Namık ÇINAR
Değerli dostlarım!
Artık Haberdar yazı ailesinin çiçeği burnunda bir üyesiyim ama aranızda beni bilenleriniz var, bilmeyenleriniz var.
Daha önceki yazılarımı okuyanlarınız var, okumayanlarınız var.
Zaman bütün bunları ilerde halledecek olmakla beraber, beni tanımayanların da şimdiden birazcık olsun fikir edinebilmelerini sağlamak için, eski yazılarımdan tadımlık pasajlar sunarsam, herhâlde iyi bir şey yapmış olurum diye düşündüm.
Bugünkü aktaracaklarım, biraz da yeniden gündeme gelmesinin de etkisiyle,“askeri vesayet” ve “askeri darbeler” üzerine son altı yılda yazdıklarımdan küçük küçük parçalar olacak.
Biliyorsunuz, yakın tarihimizin Silivri Davaları siyasal konjonktürün tersten esen rüzgârlarında savrularak, birbirinin taban tabana zıttı sonuçlara yol açtılar.
Bu süreçte yerini çok başarılı slalomlar yaparak koruyabilen, bir tek “Erdoğanizm”oldu sadece.
Tabii şimdilik.
Çünkü hayat devam ediyor.
Daha fazla uzatmadan, bakalım neler yazmışız ona gelelim.
Altı sene önce, Ağustos 2010’da, şunları yazmışım, örneğin:
Bu yaşananlar, 27 Mayısların, 12 Martların, 12 Eylüllerin, 28 Şubatların, 27 Nisanların, siyasal ve toplumsal yaşamın üzerinde yarattıkları cenderelerin, “yetti artık” dedirten bilançolarıdır.
Gürseller’e, Turallar’a, Tağmaçlar’a, Türünler’e, Evrenler’e, Birler’e, Karadayılar’a, Büyükanıtlar’a karşı giderilememiş toplumsal öfkenin, şimdikilerin ellerine yüzlerine sıçrayan lavlarıdır.
Generallik son elli altmış senede çok tuhaf bir çizgide evrildi. Sanki üstlerine vazifeymiş gibi, ülkenin siyasallığıyla yatıp kalktılar, her gün. Ürettikleri darbe süreçlerinde mânâsız bir kültür geliştirdiler. Orduyu da kendilerine benzettiler.
Şimdi ödenen bunun bedelidir; ortalıktaki tozun dumanın sebebidir.
***
Balyoz seminerinin darbe plânı olup olmadığını bu ülke çok tartıştı.
Ben beş sene önce, Şubat 2011’de şunları yazdım:
Silahlı Kuvvetler, ülkeyi dış düşmana karşı korumak üzere savunma plânları yapar; bu plânları gerek arazide amelî olarak, gerekse kum sandığı şeklindeki arazi maketlerinde ve haritalarda da plan tatbikatları, plân seminerleri ve harp oyunları gibi nazarî usûllerle test eder, geliştirir.
Sürekli gözden geçirilerek tekâmül ettirilen ve yurdun tüm sathını kapsayan bu plânlara, Silahlı Kuvvetler’in “Genel Savunma Plânları” denir.
Aynı zamanda bu plânlar, “muharebe sahası geri bölgesi”ndeki “emniyet tedbirleri”ni de içerirler.
“Geri bölge emniyeti” demek, düşmanla savaşmakta olan birliklerin en zayıf yerleri olan arkalarının korunması demektir.
Muharip unsurlar, düşmanla dövüşürlerken kafaları meşgul edilmemeli, bir de arkalarını düşünmek zorunda kalmamalıdırlar.
O yüzden, nasıl ki tiyatroda oyun sergilenirken kuliste çıkan yangına sahnedeki oyuncular koşup yetişmezlerse, muharip birlikler de düşman karşısından çekilerek geride görevlendirilemezler.
Ama Balyoz Plân Semineri’nde görevlendirilmişlerdir. Oysa o geri bölge emniyet tedbirleri, başka unsurlar tarafından yerine getirilmeliydi.
O yüzden, kılıfına uydurulmuş bir senaryoya dayanarak yapılan bu seminer faaliyeti için ordu komutanına yöneltilecek ilk soru; “orduyu, nasıl olur da düşman karşısından çekerek, İstanbul’un, Adapazarı’nın, Kocaeli’nin ve diğer şehirlerin üzerlerine çöker, onları tepelersiniz?” olmalıdır.
Bunu Harp Okulu’nda taktik dersinde yapacak olsanız, sınıfta bırakırlar sizi.
Madem geri bölge emniyetini plânlıyor ve ona çalışıyordunuz, nerede bölgenizin Jandarma bölge ve il komutanları, yurtiçi bölge komutanları, bu maksatla başka bölgelerden kaydırılarak emre verilmiş birliklerin komutanları, yerleşim yerlerinin valileri, emniyet müdürleri, kaymakamları, hatta belediye başkanları, sivil savunma teşkilâtı yetkilileri, MİT ve varsa milis unsurları? Bunları o seminere davet etmiyor musunuz? O tedbirleri büyük oranda üstlenmeleri gerekecek olan bu kimseler neredeler?Asıl o sorumlular yerine; savaş alanında olması gereken kolordu, tümen, tugay komutanlarının ve karargâh subaylarının orada işi ne?
***
Gene 2011’in şubatında şöyle yazmışım:
Tarihi, mahkeme kararlarından mı öğreneceğiz, biz?
27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, 28 Şubatı mahkeme kayıtlarından, sıkıyönetim bildirilerinden yola çıkarak mı açıkladık, bugüne kadar?
Bana ne yargı sürecinden, iddianamelerin yaklaşımlarından!
Ya beceriksiz çıkarlar da kanıtlayamazlarsa, o zaman olmamış mı sayacağız bunca olup biteni?
Gördüklerimiz rüyaydı mı diyeceğiz?
Kuruntularımızdan mı sayacağız kırk yıllık çilelerimizi, kaygılarımızı?
Birer bardak su mu içeceğiz, yılların faşizanlıklarının üzerine, göz göre göre?
Kenan Evren hakkında düzenlenmiş bir iddianame yokken masum mu diyorduk, ona da?
***
Kasım 2011’de ise bir yazımda şu satırlara yer vermişim:
Ordunun mutfağı şöyle çalışır:
Önce YAŞ’da “Askerî Stratejik Anafikir”in ana hatları belirlenir. Yani buna ordunun orgeneralleri karar verirler.
Sonra bu umdeler MGK’ın mutfağına taşınır ve orada “Devletin Milli Güvenlik siyaseti”nin tayin ve tesbitine dönüşürler.
Böylece, cisimleşen ve anayasal bir mahiyet kazanan “Milli Güvenlik Siyaset Konsepti”, “Kırmızı Kitap” denen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde vücut bulmuş olur.
Ne ki, bu kitap öyle elden ele dolaşmaz. Milletvekillerinin, hâttâ çoğu bakanın haberleri dahi olmaz.
Şimdi artık başta Genelkurmay olmak üzere, kuvvet ve ordu karargâhlarında TSK’nın Ana Programı ve Hedefleri’ni ihtiva edecek şekilde çeşitli plan ve projelere çevrileceklerdir.
İşte Balyoz dedikleri, bu mahiyette bir plândır ve trajikomik bir surette de resmidir.
Demek ki, başımıza asıl çorap ören, eski Genelkurmay Başkanları, Kuvvet ve Ordu Komutanları olan o orgeneraller dururken, bir kaçı hariç hemen hepsi de dışarıdaysalar, onların emrindeki astların hapislerde çürümesi, akla ziyan bir çelişkidir.
Asli failler dururken, kalkar da fer’i faillerle uğraşırsanız, yargı süreçlerini sakatlar, adaleti sekteye uğratırsınız.
Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca sürdürülen askerî bürokratik vesayet rejiminde, Genelkurmay Başkanı’nın ve Kuvvet Komutanları’nın birincil derecede rolleri vardır.
Diğer herkes onlardan sonra gelirler ve verilen görevleri yaparlar. Yarandıkları oranda da terfi ederler.
O yüzden, eğer bu militarist ve antidemokratik model yok edilecekse, asıl bu unsurlara dokunulmalıdır.
***
2012 şubat ve martında dediklerim ise şöyle şeylermiş:
Askerî darbeler, vesayetin kısa devre yaptığı veya toplumsal enerjinin şamandıradan taştığı hâllerde devreye girerler.
Darbe süreçlerinin görece kısalıkları da demokrasi aşkından gelmez.
Çünkü devleti kontrol eden askerî mekanizmada nasıl olsa süreklilik söz konusudur.
***
Hesaplaşmalar, krizlerde kurulan dönem mahkemelerinden yürütüldüğü için buralardan adalet çıkmaz.
Üstelik her an için her şeyin tersine dönme riski de vardır.
Mahkemelerde yürüyen dava dosyalarına bağlı kalınarak yapılan sosyo-politik analizler, ülke gerçeğini ortaya koymaya yetmeyecek; hâttâ yanıltıcı dahi olabilecektir.
İşte o nedenledir ki, Türkiye’nin faşizm tarihinin ve buna yol açan darbeciliklerin açığa çıkmasını istemeyen kesimler, ne yapıp-edip lâfı dolandırarak iddianame içeriklerine getirip, tek çıkar yol olarak oralardan medet umarlar.
Zira provoke ederek netice alabileceklerini umdukları tek seçenek, sadece o alandır.
Eğer başarırlar da, mahkeme süreçlerini bin türlü oyunla akamete uğratırlar, ya da netice alınamayacak karmaşalara götürürlerse, çıkıp “bakın gördünüz mü, meğer Türkiye güllük gülistanlıkmış ve darbecilik suçlamaları da birer safsata imiş” diyeceklerdir.
Ömrümüz boyunca gözlerimizin önünde tecelli eden faşizmleri aklayarak, haklılıklarımızı haksızlıklara çevirmeyi dahi becerebileceklerdir.
O yüzden oyuna gelmemeli, bu ülkenin demokrasiye yakışmaz ayakbağlarının tasfiyesini, mahkeme kararlarının iki dudağı ucuna bırakmamalıdır.
Türkiye’nin antidemokratik sorunlarını çözme işi bir avuç savcı ve yargıca terk edilemez!
***
Silivri sanıkları, ordu sorumluluk sahasının geri bölgesinde, “Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo” seçeneğine göre vuku bulan ve önceden beri varolan resmî ve onaylı bir harekât plânını, MGK’nın “Askerî Milli Strateji Dokümanı”na girmiş tespitler ışığında, devlete yönelik tehditleri bertaraf etmek üzere, periyodik ve plânlı olarak gerçekleştirdikleri o seminerde etüt etmişlerdi.
Peki, Türkiye’de askerlerin “darbe izlenimi veren plânlar” yapmaları gerçekten suç mudur?
Siviller bu çalışmalara “darbe plânları” diye bakarlarken, askerler o yaptıklarını çok yüce görevlerinin bir parçası saya gelmişlerdir.
Hâttâ kendilerine yapılan bu suçlamaları, TSK’ya yönelik haince bir saldırı gibi görmektedirler.
***
Ağustos 2012’deki kimi satırlarım da böyle:
Sıkıyönetim Kanunu’nun “görev ve yetkiler”i düzenleyen 3. maddesine bakarsanız, yargılananların nelerle iştigal ettiklerini oradan da çıkarabilir ve görebilirsiniz.
Gerçekten de bu memlekette yalnızca kurumlar değil ki, yasalar da çürümüştür.
Sıkıyönetimler, askerî darbelerin her daim bir önceki aşaması olmuşlardır.
***
Aralık 2013’te de şunları yazmışım:
Boşuna değildi söylemlerim.
Başından beri çırpınıp durmuş; ülkenin kirli tarihiyle ceza davaları yoluyla hesaplaşamazsınız, ceza davaları cadı avı demektir, demiştim.
İşte şimdi bir kez daha anlaşıldı ki, sizin “Mücadele Eylem Plânları” dediğiniz şeyler, iktidarda kim olursa olsun, bu antidemokratik devletin kendisi için tehlikeli gördüğü koşullar baş gösterdi mi, gelip yönetime el koysun diye ordusuna ve diğer bürokrasilerine tevdi ettiği görevler manzumesidir.
Yani burası demokratik bir ülke idi de, askerler kalkıp buna rağmen “Darbe Plânları” hazırlıyor değillerdi.
Bu vazife onlara, anayasa, yasalar ve Cumhuriyet tarihi boyunca işlerliği süren devamlı emir ve talimatlar bütünlüğü çerçevesinde verilmişti.
Netice itibariyle bunlar tabii ki siyasete müdahale plânlarıdır; ama yasalara da uygundur.
Askerî yönetimin başka sözcüklerle ifadesi demek olan Sıkıyönetim Kanunu gibi bir yasa, demokratik bir ülkede olabilir mi hiç?
Sonra da kalkıp, “vay! demek siz burada darbe plânı hazırlıyordunuz, öyle mi” diye görev verdiklerinizi suçlamak, riyakârlık değil mi?
Yazarlar
-
Gökhan BACIKErken Cumhuriyet dönemi eleştirileri: Revizyonizm mi, Türk usülü “woke” mu? 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİVicdansız senenin kelimesi dijital vicdanmış 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciOkudukça yoksullaşan bir ülkeyiz 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolKara bir yıl 2025 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ocaktan2026’da deliler çağına karşı bir umut ışığı yanar mı? 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURHavf ve reca arasında yeni bir yıla... 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEBölücüler ve Ülkücüler 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünGemini’ye göre 2026’da Türkiye… 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA2026’ya Girerken; Barış, Demokratik Toplum ve Enternasyonal Özgürlük Yürüyüşü... 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNAfrika Boynuzu’ndaki oyun: İsrail kime şah çekti? 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORU2026: Beklentiler, beklentiler… 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENNasıl anılmak isterdiniz? 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUÇözüm için mücadele demokrasi için mücadeledir 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZTürkiye’ye özgü sürecin muhasebesi 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBarış Akademisyenleri'nin göreve iadesine istinaf engeli: Daire, Danıştay kararına direndi 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞUlus devlet, milli egemenlik, çevre, insan hakları, uyuşturucu ve Venezuela 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRTürkiye'de davaların portresine kısa bir bakış: Hâlâ en güçlü ortak talep neden adalet? 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBir fotoğraf karesinden çok daha ötesi... 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRUyuşturucu dosyasındaki sürpriz isim! "Cumhurbaşkanımızın tensipleri ile…" 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞYENİ YILDA DA KURU EKMEK BİZİ BEKLİYOR… 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçLeyla Zana ve Gözde Şeker ne yaptı? 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİktidar medyası infilak etti 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇER23 yılın en kötüsü 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇALRTÜK ve basın özgürlüğüne geçit yok… 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN2025 giderken 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENRaporların Gösterdiği 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRAN11. YARGI PAKETİ, YENİ ADALETSİZLİK VE EŞİTSİZLİKLER YARATTI 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUÜlke siyasetin neresinde, hangi evresinde? 27.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İlhanKararsızlığın Erdemi: Kesinliğin Gölgesinde Düşünmek 27.12.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraYılın Kelimesi 27.12.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuSuriye, güvenlik ve 15 milyon bağımlı… 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTAN100 Bin Dolar Kazanan “Yeni Yoksul” Mu? 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTİslamcılık Öldü mü? 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalSovyetler ve Bookchin 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yetvart DANZİKYANLeyla Zana vakası bir gösterge. Ama neyin? 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa Karaalioğlu‘Entegre strateji’ varsa, niye tek yönünü görüyoruz? 25.12.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanKomisyonda uzlaşma çıkmazsa süreç yine de ilerler mi? 24.12.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilGüvenlikten kimliğe, inkârdan yurttaşlığa 24.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİSekülerleşme sorunu veya Müslümanlar nasıl modernleşecek? 23.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEYüzdük yüzdük 22.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayPax Americana sonrası Almanya: Yeşil dönüşümden askeri Keynesçiliğe 21.12.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarThank you Ahmed 19.12.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNKüfürbazlar ve ötesi 19.12.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasAK Parti hariç herkes CHP 19.12.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselPara politikasında sınav zamanı 18.12.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakNüfusumuz dibe vururken! 18.12.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKEN"O Yıl", hangi yıl? 15.12.2025 Tüm Yazıları
















































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
11.05.2022
24.03.2022
6.02.2016
30.05.2016
24.05.2016
13.05.2016
10.05.2016
8.02.2016
3.02.2016
29.04.2016