Halil BERKTAY

Eğitim Şurası (3) Hangi Osmanlı?
29.12.2014
2066

 [28 Aralık 2014] Sırf, başladığım bir işi olsun bitirmek uğruna yazıyorum şu satırları. Yoksa gündem artık çok uzaklarda. Neyse ki Vahap Coşkun, Oral Çalışlar, Cengiz Alğan, Fırat Erez, en son Gürbüz Özaltınlı, daha dişe dokunur şeylere eğiliyor, benim de içime su serpiyorlar.

Yukarıda, Yahya Kemal ile Nâzım Hikmet yan yana. Çağdaş ve tanışıktılar. Hayatları ve düşünceleri karmaşık kesişme ve örtüşmeler içerir. Çok da şaşırtıcı olmasa gerek, çünkü dünya görüşlerinin çok farklı olmasına (belki bir ara çok farklı gözükmesine) karşın, üç aşağı beş yukarı aynı seçkinler zümresine mensuptular. Hattâ Yahya Kemal Nâzım’ın öğretmeni olmuş; bu çerçevede evlerine gelip giderken Nâzım’ın annesi Celile Hanım ile büyük bir aşk da yaşamıştı. Fakat şimdi resimlerini bir araya getirmemin nedeni bu değil. Birincisi, şairliklerini geç dönem Osmanlı Türkçesinin âhengi dışında düşünmenin olanaksızlığı. İkincisi, Osmanlıya bakışlarını karşılaştırmak. Bu açıdan, Yahya Kemal’in tabii hemen bütün şiirleri, ama herhalde en fazla, İstanbul’a Tarihini aksettirebilsin diye çehren / Kaç fâtihin altın kanı mermerle karışmış diye seslenmesindeki (katıksız bir saltanat tutkunluğu sayılmayabilecek) girift, trajik satıraraları. Nâzım’ın ise Şeyh Bedrettin Destanı’ndaki, ilk bakışta aynı derecede haşmetli ve gene aynı derecede karanlık ve yavaş, lentograve, neredeyse larghissimo açılış: Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi, / duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler, / gümüş ibriklerde şarap, / bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi. / Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup / yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak / Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi. Ve derken, sarayın dünyasından reayanın dünyasına anî bir geçiş:Çelebi hünkâr idi amma / Âl Osman ülkesinde esen / bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi. / Köylünün göz nuru zeamet / alın teri timar idi. / (…) / Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi, ahüzar idi. Yahya Kemal’de hemen hiç olmayan aşağıdanlık (ve buna karşı, Nâzım Hikmet’te pek olmayan yukarıdanlık).

Nereden geldi aklıma? 13 Aralık’ta başladığım sırayı izleyecek olursam, şimdi (5) elbette bu toplumun Osmanlı İmparatorluğu ile barışmasından yanayım; daha spesifik olarak, Osmanlı tarihi ve kültürüne bakışın, Kemalist Devrimin gölgesinden çıkmasından yanayım. Tersten söyleyecek olursam, devrimin haklı olarak yıktığı “eski düzen” diye görülmesine (ve bu anlamda, restorasyonundan korkulmasına da), devrimin haksız olarak yıktığı bu “eski düzen”de olmadık hikmetler keşfedilmesine (ve dolayısıyla toptan restore edilmek istenmesine veya edilebileceğinin düşlenmesine) de karşıyım. Bugün İngiltere ve İngiliz tarihçileri, 1640-48 İç Savaşı öncesi ve sonrasına, ister Stuart krallarına ister Cromwell’e ne kadar nötr ve rahat bakabiliyorsa; keza Amerika ve Amerikan tarihçileri, öncesi ve sonrası dahil 1775-83 Bağımsızlık Savaşına ne kadar geniş bir çok-perspektiflilik içinde yaklaşabiliyorsa; nihayet Fransa ve Fransız tarihçileri 1789-1795’in ılımlıları ve radikallerini, Jakobenleri ve muhaliflerini, artık keyfîlik ve keşmekeşin son bulmasını isteyen Thermidor’cularını ve Napolyon’un “imparator”luğunu, yani aslında askerî diktatörlüğünü, nasıl bir inceleme ve yorum çeşitliliğine tâbi kılabiliyor ve bu yüzden kıyamet kopmuyor, ya giyotin tekrar kurulacak ya Ancien Régime geri gelecek gibi olmuyorsa… Cumhuriyetin kurulmasından 90 küsur yıl sonra bugün, Türkiye’nin de kendi Osmanlı geçmişiyle benzer bir ilişki kurabilmesi gerektiği; böyle bir düşünsel rektifikasyonun doğru ve yerinde olacağı kanısındayım.

Yeri gelmişken belirteyim ki, 1920’ler ile Nâzım’ın 1930’larından 1960 ve 70’lere uzanan, benim de içinde yer aldığım ve katkıda bulunduğum dar Marksist yorum da bu açıdan sorunlu. Özetle, “feodal sömürü üzerine kurulu, müstebit bir kan ve zulüm düzeni”nden ibaret görürdük bir zamanlar (örneğin bkz TİİKP Dâvâsı – Savunma). Katı bir “sınıfa karşı sınıf” (classe contre classe) anlayışı içinde, biricik iyi ve güzel şey halk isyanları gibi dururdu. İslâma ve bilhassa Sünnî İslâma karşı olduğumuzdan, bunları da hep heterodoksiler (Şiilik, Babaîlik, Alevîlik) içinden arardık. Sanata da bu indirgemecilik içinden bakar; kazara Osmanlı estetiğini şurasından burasından beğenecek olsak, hemen bir takım ideolojik tekerlemelerle kendimizi sansürlemek ihtiyacını duyardık. Bütünsel bir Osmanlı toplumu ve medeniyeti kavrayışımız yoktu. Ve tabii hepsi, 1920’lerin ve 1930’ların ilk yarısının radikal Kemalist nihilizmine çok yakın, onunla buluşan ve örtüşen bir duruş anlamına geliyordu.

Bu paradigma ve uzak-yakın duygusal çağrışımları artık korunamaz. Değişecek ama nereye kadar değişecek? Kemalist Devrimin kendisi bir milât, bir Big Bang, bir “ilk tarih” olmaktan çıktığı anda; laik-Atatürkçü kimlik de biricik kabul edilebilir ve birleştirici (olduğu sanılan) kimlik olmaktan çıktığı anda, bu toplum tarih ve kültür mirası olarak belki hakikaten Osmanlıya yaslanmak zorunda. Yaslanacak da nasıl yaslanacak; ne gibi düzeltmelerle, özellikle hangi boyutlarına? Bu sefer de ibre, bir saltanat ve hilâfet hamasetine mi kayacak? Daha doğrusu, olana (ve tutmayana) daha ne katacak? MEB müfredatı ve ders kitapları düzeyinde, kapsamlı bir rehabilitasyon hiç yeni değil; çoktan gerçekleşti, 1950’lerden bu yana Osmanlının itibarı iade edilmesine iade edildi (biraz, Ömer Lütfi Barkan’ın Tek Parti CHP’liliğinin kendini görmek istediği devlet fetişizmi aynasında). Ve ortaya kupkuru, fazla siyasî-askerî, fazla ayrıntıya boğulmuş, kritik noktaları özetlemekten âciz, rasyonel olarak anlaşılması olanaksız, hele haftada iki saatlik Tarih dersleriyle ancak ezberlenebilen (ve sonra çok daha hızlı unutulan) bir anlatı çıktı. Kâh (yükselişiyle) böbürlenme, kâh (yıkılışıyla) hayıflanmaya yatkın bir Osmanlı. Ama gerçek insanî anlamıyla sevilmeye yatkın değil. Bu felâketin yerini hangi sıcak öğrenilebilirlik ve benimsenebilirlik alacak?

Osmanlı İmparatorluğu’nu Kemalist ve Marksist (negatif) homojenizasyonların karşıtında, yüzde yüz pozitif, yüceltici ve idealize edici bir homojenizasyondan geçirmeyen; yöneten ve yönetilen sınıflarıyla, yukarı ve aşağı kültürleriyle, mağrur ve madunlarıyla, merkezdeki ve taşradaki yaşam tarzlarıyla, tek değil (gerek sınıflara gerek cemaatlere göre ayrışan) kırk çeşit evi-dili-dansı-kıyafeti-yemeği-müziğiyle, çeşitli etnik-dinî millet’lerinin bir yere kadar yan yana yaşayabilmeleri ve bir yerden sonra yaşayamamalarıyla, gerçek olan barışı ve aynı derecede gerçek olan düşmanlıklarıyla, düşman milliyetçilikler arasında parçalanışının her bir kesim açısından “haklı” ve diğer kesimleri açısından “haksız savaşlarıyla, dolayısıyla gene tek tek her kesimin “kahraman”ları ve diğerlerinin “canavar”larıyla kucaklayıp anlayan, hayalî çelişkisizliğiyle değil reel çelişkilerince zengin bir tarihselliği yeniden kurmak nasıl mümkün olacak?

Bir yanda Oryantalist, Marksist ve Kemalist, diğer yanda Türkçü, İslâmcı ya da daha genel olarak Oksidantalist olmayan (en azından, bu problemin bilincinde; mevcut mecra ve paradigmaların hem hepsinin farkında olmaya, hem hepsinin dışında kalmaya çalışan) bir Osmanlı tarihi yazılabilir mi? Faraza gerek Nâzım’ın gerek Yahya Kemal’in parçalı duyarlılıklarına yer açan?

Bir. Böyle bir tarihçilik konsensüsü yaratılabilir mi günümüzde? Kimlerle, kaç yıl emekle, nasıl bir sabır, yumuşaklık ve hoşgörüyle? İki. Eğitime, okullara, derslere nasıl yansıtılır? Mevcut Tarih, Edebiyat ve (olduğu kadarıyla, seçmeli) Sanat Tarihi derslerinin hepsi kendi kıtlığı ve sığlığına hapis. Hiçbiri diğerleriyle konuşmuyor. Bırakın müfredatı; daha temel bir mesele var. Eğitim Fakültelerinin standart seri üretiminden geçme branş öğretmenleri, bu alanları birbiriyle konuşturabilecek bilgi birikiminden, kültürel derinlikten, çok-boyutluluktan, disiplinler-arasılıktan yoksun.

Önümüzdeki beş, on, yirmi yılda Türkiye, tarihle ilişkisinde bir sığlığın yerine başka bir sığlığı geçirmeyen adımlar atacaksa, 19. Eğitim Şurasının öngördüğü, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da “öğreneceksiniz!” diye bastırdığı Osmanlıca derslerinin çok ötesinde, asıl bu sorulara çözüm getirmek zorunda.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar