Münir AKTOLGA

KİMLİK SORUNU: DUYGUSAL ALT KİMLİK-BİLİŞSEL ÜST KİMLİK PROBLEMİ BU BAĞLAMDA KÜLTÜR VE MİLLİYETÇİLİK. (1)
14.06.2023
1060

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ. 1

BİR SİSTEM OLARAK TOPLUM.. 3

NASIL VAROLUYORSUN, ÜRETEREK Mİ YOKSA DUYGUSAL REAKSİYONLARLA MI?.. 4

MİLLET NEDİR, MİLLİYETÇİLİK NEDİR?.. 8

MİLLETİN VE MİLLİ-ULUS DEVLETLERİN DOĞUŞU.. 10

KAPİTALİZM NASIL GELİŞİYOR?.. 11

KÜRESELLEŞME SÜRECI VE BİLİŞSEL-KÜRESEL KİMLİĞİN DOĞUŞU…... 14

ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK BİLİŞSEL KİMLİĞE DOĞRU AÇILAN BİR KAPIDIR…... 17

PEKİ BÜTÜN BU AÇIKLAMALARDAN ÇIKAN SONUÇLAR NELERDİR?.. 18

 

GİRİŞ

Batı toplumlarının tarihsel gelişme süreçlerini düşününüz, kent-site temelli kapitalist toplumun feodal toplumun bağrından çıkıp gelişi yüzlerce yıllık bir geçmişe dayanır. Her şey, tarihi akış içinde eşyanın tabiatına uygun bir şekilde aşağıdan yukarıya doğru adım adım gelişmiştir buralarda.  “Kapitalizmmiş-milletmiş-ulusmuş-ulus devletmiş” bütün bunlar bu tabii gelişimin içinde  ortaya çıkarlar. Öyle ki, varolanın ne olduğunu kavramak, bunları açıklama çabasına girişmek çok sonraları gelir insanların aklına! Yani, bilinç daima geriden gelir. Önce, son derece pragmatik bir şekilde maddi hayat yaşanılır, ancak daha sonradır ki, gene yaşanılan hayatın zorlamasıyla onun bilinci de oluşmaya başlar. Peki ya bizde?..

 

Bizde her şey tersinedir! Yeni, “modern-yaşam tarzı” bir toplum mühendisliği faaliyeti olarak yukardan aşağıya doğru dayatmalarla başlamıştır bizde! “Devletçi-ilerici aydınlar” tarafından Batı’dan alınan reçetelere göre önce nasıl yaşanılacağı belirlenmiş, daha sonra da insanlar Devlet sınıfı-elitlerinin belirlediği bu zemin üzerinde yaşamaya zorlanmıştır!..

 

Bazıları, bütün bunları, geleneksel toplumdan kapitalizme geçişin iki doğal biçimi olarak açıklamaya çalışırlar; ama bana sorarsanız  hiçte böyle değildir!  İşin altında, Batı’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinin Fransız İhtilali’nden sonra, özellikle de 19.Yy’dan itibaren gelişmeye başlayan (kültür ihracına bağlı olarak ortaya çıkan) ve “çevre” ülkeleri yarı sömürge haline getirmeyi amaçlayan “oryantalist”-pozitivist  “devrimcilik” anlayışının yanı sıra,    her türlü gelişmenin önünde  bizzat kendisi bir engel teşkil eden bizim gibi antika Devletçi  yapıya  sahip ülkelerde  çağın gerisinde kalan ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan “Devleti kurtarabilmek” için  çare arayan ve bu gözle baktıkları zaman Batı’daki  gelişmeleri mekanik olarak algılayıp bunlara sahip çıkarak yukardan aşağı doğru bir mühendislik faaliyetiyle bunları kendi bünyemize  uygulamaya kalkan Devletçi aydınların da payları büyüktür…Son iki yüz kıllık tarihsel evrim sürecimiz bunun  ispatıdır…[1]

 

Kapitalizmi-emperyalizmi biz hep dar anlamıyla tek yanlı olarak ele aldık-öğrendik. Sermayeyi, sermaye ihracını falan hep tartıştık, anlamaya çalıştık, ama   kapitalizmin metropollerden dünyaya açılma-yayılma sürecinin belirli bir kültür ihracıyla birlikte geliştiğini yeteri kadar dikkate almadık. Bunda da en önemli rolü, gene aynı mekanizmanın ürünü olan, ve güya “bilimi temel alan” pozitivist dünya görüşü oynadı! Öyle oldu ki, birçoğumuz, süreç içinde hiç farkında olmadan ortaya çıkan-yetiştirilen “iyi niyetli” yerel-devşirme kadrolar haline geliverdik!.. “Çevre” ülkelerde emperyalizmin gönüllü işbirlikçisi durumunda olan, üstelik de “ilerici, devrimci” olarak kabul gören yarı sömürge kadrolar işte böyle ortaya çıktılar!.. Gerisi arkadan geldi!..

 

Evet, sadece, “Oryantalizm” adı altında batılı ülkelerin ideolojik desteği-rüzgarı  yoktu bu devşirme-elit kadroların ortaya çıkışında; bu insanları, “Devleti kurtarmanın” tek yolunun onu “modernleştirmekten-çağa uygun hale getirmekten”  geçtiğine ikna eden  pozitivist ideoloji de vardı. Varolan Devlet sınıfının-elitin çıkarlarına uygun bir şekilde pozitivist dünya görüşüyle  yetiştirilen bu “ilerici-devrimci” kadrolar önce iktidarı ele geçirdiler. Sonra da, yukardan aşağıya doğru “halkı eğiterek” Devlete bağlı “yeni bir halk ve toplum yaratmaya”  çalıştılar![2]

 

İşte, son iki yüz yılımıza damgasını vuran sürecin mantığı budur. Önce  bir “ulus Devlet” yaratmanın,  sonra da   buna uygun bir “millet-ulus” yaratma “tarihsel devrimciliğinin” mantığı budur! Batı’da, ulus devleti yaratan, aşağıdan yukarıya doğru gelişen kapitalist üretim ilişkileri gerçeği iken, bizde kendine uygun bir “ulus-millet  yaratmaya çalışan bir “Devletle” çıkılır yola![3] Bu nedenle, bizde “ulus”, “millet”, “Devlet”, “milliyetçilik” gibi  kavramları yeniden tamımlamak gerekir![4]

 

Ne demektir o öyle milletten önce varolan “Devlet”! Önce bunu bir açıklayacaksınız! Nedir, nasıl bir Devlettir bu,  nasıl bir sistemdir burada söz konusu olan?[5] Ya “bürokrasi”?  Batılı ülkelerde bürokrasi,  devlet işlerini yürüten memurlara verilen addır. E, ortada daha kapitalizm falan yokken “kapitalist yaratmaya çalışan” bir Devlet’le çıkılmışsa yola, bu durumda  o “bürokrasi” neyin nesi oluyordu!.. “Devleti” yöneten, ve de “burjuva yaratmaya çalışan” o “devrimci bürokratlardan” bahsediyoruz!! Yok,  “asker sivil aydın zinde güçlermişte”, yok “küçük burjuva devrimcileriymiş”… kimse yutmuyor artık bu lafları! Alın işte varılan sonuç ortada! Kendisine uygun bir “ulus” yaratmaya çalışan  “Devlet” ve onun “devrimci bürokratları” bir değil iki “ulus” birden yarattılar!!.

 


Bir yanda, pozitivizmin  yaratığı yapay kültürel-etnik birimler olarak “Beyaz ve Siyah Türk, Kürt ulusları-ulusalcılıkları”, diğer yanda ise, bu Devletçi sürecin diyalektik anlamda inkârı olarak aşağıdan yukarıya doğru gelişen kapitalizmin ürünü olan    Türkiye toplumu, işte hayatın ortaya çıkardığı gerçekler bunlardır…[6]

 

Bugün artık yaşanılan süreç, belirli kültürel “Mahallelerden” oluşan Devletçi bir yapı halinden çıkarak,  yeni tipten çok kültürlü bir toplum haline gelme, anayasal vatandaşlık bağıyla birbirine bağlı bireylerden oluşan  sivil toplumun kendi kollektif kültürünü, devletini ve toplumsal kimliğini yaratma sürecidir…

 

İlk bakışta her şey bir kavram kargaşasından ibaretmiş gibi geliyor insana, ama aslında öyle değil, işin altında yaşanılan tarihsel gelişim sürecinin kendine özgü çelişkileri yatıyor. Peki,nasıl çıkacağız bu işin içinden,  nasıl açıklayacağız bütün bu kavramları -bunlarla ifade edilmeye   çalışılan kimlikleri- nereden nasıl başlamak gerekiyor işe?..[7] 

BİR SİSTEM OLARAK TOPLUM

 

Önce,  toplum nedir onu anlamaya çalışalım: Toplum, elementlerini insanların oluşturduğu bir sistemdir. Nasıl ki çok hücreli bir organizma, elementlerini hücrelerin oluşturduğu bir sistemse, toplum da insanlardan oluşan bir sistemdir. Milyarlarca hücre bir araya geliyorlar, birbirleriyle bağlaşarak insanı oluşturuyorlar. Sonra, üretim faaliyeti içinde bu  insanların bir araya gelmesiyle de toplum ortaya çıkıyor. Peki, insan ve hayvan, bunların her ikisi de çok hücreli organizmalar, ikisi de hücrelerden oluşuyor, bir hayvanlar topluluğu olan “sürüyle” insan toplumu arasındaki  fark nedir?

 

İnsan, üretme yeteneğiyle hayvandan ayrılır. Hayvan, çevrenin karşısında “duygusal reaksiyonlarla” hayatta kalma mücadelesi vererek varlığını sürdürürken,  insan üreterek varoluyor... 

 

O halde, işin özü gelip üretime-üretim faaliyetine dayanmaktadır. Çünkü, üretim faaliyeti-yeteneği, bütün hayvanlarda ortak olan duygusal faaliyetlerin-yeteneklerin ötesinde  bilişsel (cognitive) bir faaliyettir-yetenektir.  Yani, ancak  üretim ilişkileriyle birbirlerine bağlı  olan insanlar tarafından  planlı bir şekilde yapılabilir. Daha başka bir deyişle, belirli bir  hedefe ulaşmak için plan yaparak problem çözmeye dayanan kollektif bir faaliyettir üretim. İnsanlar ve toplumlar ancak bu tür yaratıcı bir faaliyet içinde varolurlar-gerçekleşirler. Adına “sürü” dediğimiz   hayvanlar topluluğuyla, elementlerini insanların oluşturduğu  insan toplumunu birbirinden ayıran esas  özellik işte budur. İnsan toplumu, her biri bilişsel-üretken bir  unsur olan elementlerin (insanlar) oluşturduğu karmaşık bir sistemdir. Hayvan toplumu-sürü ise, elementlerinin duygusal-reaksiyoner unsurlar olduğu basit bir sistemdir. 

 

Peki, hayvan da son tahlilde bir enformasyon işleme sistemi değil midir,  o da son tahlilde dışardan-çevreden gelen enformasyonları sahip olduğu bilgilerle (bilgi temeliyle) değerlendirip-işleyerek hareket etmiyor mu? Bilişsel anlamda bir enformasyon işleme faaliyeti olarak üretim faaliyetiyle “duygusal reaksiyonlar” arasındaki fark nedir,  insanla hayvan arasındaki  fark sürecin neresinde, hangi aşamada ortaya çıkıyor?..

NASIL VAROLUYORSUN, ÜRETEREK Mİ YOKSA DUYGUSAL REAKSİYONLARLA MI?..

 

Varolmak, ilk aşamada çevrenin etkilerine karşı koyabilmek demektir. Yani, belirli bir denge durumunu ayakta tutabilme çabasıdır varolmak. En azından böyle (bu çabayla) başlar. Çevre, yani bizim dışımızdaki  ilişki halinde olduğumuz şeyler (objeler, nesneler) bizi etkiler, bizim organizmamız da, mevcut durumunu-dengeyi korumak için bu etkilere karşı bir reaksiyon-tepki oluşturur, olay bu kadar basittir! İşte bu reaksiyonlar zinciridir ki, adına benlik-nefs-self dediğimiz organizmal varlığımızı temsil eden duygusal instanzın gerçekleşme biçimi-varoluş fonksiyonu  bunlardır ve buraya kadar insanla hayvan arasında hiçbir fark yoktur…

 

Tabi geniş bir yelpazeyi kapsar bu tür “reaksiyonlar”. Yani, “reaksiyon” deyince bundan hemen sadece, elimiz sıcak bir yere değince onu otomatikman çekmemizi, ya da, ormanda gezerken rasladığımız bir yılana basmamak için gene otomatik bir şekilde kenara sıçramamızı anlamamak gerekir. Daha önceden sahip olduğumuz deneyimlere, bu deneyimlerle birlikte kayıt altına aldığımız sübjektif bilgilere göre hareket etmemiz de  bu kategorinin içine girer. Örneğin, bir hayvanın su içerken saldırıya uğradığı bir yere daha sonra tekrar giderken bu olayı hatırlayarak ürkek-çekingen olması da gene duygusal bir reaksiyondur. Burada önemli olan, davranışların temelinde, hangi biçimde olursa olsun,  etki-tepki mekanizmasına göre ortaya çıkan reaksiyonların yatmasıdır. Sistem, hafızasında objektif-“eksplizit” (yani herkes için aynı şekilde geçerli olan) bilişsel bilgilere sahip olmadığı için,  bu tür-“implizit” (yani bilinç dışı olarak kendiliğinden sahip olunan) sübjektif bilgileri kullanarak sentez yapıp yeni bilgiler üretememekte,  reaksiyon karakterini aşan  davranışlar   geliştirememekte, sadece, daha önceden sahip olunan deneyimlere ilişkin sübjektif-“implizit” bilgileri kullanarak basit “duygusal reaksiyonlarla” varlığını üretip, davranış biçimleri geliştirebilmektedir.

 

Bütün bunları daha önce  şöyle ifade etmişiz[8]: “Etkileştiğimiz bir nesnenin  beynimizde nöronal modeli oluştuğu an (yani o nesneyi algılamaya başladığımız an) bu, organizma açısından mevcut denge durumunu etkileyen ‘yeni’ bir olaydır. O an’a kadar, başka nesnelerle ilişkileri esnasında, bu ilişkiler içinde gerçekleşen organizma, ‘yeni’ bir  nesneyle ilişkinin başladığı o ilk an’dan itibaren artık ‘yeni’ bir denge halinin bir parçası  olarak düşünülmelidir. Gerisi kolay! Çünkü, nesnenin etkisiyle bozulan  dengeyi yeniden kurmak için çaba sarfetmek kalıyor geriye! O andan itibaren, organizmanın yapacağı bütün faaliyetlerin çıkış noktası, özü budur. Nesnenin etkisine karşı tepki olarak nöronal bir reaksiyon modeli oluşturmak ve sonra da kendi motor sistemi (organlar) aracılığıyla bunu gerçekleştirmek. Bütün o “yaşamı devam ettirme” (“survive”) mücadelelerinin, “çevreye uyum” (“adaptation”) çabalarının özü, esası budur. Yani böyle başlıyor hikâye. Organizma, bu süreç esnasında gerçekleşen bütün  orkestral faaliyetlerinin toplamıyla, bunların “süperpozisyonuyla” temsil olunuyor ve oyunda yerini alıyor…

 

Dışardan baktığınız zaman, sürekli, arası hiç kesilmeden yapılan bir  yeniden varoluş çabasıdır yaşam!  Gerçekte ise “süreklilik” diye bir şey yoktur. Bir süreç biter diğeri başlar. Ama aradaki -dengenin yeniden kurulduğu- o “sıfır noktasının” maddi bir varlığı olmadığı için biz bu süreci (yaşam sürecini) hep “sürekli” olarak algılarız…

 

Her objeye-nesneye karşı yeniden oluşan bir süreçtir bu, var oluşun üretim sürecidir. Her seferinde, organizma açısından “dış unsur” olan bir etken sisteme alındığında-  etkide bulunduğunda (“girdi-input”)  orkestral bir faaliyetle bu “alma” işlemini gerçekleştiren sistem (organizma), hemen bunun ardından da, sistemin içindeki mevcut bilgiyle bunu (bu ham maddeyi) değerlendirip işleyerek ona karşı bir reaksiyon modeli oluşturur. Sonra da, orkestranın elemanları olan organizmanın bütün alt sistemleri bu nöronal notadan kendilerine düşen kısımları çalarak müziği gerçekleştirirler. Orkestranın çaldığı müziğin notalarına, yani besteye “önbenlik”-“protoself” dersek, orkestra elemanlarının faaliyetleriyle birlikte ortaya çıkan toplam orkestral faaliyet de bizim benliğimizdir-nefsimizdir (“self)”.

 

“Her ilişkiyle yeniden oluşan bu nesne-duygusal deneyimler, reaksiyonlar zinciri, hafızaya da gene böyle, nöronal düzeyde nesneyi ve organizmayı temsil eden bir  sistem şeklinde kaydedilir. Yani bizim, hafızadaki “duygusal deneyimler” dediğimiz şeyler, bir ucunda nesnenin, diğer ucunda da organizmanın bulunduğu nöronal ağ’lardan  başka bir şey değildir. Bu durumda, söz konusu deneyimlere ilişkin bilgiler de sistemin içinde bu şekilde kayıtlı olan bilgilerdir. Duygusal deneyimlere dayanan bu bilgileri, daha sonra göreceğimiz bilişsel bilgilerden ayıran en önemli özellik budur… Bilişsel bilgi bağımsız bir üründür, bir sentezdir. Babası nesne ise, annesi de organizmadır, ama o, “çocuk” olarak bunlardan bağımsızdır. Duygusal deneyimlerin sonucunda ise böyle bir sentez oluşmaz. Bilgi, daima sistemin içinde, ona özgü-sübjektif, onun bilgisi olarak  kalır”…

 

Örneğin, bir su molekülünün iki atom hidrojenle bir atom oksijenden oluştuğuna dair bilgi bilişsel bir bilgidir. Bu bilgi onu  üretenlerden bağımsızdır. Her yerde, her zaman, herkes için geçerlidir. Ama bir hayvanın su içerken saldırıya uğraması olayı ve bu olayla birlikte kayıt altına alınan bilgi duygusaldır-sübjektiftir. Ya da elimizin sıcak bir yere değdiği zaman yanmasına ilişkin bilgi sübjektiftir. Ama, ocağın neden sıcak olduğunu bilimsel olarak izah ederek, ‘sıcaklık’ dediğimiz şeyin aslında belirli frekansta elektromagnetik bir dalga-enerji olduğunu, elimizin yanması olayının da, bu enerjiyle elimiz arasındaki etkileşmenin sonucu olduğunu söylediğimiz zaman bu artık bilişsel-bilimsel bir bilgi haline gelir…

 

“Duygusal reaksiyonlar” düzeyinden  bilişsel bilgi üretme düzeyine nasıl  geçiliyor:

 

Bilişsel anlamda bilgi üretimi sürecinde  o an’a kadar doğanın  karşısında edilgen-“reaksiyoner” durumda olan organizmanın, artık bu pasif konumunu bırakarak, belirleyici, aktif unsur haline geldiğini görüyoruz.[9] Plan yapan ve problem çözen aktif bir unsurdur artık organizma. Sistemin aktif, dominant (baskın-belirleyici) unsuru olarak nesneyle etkileşir, onu değiştirir (“processing”) ve “ürün” adını verdiğimiz bir sentezin oluşmasına yol açar. Bu ürün ise, “bilgi” olarak önce beyinde oluşur. Çünkü, etkileşme önce beyinde gerçekleşmektedir. Sonra da, organizma bu bilgiyi motor sistemi  (organlar ve onlar tarafından kullanılan üretim araçları) aracılığıyla işleyerek maddi bir gerçeklik haline getirir…

 

Peki, nasıl gerçekleşiyor bu süreç (bilgi üretimi süreci)? Duygusal deneyim-reaksiyonlar zemini olmadan, bir üst katta gerçekleşen bilişsel bilgi üretimi (“cognitive processing”) mümkün olabilir mi?..

Hayır olamaz! Bilgi üretimi mekanizmasının harekete geçebilmesi  için, önce, çevreden gelen etkiye karşı “duygusal reaksiyon” adını verdiğimiz,  organizmayı temsil eden nöronal bir reaksiyon modelinin ortaya çıkması-oluşması gerekiyor (nefsin-benliğin oluşumu). Önce bu zemin, bu esas var oluş biçimi gerçekleşecek ki, ancak ondan sonra, var olan bir şeyin (organizmayı temsil eden bir zeminin) bilgi üretmek için nesneyle çalışma belleğinde (“Workingmemory”-“Arbeitsgedächtnis”) ikinci kez etkileşmesi söz konusu olabilsin. Yani, duygusal benlik (nefs-self) olmadan, oluşmadan, bilgi üretimi süreci (“cognitive processing”) de olmaz. Bilgi üretimi süreci, bir binanın ikinci katı gibidir. Duygusal benlik ise, binanın temelini ve birinci katını oluşturur”.[10]

 

Duygusal benlik -nefs-“self”- dışardan gelen etkiye-“girdi” karşı organizmanın tepkisi-reaksiyonu olarak tek yanlıdır. Bu durumda bir, dışardan gelen etkinin kaynağı olan  nesne (ya da olay) vardır ortada, bir de, buna karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkan ve organizmal varlığı temsil eden nöronal  etkinlik (nefs). Yani “o” ve “ben”! Dünya bu iki unsurdan oluşmaktadır o an! Böyle bir ortamda “ben”, kaçınılmaz olarak, “dünyaya” kendi varlığını temel alan bir koordinat sisteminden bakacağı için, sübjektif olarak, kendisini, varlığı “kendinde şey” olan “mutlak bir gerçeklik” olarak görecektir. Varlığının “ona” göre (yani dışardan gelen “girdiye” göre) izafi olduğunu, onun etkisine karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıktığını anlayamaz nefs. Anlayamaz, çünkü “anlamak” dediğimiz şey olayları ve süreçleri belirli bir koordinat sisteminin  değerlerine göre ele alabilmektir. Bu durumda ise tek bir koordinat sistemi vardır ortada ve o da “ben”i temel alarak  bu “ben”le birlikte gerçekleşmektedir…

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar