Ferhat KENTEL

Ferhat KENTEL
Ferhat KENTEL
Tüm Yazıları
Ne memleket be!
6.10.2012
4204

 Neredeyse her gün, her gün birçok kez şaşırmak, heyecanlanmak, korkmak, umutlanmak mümkün burada... Bazılarımız inanılmaz heyecanlar, gururlar, mutluluklar duyarken, başkalarımız korkudan mahvoluyor, umutsuzluğun en diplerine doğru düşüyor. Sonra ya da başka konularda, heyecan ve korku yer değiştiriyor.

Mesela Yılmaz Esmer’in yönetiminde hazırlanan Türkiye Değerler Atlası’nda nasıl bir memlekette, nasıl bir toplumda yaşadığımıza dair ilginç veriler var.

Rapora göre, “Türkiye, insanların birbirine en az güvenebildikleri ülkelerden biri. Türkiye’de insanların yaklaşık onda biri genelde insanlara güvenebileceğini söylerken, İskandinav ülkelerinde bu oran yüzde 80’lere yaklaşıyor.”

İlginç değil mi? “Türk, övün, çalış, güven!”“Korkma, sönmez...” gibi veciz sözlerin okulların, devrim tarihi derslerinin, hayatın her alanına alabildiğine girdiği bir toplumda böyle bir güvensizlik?

Ya da hayatın her alanında “Allah’a çok şükür”“Allah’a ısmarladık”“inşallah”“maşallah”,“Allah aşkına”“Allah’ın izniyle” gibi, bir yanıyla hayatın “şiir”ini veren, diğer yanıyla da“garanti” formüllerine sahipken neden bu kadar çok güvensiziz? Neden bu kadar çok başkalarından korkuyoruz?

Ya da büyük sanat eseri camilerin, sonradan bu camileri taklit etmeye çalışan sanatla alakası olmayan camilerin, gökdelen adı verilen ve camilerden de daha büyük beton kulelerin her tarafımızı sardığı bir coğrafyada başkalarına karşı neden bu kadar çok güvensiz hissediyoruz kendimizi?


Malazgirt
 ovalarında, Romen Diyojen’i alt etmiş bir Alparslan’dan, İstanbul’u neredeyse çocuk yaşta fethetmiş bir Fatih’ten; eğer bunları beğenmiyorsanız, yedi düvele meydan okumuş bir Atatürk’ten gelen nesiller başkalarından neden bu kadar çok korkuyor?

Belki de tam da bütün bu hikâyeler yüzünden... “Türklerin Anadolu’ya girişi” efsanelerinden... Yarısı palavra, diğer yarısı insan aklına zarar çarpıtılmış tarih okumalarından ve de hâlâ 1071’i 2071’e taşıma gayretlerinden...

Dörtte biri Ermeni, dörtte biri Rum, dörtte biri Arap, dörtte biri Kürt, altıda biri Orta Asya’dan, beşte biri Balkanlar’dan gelme, yedide biri Kafkasyalı vb. olan (farkındayım, hesap hatası yok; toplam 1’i aşıyor, çünkü her bir insan teki “tek” bir şey değildir ve toplamı kültürel, etnik, hatta dinsel kökenler bakımından 1’i aşar) insanların hikâyesinde etnik ve dinsel sonsuz karmaşıklıklar olan bir nüfusa, sanki bu topraklarda başka hiçbir halk yaşamamış, başka hiçbir tarih yaşanmamış gibi “tek” bir tarih dayatırsanız olacağı buydu; dayatmaya devam ederseniz, olacağı gene bu...

Bize, “bizim” geçmişimizi unutturan bu tarih dayatması altında, derinlere saklanan ama bir şekilde devam eden hikâyelerimizin bize travmalar yaşatmasından daha normal bir şey olabilir mi?

Tabii kendimize güvenemeyiz, çünkü, mecburen, başka çaremiz olmadığı için zorla inandığımız, ve kendi kutsallarımız yıkılırken bir başka kutsallık olarak inşa ettiğimiz bu yalan tarih bize hiçbir güven vermiyor. Bu yüzden, o tarihi ayakta tutmaya çalışan, etrafımızı kuşatan kurumlara, o kurumların ürettiği değerlere bile güvenemeyiz.

Cumhuriyetimize, milletimize, tarihimize, dinimize de güvenemeyiz. Bu yüzden besmele çeker gibi, sürekli olarak tekrar etmek zorundayız bir takım ezberleri.

Kendi inancımıza da, yani “ben buna inanıyorum” derken inandığımız şeye bile güvenemeyiz. Birileri zekâ düzeyi düşük bir film (Müslümanların Masumiyeti) yaptığı zaman hop oturup, hop kalkarız, perişan oluruz. Din konusunda tamamen modernist, tamamen rasyonel; bu yüzden dinin sosyolojisine, dindarların haletiruhiyesine tamamen yabancı ama aynı zamanda etrafını kuşatan her türlü devlet, bürokrasi, resmî otoriter tarih anlayışına da yabancı ve bu yüzden “isyankâr bir deli adam”Sevan Nişanyan, Hz. Muhammed hakkında hoşumuza gitmeyen bir laf ettiği zaman, sanki dünyanın sonu gelmiş gibi hissederiz.

Çünkü ne tarihimizle, ne de devletimizle barışığız. Bu topraklarda yaşayan kimseyle barışık değiliz. “Biz” derken de aslında “hepimiz”iz sözkonusu olan. Yani barışık olmayışımız sadece “biz Müslümanlar”ın Hıristiyanlarla barışık olmaması değil ya da “biz Türklerin” Kürtlerle barışık olmaması değil; Hıristiyanlar, Kürtler, Aleviler de, adı “çoğunluk” olanlarla barışık değil. Yani aslında biz “Türkler” ya da “Müslümanlar” Türklerle ve Müslümanlarla da barışık değiliz.

Çünkü devlet bu toplumla hâlâ barışık değil. Böyle bir devletin altında ve bu devletin ruhunu kendine transfer eden (dünün sivil hareketinden, bugünün kibirli yeni seçkinlerine dönüşen) bir hükümetin altında da kendimizle barışmamız pek kolay değil.

Ama dedim ya... Bu memleket acayip bir yer... İnsana böyle güvensizlik öğreten bu topraklarda, “az veya çok dindarlar”la “az veya çok ateistler” inadına birbirilerine güvenip, biraraya geliyorlar. Sevan Nişanyan’a hem saçmaladığını söyleyip, insanların inançlarını biraz olsun anlamaya davet ediyorlar, hem de onun Yanlış Cumhuriyet kitabını ve Şirince’de fosilleşmiş bir devlet anlayışına karşı verdiği mücadeleyi dinlemek için çaba harcıyorlar.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar