Münir AKTOLGA
PEKİ AMA HEPSİ BU KADAR MI?
Evet, hepsi bu kadar mı, yani, bu Devleti-Cumhuriyeti kuranlar sadece Jöntürk gelenekli Osmanlı Devlet sınıfı uzantılarıyla, İttihatçıların döneminden kalma Devletin kayırdığıbir avuçDevletçi Müslüman burjuva mıydı? Ve bir de tabi mülteciler-göçmenler mi idi? Bunların dışındaki insanlar ne yapıyordu bu işler olup biterken?. Konuyu daha da açabilmek için şöyle bir soru daha soralım isterseniz: Eğer durum bundan ibaretse, yani bu Cumhuriyet sadece Devlet sınıfı kalıntılarıyla onların uzantısı olan bir avuçDevletçi burjuvanın eseri ise, peki o zaman Birinci Meclis’teki o muhalefet (“İkinci Grup”) neyin nesiydi? Haydi o da bir yana, TCF olayı-muhalefeti ne idi,kimi-neyi temsil ediyordu? Kemalist tarihçiler gibi, “Karabekir’in ve bazı “yol arkadaşlarının” kişisel tepkisiydi bu” deyip geçiştirecek miyiz olayı! Ya peki, Serbest Fırka ne idi o zaman? Hani, bizzat Atatürk’ün isteğiyle falan kurulmuştu ama, ya sonra neden kapatıldı? Kimi, hangi sınıfı temsil ediyordu bu muhalefet potansiyeli? Bu sorunun ucu ta 1950’ye DP’ye kadar gidiyor aslında! Evet soruyorum, nedir o zaman bir DP olayı? Bütün bunları Devletçi burjuvazinin Devlete karşı muhalefeti-başkaldırışı olarak açıklayamayacağımıza göre (ki, böyle düşünenler de var!) ne idio zaman bu potansiyel muhalefetin kaynağı? Olay o kadar önemli ki, belki de işin kilit noktası burada!
Bütün bu sorulara cevap verebilmek için isterseniz önce 1920’ler Türkiye’sine biraz daha yakından bakalım ve sistemin, şöyle biraz daha büyütülmüş bir fotoğrafını elde etmeye çalışalım; önce topraktan-tarımdan başlayalım:
“1930 sonlarında yapılan bir toprak sayımının bulgularına göre 1,1 milyon işletmenin %99,7’si 500 dönümden az ve %88,7’si de 100 dönümden az toprağa sahipti. Kırsal hanelerin %5,5’i topraksızdı ve %36,7’si 20 dönümden küçük parçalara sahipti. 500 dönümden az toprağa sahip olan haneler, işlenebilir alanın %86,3’ünü elinde tutarken, geri kalan (1,1 milyon üzerinden) 3000 aile %14’ünü işliyordu. 1927’de Türkiye çapında yapılan bir başka araştırmanın eksik bulgularına göre de, aile başına işlenen ortalama toprak miktarı 25 dönümdü..
1930’lar ortasında yapılan bir başka araştırma, fiilen kullanılan en büyük birimlerin, mülkiyetin çok daha yoğunlaşmış olmasını bekleyeceğimiz Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde değil, Ege ve Güney bölgelerinde bulunduğunu gösteriyor. Bu araştırmaya göre maksimum aile işletmesi büyüklüğü Ege’de 3000 ve Güney’de 2300 dönümdü. Üstelik 1912’de yapılan bir toprak sayımı da benzer sonuçlara ulaşmıştı. O zamanlar Adana ve Aydın vilayetlerindeki işletmelerin %46’sının 50 dönümden büyük olduğu bulunmuştu. Anadolu’nun diğer bölümlerinde ise bu oran ancak %25 dolayındaydı. 1934-35’te yapılan ve 1938’de yinelenen idari amaçlı bir anket, fiili toprak kullanımı açısından 5000 dönümün üstündeki büyük çiftliklerin ağırlıkla ticarileşmiş bölgelerde yoğunlaştığını gösteriyordu. Bu istatistik ortakçılık yoluyla küçük parçalar biçiminde işlenen büyük mülkleri içermiyor. Ulaşılan sonuç şöyle özetleniyordu: “Büyük zirai işletmeler bütün kıyı bölgelerinde görülür ve büyük işletmelerin en çok bulunduğu bölgeler Marmara Denizi’nin batı kıyısı (Trakya) ve Güney Ege Bölgesi’dir. Bu iki bölgeyi, yoğunlaşma açısından Adana bölgesi izliyordu. Sayım raportörünün de belirttiği gibi, büyük tarımsal işletmeler ulaşım olanaklarına paralel bir gelişme gösteriyordu. Bu da, ticarileşmenin işlenen toprak birimi büyüklüğünü açıklamada en önemli faktör olduğu görüşünü doğrular.
Bu bulgular, çok sayıda köylü işletmesi ve bazı coğrafi bölgelerde toplanmış daha büyük çiftliklerden oluşan bir tablo ortaya çıkarır. Büyük çiftliklerin daha çok pazara yönelik ürün yetiştiren ticarileşmiş bölgelerde toplandığı görülür. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kiracılık anlaşmalarıyla küçük birimler halinde işlenen büyük mülkler ise, ticari olmayan yarı feodal kategorisine denk düşerler. Ticarileşmiş ortakçılık ise, ürün teknolojisi pamukta olduğu gibi belli bir mevsimde değil, tüm yıl boyu emek gerektirdiği durumlarda, büyük çiftliklerle yanyana varolmuştur. Bu nedenle tarımda proleterleşme görülmez ve gerçek üreticiler dört ayrı kategoriye bölünebilir: yarı proleter mevsimlik işçiler, en geri bölgelerdeki toprak sahibine bağımlı kiracılar, çoğunluk kendi küçük mülk toprakları da olan ortakçılar, ve-en büyük kategori olarak- kendi mülk topraklarını işleyen köylüler”[1]
Buradaki tablo çok açıktır: Osmanlı-ve tabi daha sonra da Türkiye toplumu büyük ölçüde küçük üreticilerden oluşuyor. Bunun çeşitli nedenleri var. En başta geleni ise Devlet! Daha önceki bir çalışmada bu konuyu ayrıntılı olarak ele almıştık[2]. Devlet kendi bekası için büyük toprak sahibi Müslüman bir orta sınıfın güçlenmesine olanak tanımıyor. Korkuyor açıkçası! Önünde 1808 Sened’i İttifak olayı var! II.Mahmut’un büyük toprak sahibi ayanları nasıl biçtiğini biliyoruz. Öyle ilginç bir tarihimiz var ki bizim, hangi döneme bakarsanız bakın, hep o Devleti küçük üreticilerin “koruyucusu”-hamisi havasında görürsünüz!. Orta sınıf-burjuvazi azıcık güçlenmeye başlasa Devlet hemen “toprak reformundan”, “halkçılıktan” falan bahsetmeye başlar. 60’lardan sonra Devletin yavaş yavaş “solculaşmasının”, 70’lerde ise kendisini “ortanın solunda” ilan etmesinin ardında da hep bu gelişen orta sınıfa-burjuvaziye karşı[3]olma, küçük üreticileri-küçük burjuvaları yanına alarak onu kontrol altında tutma çabasıdır.
Tabi, Osmanlı-Türkiye toplumunun bir küçük üreticiler toplumu olmasının esas nedeni onun tarihsel oluşumu ve gelişimidir. Bir kere bizim halkımız hiçbir zaman öyle ne köle, ne de Batı’da olduğu gibi serf olmamıştır. Bunun nedeni açıktır. Herşeyden önce biz yerleşik bir toplum geleneğinden gelmiyoruz. Göçebe bir aşiret toplumu bizim kökenimiz. Daha sonra bu aşiret devletleşerek fetihçi yapıya uygun-onun lojistiğini sağlayan bir toprak-toplum düzeni oluşturuyor. Bizim sınıflı topluma geçişimiz böyle. Yukarda bir Devlet sınıfı, aşağıda da Yönetilenler dediğimiz özgür-küçük üreticiler yığını böyle ortaya çıkıyor..O yapısal değişiklik falan 16.yy’ın ortalarından itibaren başlıyor. Ama işin özü gene değişmiyor. Devlet, bu sefer de, kendi rakipsiz konumunu muhafaza edebilmek için “reaya kullarının koruyucusu” olarak palazlanmaya çalışan orta sınıfa hayat hakkı tanımıyor!..
Evet tamam, İttihatçılardan itibaren tarım ve sanayi kesimlerinde Devlete bağlı Devletçi bir orta sınıf-burjuvazi yetiştirilmeye çalışılmış, bunda da belirli ölçüde başarılı olunmuş-tur. Ama bu demek değildir ki, Devlet, tarımıyla sanayisiyle bütün bir topluma tam olarak hakimdir!.Bütün işi gören Devletçi kesimdir, ekonomi tamamiyle bunların elindedir! Geri kalan insanların ise hiçbir insiyatifleri yoktur, bular güdülen bir sürüye benzerler! Öyle bir çoban ki, tek tek bütün o koyunların boynuna bir yular geçirmiş güdüyor! Yok böyle birşey!. Sürünün bile belirli bir insiyatifi vardır sonuçta!. Nitekim, ne işe yarıyor ki o çoban köpekleri!. Sürüyü istenilen düzen-statüko içinde tutmak değil midir amaç!.
İkinci bir sonuç da şudur: Öyle “feodal”, ya da tamamen içe kapalı bir ekonomi-toplum değildir bu toplum. Büyük ölçüde pazar için üretim yapan küçük üreticilerden oluşmaktadır. Yani, kapitalizm kurdu girmiş çoktan ağacın gövdesine! Ve bu insanlar üretmekten, daha iyi yaşamaktan başka birşey istemiyorlar aslında. Devletin bütün yükünü-günahlarını da onlar çekmiş şimdiye kadar. Savaş olmuş, ölen onlar, barış olmuş, Devletin mültezimlerine sağılan gene onlar. Bu nedenle, artık Devlet kökenli hiçbirşeye, hiçkimseye güvenleri kalmamış bu insanların. Öyle ki, İttihatçılık macerasından sonra yeni bir Kemalist maceraya bile mesafeli duruyorlar! Hani o “manda” tartışmaları falan var ya, aslında ülkeye huzur geleceğinden emin olsalar ona bile razı olacak hale gelmişler.
Ama öte yandan da ülke işgal edilmeye başlanmış. Yunanlıların İzmir’e girişi ve Anadolu’ya doğru ilerlemeleri herkesi harekete geçiriyor, ve zorunlu olarak bir direniş ruhu gelişmeye başlıyor. Yani öyle hemen, Kemalist Devrimlere olan inançla “Mustafa Kemal’in askerleri” haline falan gelivermemiş bu insanlar! Öyle bir durum ortaya çıkmış ki, toplumun bütün sınıf ve tabakalarının (bunların hepsinin beklentileri farklı farklı olsa da) üzerinde uzlaştığı bir zemin olmuş Kurtuluş Savaşı..Ve savaşı kazanan da bu ruh olmuş aslında. Yaşamı devam ettirme mücadelesinde Devletle halk ilk kez bu şekilde biraraya gelmişler!
Bu ittifakın en açık delili Birinci Meclis’tir. Çünkü, mücadeleye katılan herkesi görürsünüz burada..Devleti temsil eden Jöntürk kadro da oradadır. İttihatçı artığı Devletçi burjuvazinin-eşrafın temsilcileri de. Ama bunların yanı sıra geniş halk yığınlarının-sivil toplumun temsilcileri de vardır orada.
Peki sonra ne oldu?
Dikkat ediyormusunuz, yapılan bütün o “sınıf tahlillerinde”-en “solcu”, en “bilimsel” olanlarında bile-herşey var ama bir tek şey yoktur: Sivil toplum! Devletten bağımsız olarak gelişen, Anadolu burjuvazisinin önderliğindeki Anadolu sivil toplumu! Niye yok peki bunlar? Yok, çünkü Devlet daha doğarken kafasını kesmiş hep onların sözcülerinin! Kesmiş ama yok da edememiş hiçbir zaman! Kafasını kesiyorsun, ama yok olmuyor!. Bir süre sonra koparılan uzuv yeniden gelişiyor, ortaya çıkıyor! Hayalet gibi birşey yani! İşte benim potansiyel Anadolu sivil toplum muhalefeti dediğim dağınık sistem gücü budur. Pazar için üretim yapmaya başlamış milyonlarca küçük-orta boy üreticiden oluşan bir potansiyel. Bunlar heryerdeler ama hiçbir yerdeler! Çünkü kendilerine güneşin altında açık bir yer, bir varoluş zemini bulamıyor bu insanlar! II Mahmut’un gelişen sivil toplumun kafasını kesme geleneği, daha doğarken onu boğma geleneği olduğu gibi sürüyor Cumhuriyet döneminde de. Kazan kaynıyor içten içe. Bir potansiyel-basınç olduğu açık, bunu herkes hissediyor. Zaman zaman, basınç kazanı patlatmasın diye kazanın kapağı falan da açılmaya çalışılıyor (Serbest Fırka örneğinde olduğu gibi). Ama hiçbir zaman onun potansiyel bir güç olmaktan çıkarak objektif bir gerçeklik haline gelmesine izin verilmiyor. Ta ki 1950’ye kadar!
KENDİ KARŞITINI YARATARAK VAROLMAK
Şimdi, bu çalışmanın belki de en önemli kısmına geldik! Beni, ta o ilk başlarda, 1973 Martında bu çalışmaya yönelten, “o anlaşılmaz diyalektiğin” açıklanmasına geldik! Nasıl olmuştur da, yukardan aşağıya o “Batılılaşma” süreci, kendi inkârı olan bir Anadolu sivil toplum potansiyelini yaratabilmiştir? Ucu, bugün halâ Türkiye Cumhuriyetine kadar bile uzanan bu diyalektik nasıl bir diyalektiktir?
Olayı çözdükten sonra, tabi herşey çok basit görünüyor! Ama o “çok basit” olanın anlaşılabilmesi için yıllar geçti! Cevap şöyle: Ortaçağ Avrupasında feodaller kent toplumu olarak sivil toplumu nasıl yarattılarsa, bizim Batıcı devlet sınıflarımız da, Anadolu sivil toplumunu gene aynı şekilde, aynı diyalektiğe tabi olarak yaratmışlardır! Yaratmışlardır, çünkü bu kez (gene Devleti kurtarmak güdüsüyle) yaratmak zorunda kalmışlardır!
Örneğin, Ortaçağ’da bir kentin kurulması olayını ele alalım. Bir feodal bey neden kent kurucu oluyordu? Feodalizmle, kapitalizmin ana rahmi kent arasındaki ilişki ne idi? Feodal bey, bir kenti kurarken kendi ipini çektiğinin farkında mıydı? Ya da, kenti kurarken, intihar etmek için, kendini yok etmek için mi yapıyordu bunu? Tabii ki hayır! O an onun tek düşündüğü kendi çıkarı idi. Kent kurulacak, ticaret gelişecek, o da bundan yararlanacaktı. Pazardan vergi alacak, kendi tüketim ihtiyaçlarını daha kolay temin edecekti vs. Bir de tabi, sistemin kendi içindeki çelişkiler açısından, köylülerin-serflerin, yani kendi karşıtlarının dışında, onlara karşı kendisini güçlendirecek, onlara bağımlı olmaktan kurtaracak, altın yumurtlayan bir tavuk gibi, sırf kendisine tabi bir alternatif, bir çıkış yolu olarak görüyordu onu. İşte, kendi “inkârını” yaratma olayı budur.
Başka bir örnek verelim. Burjuvaziyi ele alalım. Bugün burjuvalar “araştırma-geliştirme” çalışmalarına milyarlarca dolar yatırıyorlar. Neden? Yeni bilgilerin üretilmesine yol açarak, bu bilgileri kullanıp, rekabette üstte kalabilmek, daha çok kâr elde edebilmek için. Ama her yeni bilgi, pratikte, üretici güçlerin biraz daha gelişmesine yol açıyor. Ve giderekten o hale geliyor ki, kapitalistler, daha çok kâr elde edebilmek için, işçilerin yerine mümkün olduğu kadar makineleri, robotları kullanmaya başlıyorlar. Başlangıçta müthiş birşey bu tabi! Ne grev var, ne hasta olmak! Her bir robot, altın yumurtlayan bir tavuk onlar için! Ama bir düşününüz şöyle, nereye gidiyor bu işin sonu diye! İlerde, işçilerin yerini büyük ölçüde robotlar aldığı zaman nasıl kâr elde edecek kapitalist! Kâr olayı, işçinin sırtından kazanılan artı değerle ilgili birşey değil mi, işçinin yerini robot alınca kâr da ortadan kalkar! Kâr olmayınca da kapitalist olmaz! Kapitalizm kendi inkârını yaratmaktadır. Modern komünal topluma giden yol böyle inşa ediliyor...
Tekrar Osmanlının ve Cumhuriyet Türkiyesinin Batılılaşma sürecine dönüyoruz. Evet, nasıl olmuştur da bu süreç zamanla kendi diyalektik inkarı olarak bir Anadolu kapitalizminin ortaya çıkmasına neden olmuştur?
Burada biribiriyle içiçe, biribirini tamamlayan iki süreçle karşılaşırız. Bunlardan birincisi açıktır. Batı kültürüne göre yeni insan tipleri ve yeni bir toplum yaratılmaya çalışılmaktadır. Bu demektir ki, yeni insan tipleriyle yeni bir yaşam biçimi topluma egemen kılınacaktır. Bu amaçla sistemin içinde Batıdakilere benzer kurumların oluşturulmasına çalışılır. Meşrutiyetin ilanı, Tanzimat Fermanı, Parlamentonun oluşması, bankaların kuruluşu, Batıdakilere benzer yeni yasaların çıkarılması vs. bütün bunlar hep tepedeki Batıcı bürokratların yeni bir sistem yaratabilmek için başvurdukları etkinliklerdir.
“Bunlar, sivil kurumların Türkiye’de bulunmadığının ve bunun da kendilerini, fikirlerini tatbik imkanı az olan sosyolojik bir yapı ile karşı karşıya bıraktığının farkındaydılar. Bundan dolayı gerek ittihatçılar, gerek Kemalistler bu ara’yı temsil edecek kurumları (bankalar vs.), sınıfları (ticari ve endüstri burjuvazisi) ve yasaları (Cumhuriyetin Medeni Kanunu ve Ticaret Yasaları) temellendirmeye çalıştılar. İlginç olan ve kurumsal sosyolojinin üzerinde durması gereken gelişme “sivil toplum” kurucu olarak tanımlayabileceğimiz bu yeni yapıların, uzun vadede Kemalistler tarafından değil, fakat dindar Müslümanlar tarafından zaptedilmiş olduklarıdır”[7]. Yani Şerif Mardin diyor ki; Batıcı Devlet Sınıfı kendine bir kitle temeli yaratarak kendi dünya görüşüne göre yeni bir toplum inşaa edebilmek için Batıda kapitalist sistem içinde varolan kurum ve kuralları yukardan aşağıya doğru Türkiye Toplumu içinde oluşturmaya çalışır. Bunu yaparken onun amacı “cahil” geleneksel İslamcı muhalefeti eriterek yok etmek, insanları bu yeni kurum ve kuralların-ilişkilerin içinde kendi dünya görüşüne göre yeniden şekillendirmektir. Örneğin bankacılık sistemini ele alalım: Bankayı kurdun bu kolay. Başına da kendi görüşüne uygun bir müdür, personel vs. atadın. Peki kime hizmet verecekti bu banka? Senin o “cahil”-geleneksel İslamcı insanlarına değil mi? Köylü Mehmet ağaya krediyi verdin, işleri iyi gitti. Seneye daha büyük bir kredi.. gübreydi, yeni makinalardı derken al sana işte bir Anadolu kapitalisti! Aynı süreç ticaret ve sanayi kapitalizminin gelişimi açısından da geçerlidir. Kapitalistleşmek, Batılı bir toplum gibi olmak mı diyordun, al sana işte kapitalist! Hem de aslan gibi dini bütün, yerli mi yerli bir Anadolu kapitalisti! Böyle gelinir 1950 lere. DP bu sürecin ürünü olur.
Gerisi başka bir yazının konusu olsun!..
[1]a.g.e. s.27
[2]www.aktolga.de 7.Çalışma..
[3] Burada orta sınıf kavramını, hem protokapitalist Müslüman eşraf-ayan anlamında, hem de daha sonra gelişen Anadolu burjuvazisi için kullanıyorum..
Yazarlar
-
Mustafa KaraalioğluÇözüm sürecinin CHP’si daha merkezde 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUÖzel ve CHP’ye dair son gözlemler 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURAK Parti üzerine doktora yapmış bir CHP lideri…. 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerPATRON KİM? 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNECumhurbaşkanı adayını suç örgütü liderine dönüştürmek mümkün mü? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİREN“Boğazımdan tek kuruş geçmedi” 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRBakın Şahan'ı şikayet eden kimmiş? Her balkona havuz yapan müteahhit savcıya koştu! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİmamoğlu'na istenen 23 asırlık tarihi ceza: Roma İmparatorluğu kurulduğunda hapse girseydi hala ceza 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuSuriye’de ‘altın oran’ nedir? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİddianamenin ruhu siyasi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZBir iddianameden fazlası: CHP’yi dizayn girişimi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDEN"Arananlar" zulmü ne zaman son bulacak? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolCHP nereye? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİÖzgür Özel'le kahvaltı: CHP nereye böyle? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçCHP hakkında kapatma davası açılır mı? Yok artık, daha neler! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBir “yalanlama” yalanı: CHP üyeliği ve Kanada’ya iltica meselesinde gerçekler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORU‘Masumiyet karinesi’ mi, o da ne ki? 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERDemokrat Kral’ın anıları 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİKemalizm’in dindarlarca rehabilitasyonu 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciBir iddia-nağme 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBelediyenin açıklaması gerçekleri gizliyor mu? 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraMemnuniyetsizler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNYerel yönetimlerle işbirliği kültür politikası için hayati 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZÇÖZÜM SÜRECİ KOMİSYON VE EKMEN 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünBaşarılı bir diplomasi örneği… 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAEnternasyonalizm ve Demokratik Toplum Çağrısı... 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYeşil sarıklı hocalar bize böyle anlatmamışlardı 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞÖcalan 70’lerde mi kalmış? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNAkdeniz’den Hazar’a hizalananlar ve Colani’nin Beyaz Saray günü 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUKürtler davete icabet ediyorlar 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞİŞ CİNAYETLERİ VE CİNAYET EKONOMİSİ… 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasDüşmanımız kimdir bizim? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalSosyalist yükseliş dağınık ama yine de oligarşiye bir darbe 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRAK Parti’nin 23 yılı: Kitle partisinden devlet partisine, siyaset dilinden güvenlik diline bir dönüş 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRHSK neden suskun? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilModernlik, gelenek ve Türkiye’nin zihinsel coğrafyası 9.11.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKBaşkanlık monarşisi (presidential monarchy) meselesi: Teorik bir izah 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanEğer tuz da koktuysa ne yapmalı? 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTZohran Mamdani Türkiye’de neye denk düşer? 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞSelahattin Demirtaş’ın yazısı, zihnimiz ve zihniyet labirenti 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİKeşke… 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Selva DemiralpFiyat istikrarı mı, finansal istikrar mı? 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN“Önerisiz veya bizzat öneriyle eleştiri” 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselVahim bir gelişme: İşgücü piyasasında daralma 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezMor-yeşil ekonomi: Ara dönem fırsat yaratabilir 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Necati KUR3 MART 1924 YASALARI 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayTrump, Fed ve para politikası: Sol, merkez bankası konusunda neyi savunmalı? 2.11.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRSÜREÇ VE "DİLİN KEMİĞİ"! 31.10.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMenzile doğru bir adım daha 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKDünyanın araf dönemine denk gelen Türkiye’nin çözümü 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (3) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİki din, iki tanrı tasavvuru 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENAK Parti 2.0’a Hazır Mıyız? 17.10.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYBaşkalarının acısı… 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezGüvenli Liman: Altın ve Gümüş 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMAN‘Parlak gelecek’ ve sol gelecek... 12.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaSüreç yönetmenin sorumluluğu 11.10.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğluİnsanların devletlerle savaşı 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarSosyal medya çürümüşlüğü 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKTrump’ın dünyasına hoşgeldiniz… 3.10.2025 Tüm Yazıları
-
nevzat cingirtNeden Yazmıyorsun? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunYazmak, ciddi bir iştir 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANAlev rengi hüznüyle sonbahar… 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMTERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE GEÇİŞ SÜRECİ! 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNÖcalan, Erdoğan’a “Seni yine başkan yaptırırız” sözü mü veriyor? 11.09.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPalantir ve "Tech. Republic" 7.09.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKENBarışı dilerken 6.09.2025 Tüm Yazıları




































































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
16.11.2024
9.11.2024
31.07.2024
3.06.2024
9.04.2024
20.07.2023
18.07.2023
17.07.2023
20.06.2023
18.06.2023