Münir AKTOLGA
Bu yazı aslında Temmuz 2019’da yayınlanmıştı[1]. Şimdi onu son gelişmelerle de güncelleştirerek yeniden yayınlıyorum!..
Eğer şu an Türkiye’de ne olup bittiğini anlamak istiyorsanız -Albayrak’ın istifasından MB’daki değişime kadar son günlerde yaşanılanları anlamak istiyorsanız- bütün bunların dış dinamiklerdeki gelişmelerle olan ilişkisi üzerinde kafa yormaya da hazırsanız okumaya devam edin!..
Şimdiye kadar hep, "hükümetin yanlış politikalar izleyerek Türk parasının değerinin düşmesine, dövizin yükselmesine neden olduğu" söylendi, yazıldı; hiç kimse, acaba hükümet Türk lirasının değer kazanmasını istiyor mu ki diye sorma ihtiyacını duymadı!..
Daha önce yazıya böyle başlamış, sonra da, „ben, hükümetin TL nin değer kazanmasını istediğini sanmıyorum“ diyerek, izlenen politikayı şöyle özetlemeye çalışmıştım:
1-Türk lirasının değeri düşünce küresel piyasalarda Türkiye’de üretilen mallarının fiyatı da düşmüş olacaktı ki, bu da ihracatı kamçılayacaktı!.. Ne vardı bunda karşı çıkacak, „yerli-milli“ politika bu idi işte!..
2-Döviz pahalılaşınca ithalat da pahalı hale geliyor, bu da iç tüketimde ithal malların yolunu kesiyordu... Bu da güzel bir şey değil mi idi? „Yerli-milli“ politikanın böyle olması gerekmiyor mu idi? Hepimiz, daha ilkokuldan itibaren, „yerli malı yurdun malı her Türk onu kullanmalı „ sloganıyla eğitilmemiş mi idik?..
Nitekim, bütün bunlar, bir süre önce -şu an istifa etmiş bulunan- ekonomiden sorumlu bakan Albayrak tarafından „istesek kuru hemen düşürürüz, ama biz rekabetçi kur politikası uyguluyoruz, kurla hiç ilgilenmiyorum“ diyerek açıkça dile getirilmiş, ortada belirli bir hedefe yönelik olarak kararlılıkla izlenen bir ekonomi politikasının bulunduğunun altı çizilmişti. Ardından da, „YEP -Yeni Ekonomi Politikası- adı altında bu politikanın ayrıntıları açıklanarak, bunun bir „devrim“ olduğu, „ekonomik kurtuluş savaşı verdiğimiz“ ileri sürülmüştü…
Daha sonraki gelişmeleri biliyoruz. Bakan’ın açıklamalarının ardından Euro 10 lirayı, Dolar da 9 lirayı geçerek TL deki değer kaybetme eğilimi devam edince ortalık adeta birbirine girdi!..
Evet, Türkiye ve dünya gerçeklerini bir yana bırakarak, „yerli-milli“ paradigma adı altında ideolojik olarak paralel bir evrende düşünmeye başladığınız zaman, bütün bunlar son derece rasyonel şeylerdi.Nitekim, zaten izlenen bu politikadan dolayı sayın Albayrak’ın „devrim yaptığı“ söyleniyordu! Hatta, bizzat sayın Erdoğan bile, „ikinci kurtuluş savaşı veriyoruz“ diyerek bu politikaya destek olmuş, yapısal değişim içinde olduğumuz hatırlatılarak, bunun kolay olmadığının, bazı sıkıntıların yaşanmasının kaçınılmaz olduğunun altı çizilmişti…
Ama sonra bir de baktık işler tersine döndü! „Rekabetçi kur politikası, ihracatı teşvik“ falan derken, bir de baktık, bu politikanın en azından uygulayıcısı durumunda olan Bakan -hem de alışılmadık bir şekilde instagram hesabından- „sağlık nedeniyle“ istifasını açıklayıverdi!.. Sayın Erdoğan da bu istifayı kabul ederek, büyük bir hızla otobanda giderken adeta U dönüşü yaparcasına -AK Parti’nin o ilk dönemindeki söylemleri hatırlatan bir konuşmayla- herkesi şaşırttı!..
Ne oluyordu, açıklanan hedeflerde bir hata vardı da, şimdi birden bu mu keşfedilmişti? Yoksa, iç dinamikler açısından gemi karaya otururken, dış dinamikler açısından da süreci etkileyen yeni gelişmeler mi devreye giriyordu?..
İnanın, bu satırları yazarken aklıma hep 1950’lere gelirken Amerika’nın zoruyla Türkiye’nin birden demokrasiye geçiverişi geliyor!.. Birleşmiş Milletlere üye olabilmek için kağıt üzerinde aniden Japonya’ya savaş ilan edişimiz geliyor! Kim bilir, belki şimdi de kaderini Trump’ın seçimleri kazanmasına bağlamış olanlar, Biden’ın kazanması üzerine, başımıza örülebilecek çorapları düşünerek önlem almaya çalışıyorlardır! Yoksa, ben öyle bir gecede hidayete ererek „Türk tipi Başkanlık“ anlayışından vaz geçildiğini ve yeniden ayaklarımızın yere basar hale geldiğini düşünmüyorum!..
Bu noktaya sonra tekrar döneceğiz, ama önce kaldığımız yerden devam ederek, bugüne kadar arkasında sayın Erdoğan’ın da olduğu -uygulamada ise, sayın Albayrak’la somutlaşan- politikayı biraz daha yakından ele almaya çalışalım:
Evet, Türk lirasının değeri düşünce küresel piyasalarda Türkiye’de üretilen mallarının fiyatı da düşmüş olacaktı ki bu da ihracatı kamçılayıcı bir faktördü. Döviz pahalı hale gelince ithalat da pahalı hale geleceği için, bu durumda ithal edilen ürünlerin içerde üretilmesi zorunlu hale gelecekti… İzlenen „yerli-milli“ politikaların altında yatan mantık ve dünya görüşü bu idi; üstelik, İlk bakışta bunlar hiç de öyle kötü şeyler değildi!..
Ama bu arada tabi bir de, sanayimizin önemli bir kısmının ithal girdi işleyerek elde edilen ürünlerin ihracatı üzerine kurulu olması gerçeği vardı, bunu ne yapacaktık?.. Bu girdiler içerde üretilir hale gelene kadar -bu öyle bugünden yarına olup bitecek bir şey değildi- süreç gene şu an olduğu gibi devam edeceği için, ithalat -ithal girdi- pahalı hale gelince bu, ortaya çıkan ürünlerin fiyatına da yansımayacak mıydı? Hadi, TL nin değer kaybına bağlı olarak bu ürünlerin dış piyasalarda gene de daha ucuz olma durumunu koruyacağını düşünelim, ya peki içerde durum ne olacaktı.. Vatandaş artan fiyatların -enerji fiyatı dahil- altında ezilmeye başlayınca ne yapılacaktı?..
TL nin değer kaybının içerde fiyat artışlarına neden olmasının -enflasyonun artışının- önüne geçecek tek bir çözüm yolu vardı: Üretim artmalıydı!..
Peki, „yerli-milli“ üretim nasıl artacaktı? Yatırımla!.. Yatırım için ne lazımdı? Para!.. Para nerede idi? Bankada!.. O halde yatırımcı bankadan düşük faizle ucuz kredi alabilmeliydi ki, bunu içerde yatırıma yöneltsin ve üretim artsın... İşte o meşhur, „faiz neden enflasyon sonuçtur“ anlayışına giden mantık bu olmuştur!..
Banka yatırımcıya vereceği krediyi -parayı- nereden bulacaktı peki, yani hangi parayı yatırımcıya „ucuz kredi“ olarak verecekti?.. Tasarruf sahibi parasını bankaya yatıracaktı ki, banka da bunu yatırımcıya kredi olarak versindi, öyle değil mi? Ama mevduat faizi çok düşük -enflasyonun altında- olduğu için kimse götürüp de parasını TL ye yatırmıyor, paranın yönü dövize, ya da gayrımenkule dönüyordu! Bu durumda banka hangi parayı -hem de „düşük faizle“- yatırımcıya verecekti?.. „Bankalar Merkez Bankası’ndan borç alır yatırımcıya verir“ denebilir! Ama tabi bunun için de MB’nın sürekli para basar hale gelmesi gerekiyordu ve bu da gene enflasyonu arttırıcı bir işlemdi…
Kısacası, tam bir kısır döngü çıkıyordu ortaya!.. Ve izlenen politikanın sürdürülebilmesi için tek bir yol kalıyordu geriye! „Herkes dişini sıkmalı, fedakarlığa hazır olmalı“ idi (!) „Ne yapalım“ deniyordu, „ikinci kurtuluş savaşı veriyoruz, nasıl ki birinci de dişimizi sıkmayı başarmışsak, şimdi de, fakirleşmeyi göze alarak gene başarmak zorundayız“!.. Sorgulama falan bir yana bırakılarak, gözü kapalı, bu politikanın arkasından gidilmeliydi!..
Hem sonra paniğe kapılmaya gerek yoktu ki, çünkü yakında ülkeye yeniden dışardan sermaye akışı başlayacaktı!.. TL nin değeri düşünce, euro-dolar değer kazanmaya başlayınca, Türkiye’de yatırım yapmak küresel sermaye için cazip hale gelecekti! Bütün o „beka sorunlarımızın“ arkasında olan „küresel odaklar“ şimdi artık mecburen -kendi çıkarları da onu gerektireceği için- „ekonomik kurtuluş savaşımızda“ bize destek olmak zorunda kalacaklardı!!.
Çok açıktı, TL nin değer kaybına bağlı olarak Türkiye’ye girecek her euro-dolar daha değerli hale geleceği için, küresel sermayenin de artık yönünü Türkiye'ye doğru çevirmesi kaçınılmazdı!.. Ve de, bu arada MB’nın faizleri düşürdüğünü de hesaba katarsak (hem TL faizlerini, hem de dövize olan faizi) nereye gidecekti ülkeye giren bu para?.. Faize gitmeyeceğine göre, direkt olarak yatırıma yönelecekti!.. İşte mesele!.. Bütün o „küresel sermaye çevreleriyle yapılan toplantıların“ falan altında yatan anlayış bu idi; „gelin“ deniyordu, „bakın her şey sizin için ne kadar elverişli, gelin“!..
Gene ilk bakışta, buraya kadar kurulan mantık tıkır tıkır işliyor gibi, öyle değil mi!?
Peki sadece bu kadar mı, yani TL nin değeri düşüyor, dolar-euro değer kazanıyor, euro-dolar bazında işçi ücretleri ve maliyet de düşüyor diye küresel sermaye hemen Türkiye'ye doğru dümen kırarak yatırımlarını Türkiye’ye mi yöneltecektir?.. Ve de, elinde TL si olan yatırımcı -gayrı menkul almanın ötesinde- hemen borsaya girip hisse senedi falan almaya mı başlayacaktır?.. Bu politikanın savunucularına göre elbette öyle olacaktı „nitekim, Çin, G.Kore vb. de bu şekilde, bu türden „rekabetçi“ bir kur politikasını uygulayarak kalkınmamışlar mıydı“?..
Eğer olay bu kadar basit olsaydı, „gelişmek ilerlemek için demokrasiye falan gerek olmasaydı, kapitalizme alternatif „Türk tipi İslami bir politikayı „ uygulamak yeterli olsaydı„ yapılan işler doğruydu, atılan adımlar yerindeydi!..[2]
Ancak, unutulan „küçük bir ayrıntı“ (!) vardı burada! „Soğuk Savaşın“ sona ermesiyle birlikte 20. Yüzyıl’ın içe kapalı ulus devletlerinden oluşan ikiye bölünmüş dünyası gitmiş, artık onun yerine, ulusal sınırların serbest ticarete açıldığı bambaşka yeni küresel bir dünya gerçeği gelmişti!.. Türkiye de artık bu yeni dünya gerçeği karşısında buna uygun yeni bir paradigmayla yoluna devam edebilirdi… Artık „yerli-milli“ paradigmalar çağı kapanıyor, bunun yerini KÜRESEL-YEREL paradigmalar alıyordu… (Bu noktada, az önce linkini verdiğim yazıları mutlaka okumanızı öneririm…)
İşte bence işin en önemli noktası burasıdır!..
Diyelim ki siz küresel bir sermaye grubunun temsilcisisiniz ve milyarları yönetiyorsunuz!.. Sadece döviz yükseliyor, Türk lirasının ve mallarının değeri düşüyor -Türkiye’de üretim maliyetleri düşüyor- diyerek elinizdeki parayı hemen gözü kapalı bir şekilde Türkiye'ye yönlendirir misiniz?.. Böylesine stratejik bir karar alabilmeniz için -uzun vadeli yatırım yapabilmeniz için- başka ne yapmanız gerekir, ne ararsınız başka?..
Tek kelimeyle GÜVENCE ararsınız!.. Öyle değil mi? Peki güvence ne demektir, nasıl sağlanır?..
Güvence demek, kuvvetler ayrılığını esas alan bir anayasa demektir… Anayasal güvence altında olan bağımsız, özgür bir yargı sistemi demektir... Ve de, ben parayı getiriyorum ama, yarın bir problem olursa hakkımı nasıl arayacağım sorusuna verilecek cevabın daha işin başında açıkça ortada olması gerekir. Verilen „güvencelerin“ tek bir kişinin iki dudağının arasından çıkacak sözlere bağlı olmadığının, bunların hukuki teminatlarla garanti altına alınmış olduğunun herkes tarafından kabul ediliyor olması gerekir... İstediğiniz zaman paranızı yurt dışına çıkarabilme güvencesinin bulunması gerekir... Bunlar yoksa -artık yoksa!- siz istediğiniz kadar „gel, gel“ diyerek güzel sözler sarfedin, kimse yerinden bile kıpırdamaz. Nitekim de öyle oldu, oluyor. Daha şurda kısa bir süre öncesine kadar 650 milyar dolar giren ülkeye şimdi kimse dönüp de bakmıyor bile!.. Diyorlar ki, demokrasi yoksa, kuvvetler ayrılığı yoksa ağzınızla kuş tutsanız yetmez!..
E peki ama, bir zamanlar „Çin, G. Kore vb. böyle kalkınmamışlar mıydı. Onlarda o zaman demokrasi mi vardı, demek ki kalkınmak, yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için öyle demokrasiye falan gerek yokmuş“ deniyor!..
Bu sözlerin, bu anlayışın artık büyükler için hikaye olmanın ötesinde hiçbir anlamı kalmamıştır! Kalmamıştır, çünkü artık ortada 20. Yüzyıl’ın ikiye bölünmüş dünyasına özgü „yerli-milli“ ulus devletlerden oluşan bir sistem yok! Her ne kadar eski ulusal kabuklar ve eski dünyanın kalıntıları halâ yerinde duruyorsa da, bunların yerini artık adım adım belirli ilkeler etrafında bir araya gelerek küresel bir ağ içinde birbirine bağlanan ülkeler alıyor. Etrafınıza bir baksanıza, katma değeri yüksek olan ürünlerin hiçbiri artık öyle eskiden olduğu gibi „yerli-milli“ damgasını taşımıyor! Bir örnek verelim, sözde Amerikan malı olan İ-Phone’lar 183 ülkede üretilen parçaların bir araya getirilmesiyle ortaya çıkıyor! Bugün, iftiharla 200 milyar dolara yaklaştığını söylediğimiz ihracatımızın bile büyük çoğunluğunu Türkiye’de yatırım yaparak üretim sürecine katkıda bulunan küresel üretim ağlarının ürünleri oluşturuyor… Yani böyle bir dünyada artık siz isteseniz de 20. Yy. Koşullarına özgü demokratik olmayan modelleri taklit ederek bir yere varamazsınız. Adam mecbur mu, gider şimdi başka yerde yapar yatırımını!! Ama eskiden bu mümkün değildi işte!.. Eskiden, ikiye bölünmüş bir dünya vardı ortada ve kapitalizm, yaşamı devam ettirebilme anlayışına göre çok başka bir paradigma geliştirmişti…
Son bir nokta daha var! Denilebilir ki, „kardeşim görmüyor musun, müsade etmiyorlar ki!.. Ülke adeta kuşatma altında!.. Bu durumda daha başka ne yapılabilir? Önce şu „beka“ sorununu bir halledelim, gerisi elbette sonra gelecektir“!..
Acaba?.. Bu çok tehlikeli bir anlayıştır!.. Ve kökleri kesinlikle 20. Yüzyıl kalıntısı o eski paradigmaya dayanır!..
Çünkü 21. Yüzyıl koşullarında artık beka sorununun boyutları da değişmiştir. Artık daha çok silaha, güce sahip olanlar değil, DAHA ÇOK BİLGİ ÜRETEN, üretilen bu bilgileri sanayiye uygulayarak daha kaliteli ürünleri, daha hızlı bir şekilde, daha ucuza malederek insanlara sunabilen ülkeler kendini güvence altına alabiliyor. Çünkü artık ürettiğiniz şeyleri dünya pazarlarında satabilmeniz için ulus devletin o eski silahlı gücüne, onun yaratacağı nüfuz bölgelerine ihtiyaç kalmadı! Siz tek ki, bir malı diğerlerine göre daha iyi kalitede, daha hızlı ve ucuza üretin, önünüzdeki bütün kapıların ancak o zaman açılıverdiğine şahit oluyorsunuz!..
Öbür türlüsü çok tehlikelidir. Çünkü, insanları sürekli beka kaygısıyla kutuplaştırarak kendine -kendi izlediğin politikalara- bağlı hale getirmeye çalışmak, giderekten onları 20. Yüzyıl kalıntısı “yerli-milli” duyguların içine hapsederek uyutmaya yarayan bir silah haline dönüşebilir. Sürekli dışardan kaynaklanan tehlikelerin altını çizerek ayakta kalmaya çalışmak her türlü demokratik sürecin önünü kesmenin bahanesi haline gelebilir…
Bugün gelinen nokta malesef budur. Ülkede işler o hale gelmiştir ki, daha ileriye gidebilmemiz için adeta daha çok kutuplaşmaya, daha çok kavgaya ihtiyacımız var anlayışı sistemin üzerine bir kabus gibi çökmüştür!.. Daha çok kavga edelim ki, “yerli-milli” davamız yol alabilsin!..
„Gelişmenin, ilerlemenin yolu içerde ve dışarda daha çok kavga etmekten geçiyor anlayışı insanı yer bitirir!..
Evet, iş bu noktaya gelince zaten olay bitiyor! Ne önce o “beka sorunu halloluyor, ne de küresel sermaye ülkeye geliyor ve yatırımlar hızlanıyor!.. Bütün mesele, beka-savunma sorunuyla demokratikleşme sorununu bir arada yürütebilmeyle ilgilidir… Önce “beka” sonra demokratikleşme diye bir ikilemin içine girdiğiniz an bu problemi çözemezsiniz. Çözemezsiniz çünkü 21. Yüzyıl kulvarlarında yürüyerek yol alabilmenin yolu ideolojik saplantılar içine girmeden küresel dinamiklerle dayanışma içinde demokratikleşerek yol alabilmekten geçiyor…
[1]http://www.marmarayerelhaber.com/Munir-AKTOLGA/88971-DOLAR-EURO-DUSSUN-iSTENiYOR-MU-BENCE-iSTENMiYOR
[2]Bu noktaya öyle bir anda gelinmedi! İdeolojik-teorik düzeyde 2013’ten itibaren adım adım hazırlanan paradigmal bir duruştur-sonuçtur bu. Ve de bu dönemde “küreselleşme sürecinde içine girilen ikinci aşamaya bağlı olarak ortaya çıkma-gelişme imkanı bulmuştur. Bu noktada, linkini verdiğim şu iki çalışmaya mutlaka bakın! http://www.aktolga.de/a172.pdf ; http://www.aktolga.de/a52.pdf
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURAK Parti üzerine doktora yapmış bir CHP lideri…. 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluÇözüm sürecinin CHP’si daha merkezde 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUÖzel ve CHP’ye dair son gözlemler 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerPATRON KİM? 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİÖzgür Özel'le kahvaltı: CHP nereye böyle? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolCHP nereye? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRBakın Şahan'ı şikayet eden kimmiş? Her balkona havuz yapan müteahhit savcıya koştu! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNECumhurbaşkanı adayını suç örgütü liderine dönüştürmek mümkün mü? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİmamoğlu'na istenen 23 asırlık tarihi ceza: Roma İmparatorluğu kurulduğunda hapse girseydi hala ceza 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİddianamenin ruhu siyasi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDEN"Arananlar" zulmü ne zaman son bulacak? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİREN“Boğazımdan tek kuruş geçmedi” 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuSuriye’de ‘altın oran’ nedir? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZBir iddianameden fazlası: CHP’yi dizayn girişimi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçCHP hakkında kapatma davası açılır mı? Yok artık, daha neler! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİKemalizm’in dindarlarca rehabilitasyonu 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNYerel yönetimlerle işbirliği kültür politikası için hayati 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBir “yalanlama” yalanı: CHP üyeliği ve Kanada’ya iltica meselesinde gerçekler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraMemnuniyetsizler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERDemokrat Kral’ın anıları 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciBir iddia-nağme 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORU‘Masumiyet karinesi’ mi, o da ne ki? 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBelediyenin açıklaması gerçekleri gizliyor mu? 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZÇÖZÜM SÜRECİ KOMİSYON VE EKMEN 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYeşil sarıklı hocalar bize böyle anlatmamışlardı 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAEnternasyonalizm ve Demokratik Toplum Çağrısı... 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünBaşarılı bir diplomasi örneği… 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞİŞ CİNAYETLERİ VE CİNAYET EKONOMİSİ… 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasDüşmanımız kimdir bizim? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNAkdeniz’den Hazar’a hizalananlar ve Colani’nin Beyaz Saray günü 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞÖcalan 70’lerde mi kalmış? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalSosyalist yükseliş dağınık ama yine de oligarşiye bir darbe 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRHSK neden suskun? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUKürtler davete icabet ediyorlar 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRAK Parti’nin 23 yılı: Kitle partisinden devlet partisine, siyaset dilinden güvenlik diline bir dönüş 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilModernlik, gelenek ve Türkiye’nin zihinsel coğrafyası 9.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTZohran Mamdani Türkiye’de neye denk düşer? 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanEğer tuz da koktuysa ne yapmalı? 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKBaşkanlık monarşisi (presidential monarchy) meselesi: Teorik bir izah 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİKeşke… 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞSelahattin Demirtaş’ın yazısı, zihnimiz ve zihniyet labirenti 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN“Önerisiz veya bizzat öneriyle eleştiri” 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Necati KUR3 MART 1924 YASALARI 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Selva DemiralpFiyat istikrarı mı, finansal istikrar mı? 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezMor-yeşil ekonomi: Ara dönem fırsat yaratabilir 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselVahim bir gelişme: İşgücü piyasasında daralma 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayTrump, Fed ve para politikası: Sol, merkez bankası konusunda neyi savunmalı? 2.11.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRSÜREÇ VE "DİLİN KEMİĞİ"! 31.10.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMenzile doğru bir adım daha 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKDünyanın araf dönemine denk gelen Türkiye’nin çözümü 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (3) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİki din, iki tanrı tasavvuru 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENAK Parti 2.0’a Hazır Mıyız? 17.10.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYBaşkalarının acısı… 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezGüvenli Liman: Altın ve Gümüş 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMAN‘Parlak gelecek’ ve sol gelecek... 12.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaSüreç yönetmenin sorumluluğu 11.10.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğluİnsanların devletlerle savaşı 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarSosyal medya çürümüşlüğü 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKTrump’ın dünyasına hoşgeldiniz… 3.10.2025 Tüm Yazıları
-
nevzat cingirtNeden Yazmıyorsun? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunYazmak, ciddi bir iştir 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANAlev rengi hüznüyle sonbahar… 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMTERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE GEÇİŞ SÜRECİ! 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNÖcalan, Erdoğan’a “Seni yine başkan yaptırırız” sözü mü veriyor? 11.09.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPalantir ve "Tech. Republic" 7.09.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKENBarışı dilerken 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANTürkiye’de ve Yunanistan’da Aleviler – Yeni Bir Tablo 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYKüresel Güney Neden Çin’den Vazgeçmiyor 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEMete Tunçay 25.08.2025 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANÇÖZÜM NASIL GELİR! 20.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYPutin, Trump’ı parmağında oynatmaya devam ediyor 17.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARSorumluktan kaçmak umuttan kaçmaktır 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakKadife eldiven zamanı 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNÜretici Güçlerin Gelişiminin Motorlarından Biri Olarak Toplumsal-Sınıfsal Mücadeleler 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKEzberler bozulurken mağduriyetler de son bulmalı 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞZora girmiş bir anlatı: “ABD emperyalizminin değişmez stratejik hedefi bağımsız Kürt devleti” 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYAnkara, CHP, Çözüm Süreci ve Şam Arasındaki Tıkanıklık: 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç ve Suriye denklemi 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMAcaba Kürt sorununun önündeki engel “Atatürk miti” mi? 14.07.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Münir AKTOLGABATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ... 16.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cenk DoğanÜRETİCİLERE İLK OLARAK KOOPERATİF LAZIM 4.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cevat KORKMAZFiller ve Çimen... 22.11.2024 Tüm Yazıları
-
Tuncer KÖSEOĞLUTamirhanelere giden toplar… 4.11.2024 Tüm Yazıları
-
Ayşe HÜRDevletin Muhteşem Örgütlenmesi: 6-7 Eylül 1955 Pogromu 9.09.2024 Tüm Yazıları
-
Ferhat KENTEL“Maarif” marifetiyle yeni “makbul vatandaş” kurma çabaları 26.07.2024 Tüm Yazıları
-
Banu Güven“Bozkurt” Almanya’da sahaya indi 4.07.2024 Tüm Yazıları
-
İBRAHİM Ö. KABOĞLUDevlet ve yürütme kaç başlı? 27.06.2024 Tüm Yazıları
-
Gürbüz ÖZALTINLICHP’nin normalleşme politikası Erdoğan’a mı yarar? 21.06.2024 Tüm Yazıları
-
Oya BAYDARBir yazamama yazısı 14.06.2024 Tüm Yazıları
-
Bayram ZİLANAK Parti’de değişim gecikiyor mu? 4.06.2024 Tüm Yazıları
-
Soli ÖzelBetül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi 30.05.2024 Tüm Yazıları
-
Reha RUHAVİOĞLUTürkiye’de Kürtçenin Durumu: Gidişat, İmkânlar ve Fırsatlar 18.05.2024 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞ31 Mart'ın merkez üssü: Pazarcık ve Elbistan 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
Atilla AytemurBingöl Erdumlu Kitabı: Film gibi hayat* 24.01.2024 Tüm Yazıları
-
Şahin ALPAY"Ergun Abi"ye veda 10.11.2023 Tüm Yazıları
-
Ahmet ALTANYüzyıllık cumhuriyet başarılı mı başarısız mı? 29.10.2023 Tüm Yazıları
-
Levent GültekinDin, insanları kardeş yapar mı? 26.09.2023 Tüm Yazıları
-
Ayhan AKTARŞair Roni Margulies’in ardından… 7.08.2023 Tüm Yazıları
-
Ceyda KaranBiden ve iki cephede birden yenilgi 30.06.2023 Tüm Yazıları
-
Orhan Kemal CENGİZMuhalefetin sınavı asıl şimdi başlıyor 1.06.2023 Tüm Yazıları
-
Roni MARGULIESMutlu bitmiş bir göç öyküsü 20.05.2023 Tüm Yazıları
-
Burhanettin DURANTarihi Yol Ayrımındaki Kritik Seçim 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Celal BAŞLANGIÇKendini kurtarmak için Erdoğan, Erdoğan’ı reddedecek! 14.04.2023 Tüm Yazıları
-
Ergun AŞÇIErsagun Hanım 5.03.2023 Tüm Yazıları
-
Uğur Gürses‘Dolambaçlı katlı kur’ yolunda 23.01.2023 Tüm Yazıları
-
Besim F. DellaloğluMesafenin Sosyolojisi 16.12.2022 Tüm Yazıları
-
Hidayet Şefkatli TUKSALKur’an kurslarında yatılı eğitim ve çocukların korunması 15.12.2022 Tüm Yazıları
-
Nergis DemirkayaAltılı Masa ortak yönetim planı: Her partiye bir yardımcı bir bakan 17.11.2022 Tüm Yazıları
-
Nabi YAĞCIŞaşıyorum gerçekten… 24.10.2022 Tüm Yazıları
-
Berin UYARONLAR İÇİN... 12.09.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim UsluSeçmen yolsuzluğu önemsiyor mu? 9.09.2022 Tüm Yazıları
-
Hasan GÜRKAN“SEVMEK YİNE DE BİR SARRAF İŞİDİR, YERYÜZÜ KİTAPLIĞINDA” 18.08.2022 Tüm Yazıları
-
Oktay Cansın EMİRALSAVAŞ VE ZAMAN 7.08.2022 Tüm Yazıları
-
Özgül Üstüner COŞKUNİnceden 5.07.2022 Tüm Yazıları
-
Barış SoydanGıda Komitesi’nin ve enflasyonla mücadelede başarısızlığın acıklı öyküsü 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Namık ÇINARBir toplumun geri kalma inadı 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Melih ALTINOKAna muhalefet lideri Akşener mi olacak? 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
Mehmet BARLASAnkara’yı sel aldı 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
Atilla YAYLAKanunlar ve fiyatlar 10.06.2022 Tüm Yazıları
-
Fatma Bostan ÜNSALBu kez Günah Keçisi SADAT mı? 23.05.2022 Tüm Yazıları










































































































































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
16.11.2024
9.11.2024
31.07.2024
3.06.2024
9.04.2024
20.07.2023
18.07.2023
17.07.2023
20.06.2023
18.06.2023