Yasemin ÇONGAR

Yasemin ÇONGAR
Yasemin ÇONGAR
T24.Com Tüm Yazıları
Yalnızlık, zemberekler ve bir bilmece
30.06.2012
2818

 

Yalnızlık, zemberekler ve bir bilmece

* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.

***

Erkek ölür. Erkeğin sır kadını da ölür mecburen. Onu herkesten gizleyen ve herkesten gizlemek zorunda kaldığı erkek, on üç yıllık sırlarının orta yerinde, herhangi bir gün gibi görünen bir günün ortasında küt diye kendi sonuna yıkılıverince, on üç yıldır zaten “yok” olan, zaten hiç “olmamış” olan kadın ne yapsın?

Meşru bir şeydir ölüm. Hakkı helâl etmektir. Görünen nihayettir. Tek tanrılı inanç böyle buyurur. Ve kaç dulu kalırsa kalsın geride, ölen erkek sadece bir kadını dul bırakmış gibi yapar cemaat; tek eşli ahlâk böyle buyurur.

Görünen nihayetiyle birlikte artık ebedî meşruiyetine de kavuşurken erkek, onun gayrımeşru kadını, onun yasını bile gizlice tutmaya mahkûm olan “eksik” ve “öteki” kadını nasıl yaşasın? Canlı ceset misali, başka bir hayatın içine gömülür çaresiz. Hayatın imkânsız göründüğü yerde, hayata benzeyen soğuk bir boşluk bulur kendine; ıslak çuhadan bir kesenin içine düşer. Havasız, ışıksız bir yerde kaybolmak, ölmeden ölmek ister. Gayrımeşru bir ölüm!

Yazar bu cümlelerin hiçbirini kullanmamış ama böyle başlıyor roman.


Bir bilmecem var çocuklar…

İnsan, ona kendini zeki sanma fırsatı veren her şey gibi, biraz zorlanarak çözebildiği bilmeceleri de seviyor. Küçükken böyle bir bilmecem vardı benim. Çok severdim. Sonra herkes gibi ben de, kendini tescile muhtaç sayan bir zekânın zavallı kırılganlığını kavramaya başlayacak kadar büyüdüğümde, başka bir sebep buldum bilmeceyi sevmek için. O sebepten söz edeceğim, ama önce, çocukluğumun hiç de “siyaseten doğrucu” olmayan kelimeleriyle sorsam olur mu?

Diyelim ki, yamyamlar, dürüstler ve yalancılar diye ayrılan üç kabilenin yaşadığı bir diyardan kaçmak istiyorsunuz ve önünüze iki yol çıkıyor. Yollardan biri, sizi insanların insan yemediği bir yere vardıracak; diğer yolun sonunda ise güveçte yahni olmak var. Karşıdan iki yerli geliyor. Biri“dürüstler” kabilesinden, diğeri “yalancılar” kabilesinden; hangisinin hangi kabileden olduğunu ayırdedemiyorsunuz ama biliyorsunuz ki yalancılar kabilesine mensup yerli asla doğru söylemeyecek size; dürüstler kabilesine mensup yerli ise doğru sözden şaşmayacak. Yamyamlardan kurtulmak için tek yerliye, tek soru sorma hakkınız olsa, ne sorardınız?

Bildiniz elbette! Soruyu sorduğunuz yerliden kendisinin değil yanındakinin cevabını size söylemesini isteyeceksiniz, hepsi bu. “‘Yamyamların köyüne gitmeyen yol hangisi’ sorusunu diğer yerliye sorsam bana hangi yolu gösterirdi” diyeceksiniz mesela; o vakit, dürüst yerli, size yanındaki yalancının vereceği cevabı olduğu gibi aktarıp, ölümcül seçeneği işaret edecek. Yalancı yerli ise, dürüst yerlinin vereceği doğru cevabın tam tersini söyleyecek; yine yamyamların köyüne giden yolu gösterecek. Konuştuğunuz yerli hangi kabileden olursa olsun, doğru da söylese, yalan da, sonuç değişmeyecek yani; aldığınız cevap hep “yanlış” olacak ve siz bu cevaba uymadığınız, yerlinin işaret ettiği yoldan gitmediğiniz sürece kurtulacaksınız.


Oscar’dan ve Lucinda’dan sonra

1943’te Melbourne’un elli kilometre kadar batısındaki Bacchus Marsh kasabasında doğan, 1990’dan beri ise New York’ta yaşayan Avustralyalı romancı Peter Carey’nin 1988’de Booker ödülünü kazandıktan sonra filmi de yapılan Oscar and Lucinda (Oscar ile Lucinda) romanını okumuş muydunuz? Küçük çentiklerle oyulmuş dev bir heykel gibidir o roman. Sağlamlığını, aceleci bir üslubun kisvesinde gizleyen kısacık cümlelerle, kısa bölümler halinde yazılmıştır ve ilk anda herkese saçma, hatta düpedüz imkânsız gelen bir iddiayı hayata geçiren iki sevgilinin, on dokuzuncu asır Avustralyasında, hayalleriyle hakikat arasındaki mesafeyi inatla katetmelerini okurken, bir yandan da suç ve günah üzerine, iptilâ ve maraz üzerine, dinin iyileştiren ve yıkan gücü üzerine düşünürsünüz. Oscar ile Lucinda, camdan bir kilise inşa edecek, sonra onu katlayıp paketleyerek ormana, kiliseden de, dinden de, camdan da bîhaber yerlilerin yurduna nakledip, orada, yabanın ortasında yeniden ayakları üzerine dikeceklerdir. Bu mümkün müdür? Bu gerekli midir? Saydam kilisenin duvarları neyi gösterirken, neyi gizleyecektir yerlilerden? Kullarını kutsamak varken niye katleder Tanrı? Kilise, bir istila kuvveti midir aslında?

Carey’yi Oscar and Lucinda’dan beri okuyorum ben. Sormadan soran romanları sevdiğim için belki; uzak diyarlardan “yakın” haberler verdiği için ya da. Büyük bir fikri, ağır bir mermer parçası gibi sabırla, kelime kelime oyup eksilterek, içinden bol kavisli bir hikâye çıkaran yazarları seviyorum belki de; imkânsızı inşa etme azminin seyrini izlemeyi, bütünü mümkün kılanın ayrı ayrı her bir parça olduğunu hatırlamayı seviyorum. Carey’nin yeni kitabı The Chemistry of Tears (Gözyaşlarının Kimyası), içinde bütün bunları ve daha fazlasını yapabileceğiniz bir roman.


Kurulup tıkır tıkır işleyen şeyler…

Kırklı yaşlardaki Catherine Gehrig adlı güzel bir kadının, yirmi yıldır iş arkadaşı, on üç yıldır “gizli”sevgilisi ve bütün bu yıllar zarfında başka bir kadının kocası olan Matthew Tindall’ın âni ölümünü işyerinde ve herkesten sonra işitmesiyle başlıyor hikâye. Sırlarıyla birlikte gidiyor Matthew ve sırlarıyla başbaşa kalan Catherine nasıl yaşayacağını bilmiyor pek. Zihnini, çok geçmeden romanın ana izleğine dönüşecek olan ziyadesiyle meşakkatli uğraşa henüz tam anlamıyla vakfetmediği ve uzuvlarının, benim “ıslak çuhadan bir kese” dediğim yeryüzü mezarında bir türlü sakin duramadığı bir anda, cenaze törenine katılabilecek kadar “meşru” da, “sahtekâr” da olamadığı için başka bir zamana ertelediği veda ziyaretine niyetlenip, vazgeçiyor: “Kırk dakika yürüyüp onu ziyarete gidebilirdim ama taze toprağı görmek istemedim. Üzerinde ot bitince gitmeye karar verdim. Ve ona sırtımı dönüp, Notting Hill Gate’e doğru yürüdüm. Matthew, dedim, affet beni. Sen beni asla böyle yalnız bırakmazdın. Ama tabii yaptığın şey tam da bu işte.”

Yalnızlığımızı dayanılır kılmak için yaptığımız işlerin, girdiğimiz çevrelerin, dokunduğumuz insanların son tahlilde panzehirden ziyade turnusol işlevi gördüğüne inanırım ben. Oyalanarak “iyileşmez”yalnızlık, ama her yeni uğraşla, her yeni ilişkiyle yeni bir kimyasal tepkimeye girmişçesine kendi içinde ayrışır sanki; dokusundaki asitle baz, öfkeyle arzu, özlemle gurur açığa çıkar; yalnızlığımız rengini biraz da etrafımızdaki kalabalıktan alır.

Catherine’inki asitli değil, bazik bir yalnızlık diye düşündüm okurken; acı bir tat bırakan, mavi bir yalnızlık. Size onun turnusolunu anlatacağım. Matthew’la arasındaki ilişkiyi bilen tek kişi olduğunu sonradan öğrendiği patronu ve Matthew’ın arkadaşı Eric Croft, cenaze gününden itibaren çok özel bir projede çalışması için ayrı bir ofise gönderiyor Catherine’i ve ona sandıklar dolusu belge veriyor. Catherine bir “horolog”;  “saatçi” yani! Londra’da Swinburne Müzesi’nde çalışıyor. Görevi, kurulan ve kurulu olduğu müddetçe tıkır tıkır işlemesi gereken her şeyi restore etmek. Aslında, Catherine’e bir“otomaton ustası” demeli ve bunu, automaton kelimesinin Türkçedeki karşılığı olduğu öne sürülen “özdevinir” ucubesini daha yazdığım anda hafızamdan silerek yapmalıyım. Kendi kendine çalışan her türlü çarklı mekanizmayı ve onların içindeki incesiyle kalınıyla bütün zemberekleri, balans yaylarını, eşapman çarklarını, kurma pinyonlarını iyi biliyor Catherine. Guguklu saatlerin, havlayan plastik köpeklerin, gözlerini kırpıştırarak ağlayıp gülen taşbebeklerin, hâsılı, on yedinci asır Fransasında doğup, on dokuzuncu asrın sonunda Orta Avrupa’da altın çağını yaşayan bilumum mekanik oyuncağın “ciğerini” biliyor. Bilgisayar çağı öncesinin erken “robotik” yaratıklarının yirmi birinci asırdaki hâmilerinden o. Ama otomatonları safça sevdiği söylenemez; hisleri biraz karışık:“Gerçekten de başarılı bir otomatonu izlemiş olan, onun canlıya benzeyen tekinsiz hareketlerini görmüş olan, onun mekanik gözleriyle karşılaşmış olan herkes, her beşerî hayvan o çok özel korkuyu, canlı olan şeyle doğurulması imkânsız olan şeyin birbirine karışmasını hatırlayacaktır. Descartes, hayvanların birer otomaton olduklarını söylemişti. Onu, aynı şeyin insanlar için de geçerli olduğunu söylemekten alıkoyanın işkence korkusu olduğundan hiç kuşku duymadım.”


İki ayrı çağ, iki ayrı ruh, bir ortak çaba

Catherine’e gizli mateminde eşlik eden görev, romanın şimdiki zamanından (Matthew, 21 Nisan 2010’da ölüyor) tam yüz elli altı yıl önce, özel çizimlere uyularak Karlsruhe’de yaptırılmış bir otomatonun yeniden monte edilip, hayata döndürülmesini kapsıyor. Patronunun Catherine’e verdiği sandıklarda, yüzlerce çubuk, halka, zemberek, yay vesaireyle birlikte, Henry Brandling adlı zengin bir İngilizin 1854’te, “bir fabrikanın testere ağzına benzeyen çatısı kadar düzgün” elyazısıyla, sayfalarda hiç boşluk bırakmadan doldurduğu tam on bir defter var. Bu defterler, Brandling’in Alman ustalara yaptırdığı otomatonun çizimlerini kapsıyor ve projenin inişli çıkışlı ilerleyişinin yanı sıra, bir çocuğun hastalığı çevresinde yaşanan bir aile dramını, bütün ümidini bu otomatona bağlamış, ne yapacağını bilmez bir babanın gözünden anlatıyor. Carey, birbirini izleyen bölümler halinde, Catherine’in hiç ıssızlaşmayan ama Matthew’ın hatırasıyla “yapayalnız” iç monologlarıyla Henry’nin bir buçuk asır önce kâğıda döktüğü “ıssızlığı,” iki ayrı birinci tekil şahıstan okutuyor bize. Derken, Catherine ve Henry’nin ayrı bölümlerinin arasına “Catherine ve Henry” başlıklı ortak bölümler giriyor; “buluş” olarak nitelendirilemeyecek kadar eski bir edebî buluş bu, ama Carey, Catherine’in Henry’nin defterlerini okuyup, ona tepki verdiği ortak bölümlerde, “dul” kadına kendinden üçüncü şahısta söz ettirecek kadar dışarıdan bir bakış da kazandırarak, anlatımını yer yer “çoğul” kılabiliyor.

Böyle anlarda, iki ayrı ruh, iki ayrı yeryüzü mezarı bir ortak projeyle dirilmeye çalışıyorlar adeta ve Catherine, Henry’nin yardımıyla belki de ilk kez yalnızlığın Matthew’un ölümünün bir sonucu olduğu kadar, onunla ilişkisinin de bir parçası olduğunu kavrıyor. Henry ile ayrı devirlerde yeniden yarattıkları otomatonun şiarı olan Illud aspicis non vides (Baktığın şeyi göremezsin) cümlesinde bir sırrı çözüyor Catherine: “Yıllar yıllar boyu, bir çift olmanın tembel kibirli mutlu dünyasında yaşamıştım; mahrem bir dilin ve dışındaki herkese karşı tatlı hoşgörüsüzlüklerimizin öyle lezzetli kıldığı bir dünyaydı ki bu… Illud aspicis non vides. Gizli bir metres olduğum bütün o yıllarda, tek başına olmayı sevdiğime inandırmıştım kendimi; yalnızlığın ağır taşını böyle gırtlağımda hissetmemiştim hiç.”

Henry hayatı, hikâyesi, en önemlisi de romana kattığı sesle Catherine’ı sınıyor bir bakıma; onun yalnızlığının turnusolu oluyor, rengini veriyor.


Yalanların ve makinelerin kadrini bilerek

Carey’nin 1985’te yayımlanan Illywhacker romanını okumadım ama The Chemistry of Tears’la birlikte yazarın eski söyleşilerini de karıştırırken, 2006 yazında The Paris Review dergisineIllywhacker’ın başlangıç bölümü için yaratıp, romanın zamanı ilerledikçe bir aşamada öldürmesi gerekirken, kıyamayıp yüz otuz küsur yaşlarında gayet zinde bir şahsiyet olarak ortalıkta dolaştırmayı sürdürdüğü kahramanı Herbert Badgery ile ilgili şu sözleri dikkatimi çekti:

“Yalan söyleyen bir birinci şahıs anlatıcı bana hem birinci şahsın mahremiyetini kullanma olanağı verdi hem de yalancı olduğu –size her şeyi söyleyebileceği– için, onda üçüncü şahsı kullanabildim... Birinci şahsın enerjisinin kazandırdığı müthiş bir şey vardı. Üçüncü şahsın ve onun sağladığı tanrısal bakışla aklın da değerli bir yönü vardı. Badgery sayesinde ikisine de sahip olabilmiştim.”

Carey’nin, Catherine’le Henry’yi buluşturan bölümlerde yaptığı da biraz bu aslında. Henry’nin Catherine’e “tanrısal bir bakış” kazandırmasına izin veriyor; bir yandan da otomatonların kitaba hâkim ve “yalancı” varlığı sayesinde, insanın mekaniği üzerine düşündürüyor sizi; “tanrısal bakışla” ya da belki “Kartezyen bakışla,” insanın, kurulduktan sonra en azından bir süre kendisinden beklenenleri tıkır tıkır yapan bir otomatondan ne farkı olduğunu soruyorsunuz. Muhtemel cevaplardan birini Catherine’in patronu veriyor: “Duygulanmanın neden olduğu gözyaşları, gözlerimizi nemli tutmak için ürettiğimiz gözyaşlarından kimyasal olarak farklıdır.”

Hayır; böyle “ıslak” bir cümleyle bitirmeyeceğim. Carey’nin romanı, “ruh sahibi” olmanın bizi ne kadar farklı kıldığı üzerine fuşya rengi hislerle doldurmadı zira beni. Aksine, o bilmeceyi niye sevdiğimi hatırlattı. Ötekinin bakışını hesaba katmayan bir soruyla, doğru yolu bulmak mümkün değildi. İyi bir yazar, tıpkı üç yerli kabile arasından sıyrılmaya çalışan o yabancı gibiydi. Kurduğu sahte hayatlar üzerinden hakikate yol döşerken, yalanların kadrini mutlaka biliyordu.

Sahi, size romanın asıl kahramanının, yani Henry ile Catherine’in otomatonunun “kim” olduğunu söylemedim değil mi? Gümüş bir kuğu o; yediklerini dışkıya dönüştürebilen bir makine; restore edilmiş“gerçek” bir kuş. Durham’daki Bowes Müzesi’nde hâlâ her gün görücüye çıkıyor.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar