Yıldıray OĞUR

Christopher Nolan’ın son filmi Oppenheimer’a en çok ilgi gösterilen ülkelerden biri Türkiye oldu.
Aynı gün vizyona giren Barbie ve Oppenheimer’in Türkiye’deki ilk hafta gişe rakamları birbirine çok yakındı.
Dünya genelinde durum hala açık ara Barbie’den yana.
Google aramalarında da Türkiye’de Oppenheimer açık ara önde.
Bunun sebebi nükleer bombanın babası Oppenheimer’ın karizmatik adının filmden önce Türkiye’de pek duyulmamış olması olabilir.
Halbuki Türkiye 70 yıldır onun icat ettiği nükleer bombalarla yaşıyor, Türkiye’nin son 70 yıllık hikayesi soğuk savaş ve nükleer silahlanma mücadelesi olmadan yazılamaz.
Ama soğuk savaşın cephe ülkesinde bu yakın tarih bugüne kadar sansürsüz, açıkça konuşulmadı, arşivler ortaya çıkmadı.
Bu da sadece konuya uzun bir giriş yazısı. Ama merak etmeyin; Oppenheimer’ı henüz izlememiş olanlar için spoiler yok.
Çünkü tüm bunlar filmin kapanış jeneriğinden sonra yaşandı.
Film kronolojik gitmediği için seyircilere biraz karışık gelmiş olabilir.
Oppenheimer, 1945’den sonra hemen dışlanmadı ya da inzivaya çekilmedi.
1947’den 1952’ye kadar Atom Enerjisi Kurulu’nun danışmanlar komitesi başkanı olarak ABD’de atom çalışmalarını takip etti. Başkanlara raporlar yazdı. Nükleer savaşa karşı uyardı, hidrojen bombasına karşı çıktı.
Bu arada Los Alamos’tan ayrıldı ve 1947’den neredeyse ölümüne kadar Princeton Üniversitesi’ndeki İleri Araştırmalar Enstitüsü’nün direktörlüğünü yaptı.
Peki ABD’nin nükleer bomba çalışmalarına ne oldu?
Tabii ki devam etti.
Üstelik büyük bir şokun etkisiyle.
1949 yılının Eylül ayında Sovyetler ilk nükleer bomba denemesini yaptı.
Joseph Stalin’in adından hareketle Joe-1 adını taktıkları nükleer bomba Amerikalılar için büyük bir şoktu.
Çünkü Sovyetlerin bu aşamaya ancak 20 yıl sonra gelebileceğini tahmin ediyorlardı.
Peki bu nasıl olmuştu? Üstelik Sovyetler çalışmalara 1946 yılında başlamıştı. Yoksa…
Şüpheler doğru çıktı.
1950 yılında Manhattan Projesi’nde Los Alamos’ta çalışmış İngiliz vatandaşı Alman teorik fizikçi Klaus Fuchs İngiltere’de tutuklandı.

Komünist olan Fuchs, NVKD ajanı çıkmıştı. Nükleer bomba yapımıyla ilgili Sovyetlere bilgi sızdırmıştı. Ama yalnız değildi.
Ukrayna göçmeni Amerikalı kimyacı Harry Gold, Sovyet ajanlarla irtibatını sağlayan kuryeydi.
Gold, suçunu itiraf edip Manhattan Projesi’nden Sovyetlere bilgi sızdıran başka isimleri de verdi.
En önemli isim projenin hem Oak Ridge hem de Los Alamos’ta laboratuvarlarında çalışmış, mühendis David Greenglass’tı.
Greenglass’ın bilgileri teslim ettiği kişi ise kız kardeşi Ethel’in eşiydi: Julius Rosenberg.
Sonu idamla biten meşhur Rosenbergler davası Manhattan Projesi’nden sızıntılar üzerine kurulmuştu.

Yani Türkiye’de de oynanan o meşhur oyundaki gibi masum değillerdi.
Greenglass’ın nükleer bomba düzeneğiyle ilgili Rosenberg’e teslim ettiği çizimler ele geçirilmişti.

Sovyetlerin nükleer bomba yarışına girmesi, ABD’nin gaza basmasına neden oldu.
Gaza basılmasına neden olan gelişmelerden biri de 25 Haziran 1950’de Çin destekli Kuzey Koreli komünistlerin 38. paralele saldırmalarıydı.
ABD Başkanı Truman Güney Kore’ye ABD askerlerini gönderdi.
Ve Kore Savaşı başladı.
Bu gelişmeler üzerine Truman, Oppenheimer’ın karşı olduğu hidrojen bombası çalışmaları için izni verdi.
Filmde karakteri (ve karaktersizliği) ustaca anlatılan kalın kaşlı Edvard Teller, 1945’de Oppenheimer’ın ayrıldığı Los Alamos’a beş yıl sonra döndü ve hayalindeki hidrojen bombasını 1952’de yaptı.
Neyse ki bomba sadece bir testte patlatıldı.

Teller, 95 yaşına kadar yaşadı. 2003 yılında kadar ABD’de başkanlara nükleer bombalarla ilgili danışmanlık, silah şirketleri için lobicilik yaptı.

Kubrick’in, 1964’de Dr. Strangelove’da anlattığı çılgın bombacı bilim adamı oydu.

Rosenberg davası, ortaya çıkan casuslarla Manhattan Operasyonu’nu yürüten Oppenheimer’in üstü komünistlik iltisak ve irtibat iddialarıyla çizilirken Başkan Truman’ın onayıyla 1946’dan itibaren Amerika’ya getirilen 1000’e yakın eski Nazi askeri uzmanı ve bilim adamı ise roketler üzerinde çalışmalar yapmaya başladı.
Ataş Operasyonu denen bu girişimin başında Nazilerin roketlerini geliştiren, Amerikan uzay macerasını başlatan Wernher von Braun vardı.

Von Braun’un başında olduğu Alabama’daki Redstone Arsenal’de üretilen “Honest John” taktik nükleer başlık takılabilen ilk balistik uzun menzilli füzelerden biriydi.
Ama Sovyetler de boş durmuyordu. Nükleer silah denemeleri ve bu taktik nükleer bombaları fırlatabilecek uzun menzilli roket testlerine devam ediyordu.
Çalışmaların merkezi Kapustin Yar üssüydü.
Peki, ABD ve NATO bu üssü nereden izliyordu?
Tabii ki Türkiye’den.
Amerikan istihbaratı NSA, Sinop ve Samsun’daki radar istasyonlarından Sovyetlerin füze çalışmalarını takip ediyordu.

Ama esas olarak 1955 yılında Diyarbakır’da, tesisten fırlatılan füzeleri tespit ve takip etmek için özel bir radar kurulmuştu.


Ama radarların gözden kaçırdığı bir gelişme 1957’de Amerikalıları şoke etmişti.
4 Ekim 1957’de Sovyetler uzaya Sputnik’i gönderdi.
Bu Sovyetlerin roket teknolojisinde ne kadar ilerlediğini de gösteriyordu.
Amerikan yönetimi Sovyetlerin nükleer başlıklı füzelerle her yerden kendisini vurabileceği paniğine kapılmıştı.
Buna hemen cevap verilmeliydi. Peki nereden?
Tabii ki Sovyetlere en yakın yerden; Türkiye’den…
Aralık 1957’de Türkiye’nin Boğazlarına uzun menzilli, nükleer başlık takılabilen Honest John füze ve rampalarının yerleştirilmesi konusunda ABD ve Türkiye anlaştı.

Daha sonra açıklanan Amerikan gizli belgelerinde Honest Johnların mümkün olduğunda kısa sürede Türkiye’ye yerleştirilmesi isteniyordu.

Füzelerin yerleştirilmesinin resmi adı “Türk Boğazlarının Savunması için Kara Atom Destek Planı”ydı.

Fakat, yazışmalarda füzeler için kurulan Türk taburunun “atom desteğinin NATO Atom Stok konsepti ilkelerine uygun olarak sağlanacağı” belirtilmişti.
Yani nükleer başlıklar ABD’nin elinde kalacak, sadece taşıma sistemi Türk askerinin kontrolüne verilecekti.
Bu aslında cephe ülke Türkiye ile ABD arasındaki endişe ve güvensizlik merkezli yakın müttefiklik ilişkisinin de özetiydi.

ABD Savunma Bakanlığı verilerine göre Honest Johnlar Mayıs 1959’da Türkiye’de konuşlandırıldı.


Fakat, uzun menzilli füze ve nükleer silah teknoloji yarışı hızlı ilerliyordu.
Amerikalılar, eski NAZİ, yeni Amerikalı Alman uzmanların katkılarıyla menzilli daha uzun Jüpiter füzelerini geliştirilmişti.
1958’de Başkan Eisenhower, Jüpiter füze ve rampalarını Avrupa’daki müttefik ülkelere yerleştirmeye karar vermişti.
İlk teklif Fransa’ya yapılmış ama De Gaulle teklifi reddetmişti.
Üç NATO müttefiki ise ABD’ye “Evet” dedi: İngiltere, İtalya ve Türkiye.
Fakat ABD gizli telgraflarına bakılırsa Jüpiterlerin Türkiye’ye yerleştirilmesi ile ilgili de endişeler vardı.
ABD Dışişleri Bakanlığı kaynaklı 5 Şubat 1959 tarihli telgrafta “İtalyanların dikkatsizliği, Türklerin ise aşırı hevesliği yüzünden yanlışlıkla füzelerin ateşlenmesinden duyulan endişe” dile getirilmişti.
Ama İtalya’nın Sovyetlerle sınırı olmadığı için bu büyük bir risk değildi ama Türkler füzeleri yanlışlıkla ateşlerse bu nükleer bir savaş başlatabilirdi.
ABD Dışişleri yetkilisi, “füzeleri çok isteyen Türkiye’nin” talebinin karşılanması ve karşılanmamasını da siyaseten değerlendirmişti.

Eğer füzeler verilirse bu Menderes hükümetinin asla yıkılmayacağına yorulacaktı ama verilmezse de muhalefet bunu ABD’nin Menderes hükümetine desteğini kestiği olarak anlatacaktı.
27 Mayıs darbesine daha 1 yıldan fazla varken telgrafın sonunda dikkat çekici bir endişe de dile getirilmişti:

“Füzeler bir kez konuşlandırıldığında, sorumsuz bir Türk hükümetinin iktidara gelmesi halinde kolayca geri alınamayacaktır.”
Ama sonra bu endişeler aşılmış olmalı ki İngiltere ve İtalya’ya füzelerin konuşlandırılmasının ardından, Ekim 1959’da 15 nükleer başlıklı Jüpiter füzesi ve rampası için İzmir Çiğli’de bunun için inşa edilen askeri üsse yerleştirildi.
Yine Türkiye kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmadan, sessizce ve gizlice…
İzmir Çiğli’de Jüpiterler için yapılan üsten fotoğraflar yıllar sonra yine Amerikan arşivlerinden çıktı.



Ama Türk askerlerine nükleer silahların kullanımı ile ilgili verilen eğitim bu kadar hızlı gitmiyordu.
15 Şubat 1960 tarihli bir Amerikan ordusu telgrafına göre bunun basit bir nedeni vardı: “Türklerin yetersiz İngilizceleri”

Ama Türklerin yetersiz İngilizcesi’den daha ciddi sorunlar çıkacaktı.
Jüpiter füzelerin yerleştirilmesinden 7 ay sonra 27 Mayıs darbesi oldu.
Avrupa’daki NATO birliklerinin komutanı General Norstad, Türkiye’deki istikrarsızlığı gerekçe göstererek bütün nükleer cephanenin çekilmesini iki kez önerdi.

Ordu içindeki cuntalar arasında tasfiyelerin yaşandığı 1960 yılının Aralık ayında Türkiye’ye gelen ABD Atom Kurumu’ndan bir heyetin raporunda da “Siyasi açıdan istikrarsız bir ülkede darbecilerin yetersiz korunan nükleer silahların kontrolünü ele geçirerek bunları rakip güçleri ya da hükümeti tehdit etmek için kullanma ihtimali”nden bahsediliyordu.

Ziyaret sırasında İstanbul’daki bir kokteylde Amerikalı generallerle konuşan bir Türk generalin söyledikleri ise endişeye neden olmuştu:
Türk general “NATO’nun sadece savunma değil, saldırı ittifakı da olmasını, hemen şimdi bir önleyici savaş başlatılmasını, Almanya’nın gerekirse Sovyetlere karşı güç kullanarak birleştirilmesini, müttefiklerin Sovyetleri yumruklarıyla dövmesini” savunmuştu.

Ama hayatın gerçekleri başkasının nükleer bombasıyla hovardalık yapan 27 Mayısçı generalin kokteyldeki hayallerinden daha acıtıcıydı.
Hemen yanı başındaki komşu Türkiye’de kendisine doğrultulmuş uzun menzilli nükleer füzeler haliyle Sovyetleri kızdırmıştı.
DP hükümetine üst üste tepkiler ve mektuplar gelmeye başladı.
Mektuplardan birinde SSCB başbakanı “Bir tek kibrit büyük bir yangın çıkarabilir, ancak ilk yanan kendisi olacaktır” diye Türkiye’yi tehdit etti.
Başbakan Menderes, cevabi mektuplarında “füzelerin savunma amacıyla kurulduğu” gibi diplomatik tezleri tekrarladı.
Ama Sovyetler el yükseltmeye devam etti.
Kruşçev, görüştüğü Amerikalılara Jüpiter füzelerinin bulunduğu “İzmir’in üçüncü dünya savaşının Hiroşima’sı olacağı”nı bile söyledi.
Bu arada Sovyetler 1961’de Edvard Teller’in yaptığı hidrojen bombasından kat kat güçlü bir hidrojen bombası olan Çar Bomba’yı üretip denediğini, bizzat genel sekreter Kruşçev’in ağzından duyurmuştu.
ABD ve SSCB arasında nükleer silahlanma yarışının bir çatışmaya en çok yaklaştığı an ise Ekim 1962’de patlak veren Küba Füze Krizi’ydi.
ABD istihbaratının elde ettiği hava görüntüleri, SSCB’nin Küba’ya uzun menzilli nükleer füzeler yerleştirdiğini gösteriyordu.
Sovyetler Türkiye’den kendisine doğrultturulan nükleer başlıklı füzelere, Küba’dan cevap vermişti.

Artık ABD’nin başında 1954’de Oppenheimer’a muamelesi yüzünden ABD Atom Enerjisi Kurumu başkanı Lewis Strauss’un bakanlığına Kongre’de “Hayır” oyu veren genç senatör JFK vardı.
Her an iki taraf da kırmızı düğmelere basabilir, 3. Dünya Savaşı başlayıp, birkaç dakika içinde de bitebilirdi.
Kennedy, diplomatik çözüm için arabulucu olarak kardeşi Robert Kennedy’yi görevlendirdi.
27 Ekim 1962 günü kardeş Kennedy, Sovyetlerin ABD büyükelçisi Anatoly Dobryn ile masaya oturdu.
Küba’daki füzeleri çekmek için Kruşçev’in net bir talebi vardı: ABD’nin de Türkiye’den Jüpiter füzelerini çekmesi.

Robert Kennedy buna ok dedi ama füzeleri geri çekmek için Sovyet tarafından 4-5 ay istedi. Bir de; gizlilik.
Başkan Kennedy Türkiye’den Jüpiter füzelerinin çekilmesi ile ilgili herhangi bir açıklama yapamazdı. Masada Türkiye’deki füzelerin olmasından Washington’da bile 2-3 kişinin haberi vardı.
Çünkü pazarlık masasında konuşulduğundan haberi olmayanlardan biri de Ankara’ydı.
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yazışmalarına bakılırsa Amerikan yönetimi pazarlık yüzünden Türkiye’yi gücendirmekten endişe ediyordu.
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bir telgrafında “Türklerin pazarlıkta geri adım atma, taviz vermeyi anlamayacak kadar gururlu oldukları, konu artık psiko-politikti.”

Türkiye’yi kırmadan Sovyetlerle pazarlığın gereğini yapmanın bir yolu bulundu: Türkiye’ye yalan söylemek.
Aslında Sovyetlerin İtalya’daki Jüpiter füzeleriyle ilgili bir talebi yoktu.
Ama diplomatik yalanın parçası olarak ABD, hem İtalya hem de Türkiye’den Jüpiter füzelerini çekmeye karar vermişti. Sebep; Füzelerin artık eskimesiydi. Onların yerine çok daha ileri olan denizaltından atılan Polaris füzeleri ikame edilecekti.
Ankara, bu yalandan memnun olmuş gözüküyordu.
Tek sorun vardı. Jüpiter füzelerinin Türkiye’ye yerleştirildiği ne ABD ne de Türkiye tarafından resmen açıklanmamıştı.

Şimdi çekileceği nasıl açıklanacaktı?
İşte bu noktada medya üzerinden bir PR kampanyası devreye girdi.
Jupiter füzeleri yeriliyor, Polarisler övülüyordu.


14 Nisan’da Polaris füzelerini taşıyan Sam Houston adlı denizaltı İzmir limanını ziyaret etti.
ABD’liler ziyareti büyük bir showa çevirmişlerdi. Dönemin Türkiye Savunma Bakanı İlhami Sancar, Meclis Başkanı Fuat Sirmen, Meclis Savunma Komisyonu Başkanı Kazım Orbay ile birlikte kalabalık bir gazeteci grubuna denizaltı gezdirildi.
Ertesi gün denizaltına gazetelerde övgüler yağdırıldı: “Nükleer denizaltılar yeni çığır açtı”, “Sovyetleri korkutan denizaltı İzmir’de”, “Hürriyetin en büyük muhafızı.”
17 Nisan 1963 tarihinde Ankara’daki ABD elçiliği Washington’a çektiği telgrafta ziyaretin çok başarılı geçtiğini bildiriyor ve gazetelerdeki başlıklardan örnekler veriyordu.

Türkiye yeni Polaris füzelerini kutlarken, Jupiter füzesi çekilmesiyle Küba Füze Krizi arasında bir ilişki kuran yok gibi görünüyordu.
Aynı günlerde (25 Nisan) ABD Savunma Bakanı McNamara’nın bir el yazısı Başkan Kennedy’nin önüne gitmişti: “Jüpiter füzeleri yarın Türkiye’den çekilmiş olacak”

Haziran 1963’de Türkiye’ye konuşlandırılacağı söylenen Polaris füzelerini taşıyan denizaltı da İzmir’den ayrıldı.

Amerikan propagandası ise hız kesmeden sürdü.
10 Ağustos 1963 günü Türkiye’deki gazetelerde Washington kaynaklı bir haber manşetlerdeydi: “Türkiye ve İtalya’dan sökülen füzelerin hiçbir işe yaramayacağı anlaşıldı: Jupiter füzeleri hurdaya çıkarıldı.”

Fred Zusy imzalı haberin devamında şöyle deniyordu: “Amerika hükümeti Türkiye ve İtalya’dan sökülen orta menzilli Jüpiter füzelerini hurdaya çıkarmaya karar vermiştir. Türkiye ve İtalya’dan sökülen Jüpiterlerin bıraktığı boşluk Akdeniz’de devriye gezmeye tahsis edilen ve ceman daha müessir 48 “Polaris” güdümlü mermisiyle mücehhez üç atomla muharrik denizaltı tarafından doldulmuştur. Türkiye’de 15, İtalya’da 30 Jupiter füzesi bulunmaktaydı. Pentagon uzmanlarına göre Jüpiterlerden füzesavar güdümlü mermi tecrübelerinin hedef egzersizlerinde bile yararlanmak mümkün değildir.”
Herhalde haberi okuyanların çok azının aklına şu soruyu sormak gelmişti?
Neden Amerikalı yetkililer, Amerikalı bir gazeteci üzerinden Türkiye’den birkaç ay önce çekilen Jüpiter füzelerini bu kadar yerin dibine batırmaktaydılar?
Tabii bir süre sonra Amerikalıların Türkiye’yi kızdırmamak için yalan söylediği anlaşıldı.
1970’de Meclis’te konuşan o kriz günlerinin Başbakanı İsmet Paşa şöyle demişti:
“Amerikalılar bize Jüpiterlerin demode oldukları için çekileceğini söylediler. Onların yerine Polaris denizaltıları ikame edilecekti. Ancak daha sonra öğrendik ki Sovyetler’le pazarlık yapmışlar. Bu olay gösterdi ki Türk yöneticileri bugün Amerikalıların Türkiye’yi istenmeyen krizlere sokmasına izin vermemeli ve dikkatli davranmalıdır.”
Ama Amerikalılar müttefiklerine yalan söylediklerini hiç kabul etmediler.
Pentagon, 50 yıl sonra 2013’de açıklanan Küba Krizi gizli belgelerinden bile Türkiye yazan cümleleri çıkarmıştı. Hatta Kruşçev’in kamuoyuna bu anlaşmayı açıkladığı konuşmasından bile….

Peki, Pentagon kaynaklarına dayandırılan 10 Ağustos 1963 tarihli Jupiter füzelerinin hurdaya çıktığı manşeti?
Haberi yapan Fred Zusy, eski bir AP muhabiriydi.
Ama daha sonra AP’den ayrılmıştı. Ölümü ardından ailesi hakkında bilinmeyen bir bilgiyi açıklamıştı. Zusy, AP’den ayrıldıktan sonra CIA’ye çalışmaya başlamıştı.
Jüpiter füzeleriyle ilgili gerçeğin saklanmasında yaptığı haberle aslında işini yapmıştı.
Ee Openheimer filmi kadar heyecanlı bir hikaye değil mi?
Ama henüz son jenerikteki yazılara gelemedik.
Film sürüyor.
Peki ya ABD Türk bilim adamlarının nükleer bomba yapma çalışmalarını nasıl öğrenmişti? ODTÜ Fizik profesörü Erdal İnönü’nün bu konuyla ilgisi neydi?
Bir sonraki bölümde…
Yazarlar
-
Mehmet Ocaktanİktidar, Bahçeli’nin hukuk uyarılarını dikkate almalı 13.08.2025 Tüm Yazıları
-
Taha Akyol‘Azerbaycan Turan yolu’ 13.08.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURRojbaş İmamoğlu, geçmiş olsun Evre ve yeni YAE’cilere dostane uyarılar… 13.08.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciDemokrasi işgal edilirse… 13.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur Akgün8 Ağustos mutabakatı… 13.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİKomisyon'un çimentosu Bahçeli 13.08.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasBakü ve Erivan başardı, Türkiye kazandı 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞŞimşek, ÖTV, cari açık ve gümrük birliği 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARSorumluktan kaçmak umuttan kaçmaktır 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZYeni çözüm süreci komisyonuna dair 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİSon vatanı Türkiye olanlar ilk vatanı Türkiye olanlara vatanseverlik dersi veremez 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUŞakülünden çıkmış bir ülke: Türkiye 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUTürkiye terörsüz olacak, bölünmeyecek.. Amenna.. Ya Suriye’den gelecek tehdit? 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazBöyle mahkemenin hükmüne adalet denir mi? 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIR'Yeni Türkiye'de umudu yalnızca 51 kişilik komisyona bırakmalı mıyız? 11.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan Özkanİsrail ordusu, Gazze’de ekilebilir arazileri de sıfırlıyor 11.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞKOMÜNİST BİR YAZAR VE“İKİ KADIN İKİ AŞK…” 11.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA15 Ağustos Toplumsal Devrime Giden Yol... 11.08.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNZengezur’a Trump kaması: Kime niyet kime kısmet? 11.08.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRBU KOMİSYON NE ÇÖZER? 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanDevleti yönetenler milletlerine güven vermek istiyor olsaydı… 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunÖzlemek ne uzun bir mesafe, Dersim… 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakKadife eldiven zamanı 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilYolsuzluk: Çürümenin Kurumsallaşmış Hali 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezTeo-politik inşaya karşı dinsel bireycilik: İtaat mı? İtiraz mı? 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKYeni Süreç, korkular ve umutlar 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNE“Norm Devlet” üzerinde 19 Mart gölgesi 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayBir dönüm noktasında mıyız? 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUSiyaset CHP’siz, CHP siyasetsiz olmaz 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluGeri dönülmez çözümde son düzlük... 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNÜretici Güçlerin Gelişiminin Motorlarından Biri Olarak Toplumsal-Sınıfsal Mücadeleler 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENSüreç Olmasaydı 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÇeteler çağı ve muhteşem çöküş… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçKürt sorunu, komisyon ve Marx… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarŞeffaf, açık ve çoğulcu 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraÇağdaş Türkiye 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİsa’nın takipçilerine sığınan Muhammed’in takipçileri 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: “İmralı’da Bir Mahkûm” 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞAdemimerkeziyet: Dikey güçler ayrılığı ya da paylaşımı 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluKalorifer kazanından rektör danışmanlığına ve öğretim görevliliğine uzanan yol: Sahte diplomaya ne g 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTUtanmazlığın ve Çürümüşlüğün Belgesi: Sahte Diploma Skandalı 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERİki öncü şirkete nasıl sızıldı: Denetimsizliğin çürüttüğü devlet 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEKaş yaparken göz çıkarmak 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜR‘Dijital devlet’ işgali: Girilmedik kurum yok! 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNKalemşörler ve Çubuk Ustaları da Silah Bıraksın! 5.08.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
11.08.2025
9.08.2025
4.08.2025
2.08.2025
28.07.2025
26.07.2025
23.07.2025
19.07.2025
16.07.2025
13.07.2025