Markar ESAYAN

‘Siyasi sıradanlık’ öncesi aydının endişesi…
19.08.2014
1906

 Başbakan Erdoğan’ın “Çıktı bir tanesi affedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu” sözleri “seçim öncesi” fırtına koparmıştı. Bununla ilgili görüşlerimi Serbestiyet’in de kullandığı Yeni Şafak’taki “Günahı olmayan ilk taşı atsın” başlıklı yazımda açıklamıştım. Sonra konuyla ilgili Serbestiyet’teki Halil Berktay ve Ümit Kurt’un ki dahil birçok yazı okudum. Konuyu daha derinleştirmek için bir fırsat olabilir diye düşünerek bu yazıların bendeki çağrışımları üzerine yazmaya koyuldum.

Çoğu eleştiri yazısında Erdoğan’ın cümlesinin orijinal halinden farklı kullanılmış olması dikkatimi çekti. “Benim için bir ara neler dediler, Gürcü dediler, affedersin daha çirkinini söylediler, Ermeni dediler” ve“Benim için Gürcü diyen oldu, affedersin çok daha çirkin şekilde Ermeni diyen oldu” dahil Erdoğan’ın ağzından çıkan orijinal şekliyle örtüşmeyen birçok versiyonla karşılaşmak mümkündü. Erdoğan’ın asıl ifadesi yazının girişinde olduğu gibi “Çıktı bir tanesi affedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu”şeklindeydi.

“Çok mu önemli?” diye sorabilirsiniz. Cümle sorunlu, ama tercih edilen kullanım şekli neredeyse analizin bağlamını kökünden de etkiliyor. “…Affedersin, çok daha çirkin şekilde Ermeni diyen oldu” veya “…Affedersin daha çirkinini söylediler, Ermeni dediler” ile “…Çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu” cümleleri birbirinden oldukça farklı. Erdoğan’ın Ermeniliğe çirkinlik atfetmesi ile kendisine Ermenilik atfedilmesine duyduğu çekince arasında bir fark olduğu herhalde açık. Bir söylemin tarihsel ve sosyolojik nedenleri üzerine bir analiz yapılacaksa, bu “fark” yüzünden çok değişik sonuçlara ulaşabileceğiz.

AK Parti’nin ilk yıllarında yaşanan radikal demokratik kopuşlar beni çok heyecanlandırıyor ve desteğimi alıyordu. Ancak kendi kendime bir tez geliştirmiştim. Erdoğan’ın “gizli ajandası” olduğuna inanmıyordum ama bu daha çok ithamın sahipleri olan Kemalist ve ulusalcılara duyduğum tepkiden olabilirdi. Kendi desteğimi böylelikle “dindarların demokratikleşme konusunda limitleri olduğu” tezi ile dezenfekte ettim. En nihayetinde Milli Görüş geleneğinden gelen muhafazakâr bir yapıdan, benim gibi kentli, laik bir modernin içine sinecek türden demokratik hamleler gelmesi mümkün değildi. Önünde sonunda otoriter, ataerkil, devletçi, yasakçı bir duvar ortaya çıkacak ve bizler o gün yeni arayışlara girecektik.

Ama yapılan doğru işleri desteklemek de ilke ve demokrat namus gereğiydi. “Onların” hızla öğrenişini noter göreviyle tesbit-takdir etmenin bile bir üstencilik olabileceğini henüz fark etmemiştik. Çünkü öğreniyor olmaları, zaten bizim bulunduğumuz mutlak doğru yere yaklaşıyor olduklarını gösteriyor, bizim doğruluğumuzu bir kez daha ispatlarken, takdiri de hak ediyordu.

Çok uzak olmayan bir süre sonra, bu rezerv arayışının Erdoğan veya dindarların “kötücül ontolojisi” ile ilgili olmaktan çok kendimle ilgili bir durum olduğunu kavradım. Dindar kesimden gelmiyordum. Solcu değildim ama laiktim. Dolayısıyla dev bir dindar güruhla farkımı ortaya koyamadan yola çıkarsam, kimliğimin eriyip gitmesi pek mümkündü. Üstelik sokakta sık sık önüm çevrilip nasıl olup da dindar bir partiyi destekleyebildiğim ile ilgili azarlar işitiyordum. Laik mahallem, bizleri dindarlara kefil olan hainler olarak görüyordu. Bu kefalet durumunu da içselleştirmiştik. Demek ki dindarlarla aramızda bir hiyerarşi kuruyorduk ve bu elitist kibir bize hiç anormal gelmiyordu. Bu birlikteliğin önünde sonunda bitecek konjonktürel zoraki bir yol arkadaşlığı olduğunu elimize geçen her fırsatta kanıtlama eğilimi içindeydik.

Dolayısıyla bize dair yüksek bir kültür veya üstün siyasi bir kimlik vardı ve bunlar muhtemelen daha demokratik, daha batılı, eşitlikçi, cinsiyetçi olmayan ve insaniydi. Galiba bizler ona Erdoğan ve oydaşlarından çok daha yakındık. Hatta bu faziletlerle doğmuş bile olabilirdik. “Onları” takdir ederken, hatalarını ulusolcular gibi dindarların kötücüllüklerine değil, yanlış kültürlerine, yanlış dinlerine bağlama gibi bir “soluklanma yeri” ihtiyacına sahip olabilirdik.

O zaman, “Ermeniye mesafelenme” ile “dindarlara mesafelenme” ihtiyacı acaba hepimizi ilgilendiren temel bir soruna işaret ediyor olabilir miydi?

Konuyu sadece bu bir soruyla genelleştirmek haksızlık olacaktır. İdeolojik geçmişi ile yüzleşmeye, ulusalcılık, kemalizm ve türlü kollektivist köhnelikle köprüleri atmaya çalışan, ama kendi bireyliğinin, muhalifliğinin, kimliğinin farkını da korumak isteyen iyiniyetlibir hal söz konusu olabilir. Darbecilerle, ulusalcılarla ve hatta solun kendisi ile mesafelenirken, Erdoğan’a fazla yakın görünmemek gibi… Burada hafif elitistbir tavır göze çarpıyor. Etyen Mahçupyan’ın “Yetmez ama Evet” hareketi hakkında 2010 yılında yazdığı “Utangaçlar” makalesindeki şu tesbitlerine o gün gibi bugün de katılıyorum:

“Böylece ortaya epeyce utangaç ama aynı zamanda değişimin taşınması açısından pek de yadırganmayacak bir melezleşme çıkıyor. Otoriter sola karşı ‘demokrat’ olduğunu beyan edenlerin, demokratlığın gereği olan ‘siyasi sıradanlığa’ henüz pek de yakın olamadıklarını anlıyoruz. Buna karşılık kişilik açısından ‘anti muhafazakâr’, yani ‘laik’ olduklarını beyan ederken, aynı grubun bir anda otoriter solla örtüşebileceğini de fark ediyoruz.”

Bu tesbitler, Ağustos 2010 tarihinde yapılmış ve bizler geçen sürede bu öngörünün tuttuğunu, “Yetmez ama Evet”çilerin çoğu parçalarının Gezi’de ve 17-25 Aralık’ta bırakın otoriter sol mahalleye geri dönmeyi, cemaatin yedeğine bile girdiklerini gördük. Mahalleye büyük göç başlamıştı, belgesel izler gibiydik. 30 Marttan “hezimetinden” sonra sokaklara ayaklanma daveti gönderen “birikimli” bir aydını son gördüğümde “AKP’li Ermeni yazarlara yönelik” yeni tür Kerinçsiz söylemlerini cemaat televizyonunda serdetmekten epey mutluydu.

Yanılıyor muyum acaba? Erdoğan’ın ve olası birtakım dindar grubun “Ermeniliğe” mesafelenme ihtiyacı ile laik aydınların dindarlara, İslam’a mesafelenme ihtiyacı sanki birbirine epey benziyor gibi. Sonuçta ikisi de kötü ve bu kötülüğü içselleştirmiş durumdayız. Sanki Ermenilik gibi, dindarlar ile mesafenin kapanması kimliği bulandıracak korkusu olabilir mi bu? Demokratikleşmenin doğal eşlikçisi melezleşme ve “Öteki” ile kamusal ve özel hayatta artık daha çok karşılaşmak darlıklara deva olduğu gibi, bu korkuları da depreştiriyor olabilir mi? Erdoğan’ın milliyetçi taban düşünüldüğünde seçimden önce ağzından “Ermeni-Rum” laflarının çıkmaması, seçimden sonra ise rahatlıkla Ermeni ve Rum’u telaffuz etmesi siyasi nedenlerle açıklanma imkânına sahipken, aydınların acaba hangi sağlam gerekçeleri olabilir bu konuda?

Ancak şu tesbit her halükarda doğru: Erdoğan ve dindarlar hızla öğreniyorlar ve “ötekileri” oldukları gibi kabul etmeye diğer gruplardan çok daha yakınlar.

Bu konuda aydının zorlu sınavı devam edecek gibi…

http://serbestiyet.com/siyasi-siradanlik-oncesi-aydinin-endisesi/

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar