Murat Sevinç

Onun adı edepsizlik değil, yurttaşlık!
2.07.2019
819

 “Neden bu kadar kolay dayak yiyoruz?”sorusunu yönelttiğim yazıyı, yurttaşlık meselesine devam edeceğimi söyleyerek bitirmiştim. Aslında konuyu bugün başka bir bağlam içinde ele almayı düşünürken, AKP’li bir siyasetçinin ifadeleri, ‘örneği‘ değiştirmeme neden oldu. AKP’de ‘özgül ağırlığı’ olduğu varsayılan siyasetçi katıldığı televizyon programında genellikle olduğu gibi ‘görkemli’ bir performans sergilemiş. Performansı, hem 17 yıldır kesintisiz iktidar olanların hayata, hukuka ve ülkeye bakışı, hem de yurttaşlık/eşitlik algılarını göstermesi açılarından iyi bir örnek. 

Özgül ağırlığın ifadesine geçmeden, emeklilik kurumu ve siyasetçi emekliliği üzerine bir iki satır sohbet etmek istiyorum, izninizle!

Rahmetli annem, rahmetli babamın işini bırakıp kendisini emekliye ayırmasını hiç bir zaman istememişti. Babam da vefat edene dek çalıştı. Emeklilik konusu her gündeme geldiğinde, annem, “İçkin yok, kahven yok, kumarın yok, sabahtan akşama kadar benimle evde mi oturacaksın, istemem!” diyordu.  Hakikaten de emeklilik, Türkiye gibi kahir ekseriyeti herhangi bir hobi edinmemiş, fazlaca merakı olmayan, pek okumayan insanlardan oluşan bir ülkede zahmetli bir zaman dilimi. Eğer ‘kahvesi kumarı’ da yoksa, özellikle bir ‘erkek’ emekli, daha ziyade bulmaca, evlilik programları, apartman yöneticiliği ve tabii apartman önüne park eden araçlarla ilgili gönüllü müfettişlik gibi oyalayıcı ‘uğraşlara’ yöneliyor!

Siyasetçiler açsından durum daha da vahim. İki bakımdan:

İlki, hemen herkesin ‘önemli ve vazgeçilmez’ insan hastalığına yakalandığı bir yerde, siyasetçilerin söz konusu illetten bağışık kalabilmesinin mümkün olamayışı. 

İkincisi, çok az sayıda istisnayı (örneğin Erdal İnönü ya da Yılmaz Karakoyunlu gibi) bir yana bırakırsak, çoğu siyasetçinin, ‘orada’olmadığında ya da ortalıkta görünmediğinde ne yapacağını bilemez hali. Yaşamlarını güzelleştirecek, anlamlı hale getirecek bir niteliklerinin, heveslerinin bulunmayışı. 

Bu yüzden ortalama bir siyasetçi, içinde nefes alabildiği o dünyadan kopmayı istemiyor, isteyemiyor. Ayrıca (ve aynı alışkanlığın bir sonucu olarak) sıradan insan gibi yaşamayı, herhangi biri gibi muamele görmeyi unutmuş oluyorlar yıllar içinde. Bu haleti ruhiyeye, ‘kibrin’ eşlik etmemesi çok güç. Ta ki gasilhane aşamasına dek. Neyse ki orada herkese eşit muamele yapılıyor, aynı cins pamukla. 

Her neyse… Şunu söylemeye çalışıyorum: Türkiye’de siyasetçi, özellikle çok uzun süre gündemde kalmış (siyasal İslamcı olsun ya da olmasın) ‘sağcı’ siyasetçi, ‘sıradan’ olandan uzaklaşıyor. İçinde şekillendiği toplumsal/siyasal kültür bu durumun ortaya çıkmasını teşvik ediyor. Şöyle düşünelim: Erdoğan, tam 25 yıldır hiç eskortsuz, korumasız gezmedi. Her gittiği yerde kalabalıkların sevgisiyle karşılandı. Her gün gündeme geldi. Hiç tek başına sokağa çıkmadı. Hiç dolmuşa binmedi. Hiç trafiğe takılmadı. Hiç ekmek almadı. Bu hiçleri, yüzlerce kez çoğaltmak mümkün. Tam 25 yıl, dile kolay. 

Böyle yaşayan insanlar nasıl olur da bizimle aynı bakabilir ki yaşama, ülkeye, olup bitene. Eşitlikçi ilişki kurabilmeleri için başka bir kültür, dünya içinde yetişmiş olmaları gerekirdi. Görevlerin belli bir süre için olduğunun genel kabul gördüğü, milli eğitim tornasının eşit yurttaşlık bilinci aşıladığı, okuma oranının yüksek ve haliyle rasyonel düşüncenin hâkim olduğu, ortalama yurttaşın kendisini siyasetçi/kamu görevlisi ile eşit gördüğü bir dünyada.  

Türkiye’de bir ‘koltuk’ bulan hemen herkesin kısa süre içinde kendinden geçmesi rastlantı olabilir mi? Yıllarca, milyonlarca insanın sevgisi ve tezahüratıyla karşılaşıp üstelik kamu gücünü elinde bulunduranların böyle bir toprakta/kültürde neler hissedebileceğini düşünsenize. Ezcümle, bu halk, insanları önce kendinden geçirip ardından o halden rahatsızlık duymaya başlıyor! Sonra diyor ki, “Böbürlenme padişahım, senden büyük Allah var!” İyi güzel de padişah gibi hissettiren kim? 

İşte eşit yurttaşlık bilinci/eğitimi, o insanlar kendisini padişah gibi hissetmesin diye, çok hayati bir konu. 

Konuyu daha fazla dağıtmadan, baştaki emeklilik konusuna döneyim.

Evet bizde emekli olanlar ne yapacağını pek bilemez, kendilerine iş uydurmaya/bulmaya çalışır çoklukla. Cumhurbaşkanlığı bünyesinde oluşturulan YİK’i (Yüksek İstişare Kurulu) duyunca ister istemez emeklilik ve emekliler konusuna değinme ihtiyacı hissettim!

Geçen ay kararname ile oluşturulan Kurul’da, daha önce meclis başkanlığı, cumhurbaşkanlığı vb. yapmış insanlar olacakmış. Daha doğrusu, ‘devlete ve millete hizmeti geçmiş’ olanlar. Tabii bunların kim-kimler olacağını tahmin edebileceğiniz gibi cumhurbaşkanı belirleyecek. Aksini düşünmek kimin haddine! Abdullah Gül ve Hikmet Çetin, kurul üyeliğini reddetmiş. Diğerleri kabul etmiş. Halihazırdaki isimlere bakınca, yaş ortalamasının 70’in üzerinde olduğu görülüyor. Yani Türkiye’nin bu hâlde olmasında büyük ya da küçük payı olan insanlar, kendilerinden mahrum olmayalım, düşüncelerinden ‘sonsuza dek’ yararlanalım istediklerinden, kurul üyesi olmuş. Sağolsunlar. Ben de bir yurttaş olarak, onlara danışılmayan bir memlekette yaşamaktan tedirginlik duyardım doğrusu. 

Cumhurbaşkanlığında kaç danışman var bilmiyorum. Sürekli cumhurbaşkanı ‘danışmanı’ ve ‘başdanışmanı’ sıfatlarını işittiğimize göre sayıları hayli kalabalık. Danışmanlar, bir yandan sürekli olarak maaşlarıyla ‘da’ gündeme geliyor. Türkiye koşullarında hayli yüksek rakamlar. Tabii o kurullarda bulunanlar, eğer varsa asli işlerinden de ücret aldıkları için çok yüksek gelir elde etmiş oluyorlar. Vatan sağolsun. 

Özgül ağırlık YİK üyelerinden biri. O YİK üyeleri, basında yazdığına göre ilk toplantılarında kendi maaşlarına ‘yüzde 40’zam yapmış. (Bir üye, maaşını bağışlayacağını açıklamış.) Yine medyaya bakılırsa, bu sayede ücretleri 18 bin liraya çıkmış. Kaç asgari ücret olduğunu siz hesaplayıverin. Herhalde ayda bir toplanıp biraz sohbet edecekler. Anlayacağınız, emeklilik için şahane bir etkinlik. Üstelik gündemde olmayı da sürdürecekler. Ha bir de, ‘kurulması muhtemel partilerle’ bağı kesmek gibi başka amaçlar olduğu da söyleniyor ki, rivayettir, bilemem.

Beni bir yurttaş olarak ilgilendiren kısım, kamunun harcamaları. Ödediğim verginin nerelere tahsis edildiği. Bu bir merak değil, hak ve görev. Her yurttaş kendi emeğinin karşılığı olan paranın nasıl harcandığını bilmek ister. Bilmek istemeli. Bilmeli. 

Örneğin, ‘özgül ağırlığın’ kendi gelirini nerelere harcadığıyla ilgilenmem. Böyle bir hakkım yok çünkü. Ama o gelirin kaynağı kamuysa, hangi kamu hizmetinin karşılığında ödendiği ve miktarıyla ilgilenirim. Çünkü bir yurttaşım ve o ücret benim (bizim) sayemde verilebiliyor. Milyonlarca yurttaşın vergisi olmasa öyle bir makam da öyle bir ücret de söz konusu olamayacak. Size de çok basit görünmüyor mu? 

İşte bu yüzden, ideolojik mensubiyeti nedeniyle ‘eşitlik’düşüncesinden hiç hazzetmediğini tahmin edebileceğimiz özgül ağırlığın; bir TV programında, YİK üyesi sıfatıyla alacağı ücrete tepki gösterenler için ‘edepsizler’ sıfatını kullanabileceğini düşünmesi, memleketteki ‘yurttaşlık bilincinin’ derecesini de gösteriyor. Ve tabii ‘eşit yurttaşlık’ mücadelesinin ne denli önemli olduğunu.

Hâl böyleyken bazı ‘gerçekleri’ bir kez daha hatırlatmak gerekiyor:

Biz yurttaşız. Onlar da yurttaş. Eşitiz. Bir üstünlükleri yok. Bir görevleri var. Süresi belli. Yetkileri belli. Diğer kamu görevlileri gibi. Hepsi bu. Havaya girmeye gerek yok. Tepeden bakmaya gerek yok. Demokrasilerde yurttaş yalnızca oy veren canlı türü değildir. İşbaşına getirdiği yönetimden hesap sorar. Öğrenmek ister. Bilmek ister. Hele ki gelirinin nerelere harcandığını, mutlaka öğrenmek ister.

Örneğin bir hükümet sözcüsü çıkıp bir belediye başkanının şehir toprağını ‘parsel parsel sattığını’ söylerse, bu rezilliğin geçiştirilmesini istemez. O hükümet sözcüsü, “Açıklayacağım”dediyse, sözünde durmasını bekler. Yurttaş, “Açıklayın o zaman, kafa mı buluyorsunuz benimle?” sorusunu yöneltir. Haklıdır. O yurttaş, bir takım kurullara atanıp halkın vergisiyle ücret alanların kazancını sorgular. Tepki gösterir. Bu, edepsizlik değil yurttaşlık görevidir.

Ayrıca tepki gösteren yurttaşların hiçbiri, örneğin üç beş yıl öncesinin popüler etkinliklerinden olan Türkçe Olimpiyatları’nda hıçkırarak göz yaşı dökmediyse, sergiledikleri tavır daha da takdire şayandır.

‘Edep’ ve ‘edepsizlik’ sözcüklerini bu denli rahat kullanmamak, sarf etmeden önce kırk kez düşünmek gerekir.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar