhamit’in yeğeni Prens Sabahaddin’dir. Prens, kaleme aldığı İttihat Terakkiye Açık Mektubunda şöyle diyor:

“Bugünkü merkeziyetçiliğe zulüm denir; şüphe yok ki bu eğitim biçimimizden doğan aczin ürünüdür. …Doğduğumuzdan beri aldığımız eğitimin sonucu olarak hükümet memurluğuna göz dikiyoruz. Lüzumundan yüz kat fazla memuru olan bir hükümette iş bulmak için yegâne çare yeterlilik değil, birinin koruması altına girmek (himaye)! Kayrıldığımız yerde ilerleyebilmek için yine himayeye ihtiyaç duyuyoruz. Böylece her yükseliş bir koltuk değneğine ihtiyaç gösteriyor. …

Amirlerine karşı tapınmayı vazife edinen bu memurların, kendilerinden küçük olanlardan ilk bekledikleri de yine tapınmak oluyor. İşte bu nedenle büyük küçük bütün devlet ricali -istisnalar hariç- koltuk değneğiyle yürür, ahlak düşkünlerinden oluşuyor. Elbette her memlekette memurlar, görevleri gereği göreneğe tabi oldukları için otoriter rejime en çok alet olagelmişlerdir. Fakat etkileri hiç bir yerde bizim ülkemizde olduğu kadar uğursuz olmamıştır”

1910’lu yıllarda yazmış bunları Prens.

Neden bir türlü bu topraklarda siyasi istikrara kavuşamadığımızı, neden hep yeni başlangıçlara ihtiyaç duyduğumuzu, sonunda da gidip kafamızı duvara vurduğumuzu anlamak için bu paragraf bence yeterince açıklayıcı.

Her yola çıkışta gemi sonunda karaya oturuyor. Yaramızı beremizi sarıyor, yeniden yola çıkıyoruz.  Ama hep aynı düşünceyle, hep aynı davranış kalıplarıyla.. Çünkü kurtarıcının aldığı eğitim bu, başka türlüsünü bilmiyor.

Sorunu bütünsel olarak ele almak gerek. Geçmişimiz üzerinden sürekli didişiyoruz, ama ondan ders çıkarmayı bilmiyoruz. Siyasi istikrarı hep merkeziyetçi gelenek içinde arıyoruz. İşimiz gücümüz birilerini suçlamak, oysa bu gelenek içinde yapılan yapanın yanına, hep kâr kaldı.

Yine bir çöküş sürecine geldik dayandık. Ufukta yine bir başlangıç görünüyor. Gelin gerçekten yeni bir başlangıç yapalım. Bakış açımızı değiştirme zamanı gelmedi mi? 

Bu sefer farklı bir şey yapalım. Kurmaya tepeden değil aşağıdan başlayalım. Mahalleye, köye sorununu çözecek kararı alma yetkisi verelim. Bırakalım yürütebileceği kararları o alsın, yürütsün. Bunu becermek için uzlaşmak zorunda kalacak, göreceksiniz. Bundan daha fazla kaos olamaz.

Öyle bir sistem kuralım ki üstteki yapı, altındaki yapının işleyişini gözü gibi korumak zorunda kalsın.

Çoğunluğun bir avuç insana göz diktiği, kaderini bir avuç insanın eline bıraktığı yetmedi mi? Her gün aynı insanları konuşup duruyoruz, yerden yere vuruyoruz, yetmedi mi? Aşağıdan yukarı herkesin taşın altına elini koyacağı bir sistem yaratsak böyle mi olur?

CHP’ye bir dönem genel sekreterlik yapmış, Tarhan Erdem ve arkadaşları 1995’de “Demokratik Cumhuriyet Programı” adı altında bir çeşit anayasa önerisi geliştirdiler, bir bakın.

Bize devlet karşısında insan hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak, karar alma, yürütme ve kontrol mekanizmalarını aşağıdan yukarıya kuracak bir anayasa lazım. Gelin bir üstteki yapının sadece bir alttakinin yapamayacaklarını yapacağı bir sistem kuralım. Kimse kendini bir başkasından daha özel hissetmesin. Bize bu sistemi üretecek, böyle bir anayasa lazım.

Artık kaderinizi o kurtarıcı elinden bu kurtarıcı eline taşımayı bırakın, elinize alın. Bunu yapabilirsiniz.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar