Cafer Solgun
Elazığ'a doğru hareket etti otobüsümüz. İstanbul'u geride bıraktıktan sonra geçtiğimiz hemen her yer karlıydı, kar yağıyordu. İstanbul'da da kar yağmaya başlamış cuma günü. Kaç kıştır İstanbul'da doğru dürüst kar yağmıyor. Kızım isyan ediyor bu duruma kendince gayet haklı olarak; "Sadece soğuk. Hiç kar yağmıyor. Böyle kış mı olur?"
Sivas, Uzunyayla'da yoğun tipi vardı. Yolda kalmış, arızalanmış araçlar gördük. Kendimi bildim bileli, Uzunyayla böyle. Yıllar önce orada bir otobüs dolusu insan, donma tehlikesiyle yüz yüze kalmıştık.
Otobüsle seyahat etmek çok hoşuma giderdi bir zamanlar. Hala da seviyorum ya, dört-beş saatten fazla bir uzun yol seyahati biraz yorucu ve sıkıcı geliyor bana artık. İletişim ve teknoloji çağında yaşıyoruz ve "yaşlanıyoruz"dan ziyade bununla da ilgili olmalı. Hep bir koşturmaca, hep bir yerlere yetişmek zorundaymışız gibi bir telaşla yaşıyoruz çünkü. Uçak biletleri fahiş idi. Üstüne de geçenlerde meydana gelen kaza nedeniyle S. Gökçen Havaalanındaki bütün uçuşlar iptal edildiği için, biraz da mecburiyetten tercih ettim otobüsü. İşin mecburiyet kısmı bir yana, içten içe istiyordum da galiba. Depremden bu yana bir nostalji duygusu yerleşti içime. Değil mi ki, "eskiden" İstanbul'dan Elazığ'a, Elazığ'dan İstanbul'a otobüsle gelirdim. Fosur fosur sigara da içilirdi o zamanlar. Kafamı cama yaslar düşüncelere, hayallere dalardım; uyuyamazdım.
Elazığ yolcularını indirdikten sonra Van'a devam edecek bir otobüstü bindiğim. Şoförlerden biriyle molalarda ahbap olduk. 50'li yaşlarında ve Van, Bahçesaraylıydı. "Bizim oralar her kış böyle. Ama bu kış felaket oldu. İlk defa çığ düşmüyor oraya. Ama ben böyle bir kurtarma çalışması ne gördüm, ne duydum" dedi. Bahçesaray-Van yoluna tünel yapılmış bir noktada, "ama" diyordu, "orası çığ bölgesi değil ki!" Tünel ve asma yollar yapılmalıymış. Yakınmaya, şikâyet etmeye daha da devam edecekti ya, nereden aklına geldiyse ne iş yaptığımı sordu. Gazeteci olduğumu öğrenince sustu adam, konuyu değiştirdi. Eskiden insanlar "yaz gazeteci" diye başlarlardı hep bir ağızdan, "bunu da yaz, madem gazetecisin..." Nicedir, gazeteci deyince insanlar konuşmayı değil susmayı tercih ediyorlar. "Yandaş" da "muhalif" de olsan, güvenmiyorlar.
Otobüsten indikten sonra ucu ucuna yetiştim "çarşı"ya giden minibüse. Ceplerimde bozuk para ararken "yoksa kalsın abe" dedi şoför. Bulup verdim teşekkür ederek. İstanbul'da ücretini ödeyemeyen insanları bağrış çağrış minibüslerden indirdiklerine çok tanık olmuşumdur...
"Çarşı"nın olağan kalabalığı, hareketliliği devam ediyordu. Görünürde depremi hatırlatan yegâne şey, AFAD üniformalı insanlar ve araçlarıydı. Hayat devam ediyordu bir şekilde işte. İnsanlar hafta sonu alışverişine çıkmışlardı. Ara sıra kar atıştırıyordu ama ayaz vardı daha çok. Keskin bir soğuk. Ama bu kalabalıkta her zamankinden farklı bir hava vardı; insanlar durgundu, hüzünlüydü. Deprem herkesi ürkütmüş, moralini, psikolojisini bozmuştu...
Anam heyecanla beni bekliyordu. Hozat Garajı ile Yıldızbağları Mahallesi, yürünebilir bir mesafedir. Hava soğuk da olsa yürümeyi tercih ettim. Yol üstünde bir markete uğrayıp ev için alışveriş yaptım. Boş bir AFAD yardım kamyonu gördüm. Ve çadırlara sığınmış soğukla mücadele eden insanlar...
Ve işte anamın kapısının önündeydim. Sarıldık. Elini öptüm. Sobayı yakmıştı benim için. İlk günkü heyecanla depremi anlattı. Artçı sarsıntılar devam ettiği için insanlar günlerce eve girememişler korkudan. "Bu karda, bu kışta, bir de deprem, fakirin çilesi bitmiyor oğlum." Altun ve çocukları gelmişler. Altun, benden birkaç yaş küçük, çocukluk arkadaşım. Ermeni kapı komşularımızdan bize yadigâr. "İnsanlar aç, yoksul, perişan. Depremin vurduğu da vurmadığı da yardım almak peşinde. Ben almadım" diye anlatmaya devam etti anam, "Şükür, bize bir şey olmadı." "Şükür" dedi ama peşinden ekledi, "Baban beni istemedi yanına demek". Ağladı...
Biraz hasret giderdikten sonra sırt çantamı eve bırakıp "çarşıya" dolaşmaya çıktım. Ama adımlarım beni Seko Mahallesi’ne götürdü. Hani, haberlerde adı "Mustafa Paşa Mahallesi" diye geçen mahalle. Seko Mahallesi, çocukluğum demek...
Seko Mahallesi adını bir zamanlar burada yaşamış bir Ermeni'den almış. Sonradan adı "Mustafa Paşa Mahallesi" olarak değiştirildiyse de, halk arasında adı hep Seko Mahallesi idi. Artık, "Bu mahallede Kürtler yaşardı bir zamanlar" diyeceğiz, "Ermeniler yaşardı, Zazalar yaşardı, Aleviler ve Sünniler yaşardı." 1970'li yılların hengâmesinde dahi topraklarını terk etmemiş Ermenilerin çoğu, 12 Eylül darbesini izleyen yıllarda terk ettiler Elazığ'ı. Kimisi İstanbul gibi daha "göze görünmez" olabileceklerini düşündükleri büyük şehirlere göç etti, kimisi de Avrupa'ya. Seko Mahallesinde kalanlar da oldu ama. Çocuklarıyla birlikte büyüdüğümüz Mardiros Abe mesela, Varto Abla mesela, kızını "platonik" bir aşkla sevdiğim Marsa Abla mesela... Evlerini, yurtlarını terk etmediler, burada öldüler...
Mahallenin büyük çoğunluğu gibi tek katlı kerpiç tuğlalı evlerin oluşturduğu Çayırlı Sokak, mahallenin özeti gibiydi. Palulu Sünni Zaza aileler vardı, Türk aileler vardı, Ermeni ve Dersimli aileler vardı. Tek tük betonarme apartmanlara gıpta ile bakardık; onlar zengindi, bizler yoksul. Galiba en önemli ortak paydamız yoksulluktu. 12 Eylül öncesi ve sonrası, kiminin Adalet Partili, kiminin MSP’li, kiminin CHP'li olduğu o sokakta, bazen kapı önlerinde veya kahvehanelerde tatlı sert "siyasi" çekişmeler, atışmalar olsa da, herkes birbirini kollar, korur, yardımlaşırdı. Evet; bir zamanlar "komşuluk" diye bir şey vardı bu ülkede...
Polis tarafından arandığım bir dönemde, görmek için uğradığım anamın evinde baskına uğramıştım. Anam, nenem ve onların seslerine koşan komşu kadınlar evin kapısı önünde nasıl barikat olmuşlardı; unutamam... Anamı ve Türkçe bilmeyen nenemi tepeleyip eve girmeleri işten bile değildi. Ama onların "Evde kimse yok. Ne istiyorsunuz oğlumdan? Burada değil!" feryatlarına sokağımızın kadınları, diğer analar koşup gelmişti hemen. Halka tatlılarını sattığımız Palulu şorikli Rabe (Rabia), Sünni ve Türk Pamuk Teyze, Sünni ve Türk sağır Selaha (Saliha), Dersimli Fatma abla, Ermeni Varto abla... "Cafer burada değil! Daha yeni çıktı içeriden. Ne istiyorsunuz Fecire hanımdan?" Hepsi de o anda evde olduğumu biliyordu...
O sokak ve o insanlar artık yok...
O kerpiç tuğlalı evlerin yerine yapılan "yeni" binalar depremde yıkıldı. Ayakta kalanları da depremde ağır hasar gördükleri için iş makineleri yıkıyor. Mahallenin derelerini, tarlalarını, top oynadığımız boş arsalarını, bağlarını, bahçelerini ise doğal afet değil, çok daha önce insan evlatları yıkmış, yok etmişti...
Anamla başsağlığı ziyaretlerine gittik Elazığ'a geldiğimin ertesi günü. Yıldızbağları ile birlikte Elazığ'daki diğer Dersimli mahallesi olan Fevzi Çakmak'a. Bu yılın ilk günlerinde amcamın oğlunu kaybettik, kalp krizinden. Üstüne deprem. "Bu ne felakettir Ya Ali..."
Depremzedelere yardım konusunda gördüğüm, duyduğum bir eksiklik olmadığını belirtmeliyim. En azından şehir merkezinde. Köylere gitmedim. Bu tabii ki iyi bir şey. Ama Fevzi Çakmak Cemevi önünde yaşanan bir yardım dağıtma olayını da anlatmadan geçemem. AFAD'ın TIR kamyonu, cemevi önünde içinde battaniye, yastık, yorgan, kışlık elbiseler bulunan yardım kolileri dağıtacakmış. Deprem Fevzi Çakmak'ı vurmamış ama insanlar yoksul, muhtaç. Bir anda kamyonun etrafı dolmuş. Ve görevliler, açtıkları kolilerden çıkardıkları eşyaları insanların üzerine atarak yardımı "dağıtmaya" başlamış! Bunu bana anlatan kadın, "Çok kızdım" dedi, "böyle yardım mı dağıtılır!" Cemevi yöneticilerine gitmiş ve onlara da kızmış. "Bizim alakamız yok" demişler, "Kendi organizasyonları."
O yardım kolilerini insanların kafasına atmayın sayın hanımlar, beyler! İnsanların yoksulluklarını gözlerine sokmayın, kafalarına vurmayın! İnsanların onurlarını, gururlarını zedelemeyin! Buna hakkınız yok; unutmayın! İnsanlar, "Biz Alevi olduğumuz için öyle yaptılar" dediler bana. Buna inanmak istemiyorum. Birkaç yorgun bezgin kendini şaşırmış görevlinin işidir herhalde dedim ve umarım öyledir...
İlk gün Seko Mahallesi’ne girememiştim ya, ikinci gün, dayanamadım...
Ne denli değişmiş de olsa girintisini çıkıntısını bildiğim ara sokaklardan, halk arasında bir zamanlar tankların topların onarıldığı askeri bir merkez olduğu için "ağır bakım" olarak isimlendirilen, şimdi Fahri Belen Kışlası olan yerin karşı sokaklarından. Çok soğuktu hava. Buz gibi, kesen bir soğuk. Barikat önlerindeki polisler ve diğer görevliler, enkazdan çıkardıkları odun parçalarını yakarak ısınmaya çalışıyorlardı. Çadırların içine soba kurmuşlardı insanlar ısınmak için.
Canım yanıyordu benim. Ne buz kesmiş ellerimin farkındaydım ne de ayaklarımın. Çocukluğum acıyordu, gençliğim, ilk "devrimcilik" duygularım, "devrim olacak ve her şey çok güzel olacak" inancım, coşkum...
Nasıl olduysa birkaç kare resim çekmeyi akıl ettim.
Ve nasıl olduysa evleri ağır hasar gördüğü için açıkta kalan ve çadıra geçmektense oralarda sağlam kalmış bir binada ev kiralayabilmiş çocukluk arkadaşım bir Ermeni aileyi aramayı akıl edebildim. Gelmişken onları da görmeden gitmeyeyim diye...
Boş bir parkta beklerken beni almaya geldi Silva. "Üşümüssün abe" dedi bana sarılırken. "Yok" dedim, "çok üşümedim."
"Gözlerinden yaşlar gelmiş ama soğuktan" dedi.
"Öyle mi?" dedim, "evet, hava çok soğuk Silva..."
Yazarlar
-
Ali BULAÇ“İçerde Nutuk, dışarda Kur’an!” 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENKürtler, Türkler ve Araplar 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuErdoğan’dan tarihi itiraf… 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜR103 kişinin ölümündeki suçu sahte belgeyle gizlediler 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluKardeşinin cenazesine gidememek 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYABeşiktaş düzene karşı çıktı: Sessiz devrimin adı olacak 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolOrta Doğu’da İsrail tehdidi 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasi meşruiyet ve matematik 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEKim bu Ümmet? 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUEski bir anıdan günümüzde yaşananlara çıkartılacak ders 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim Kirasİslamcılık ve post-İslamcılık ve modernizm ve milliyetçilik 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZCumhurbaşkanı’nın ittifak çıkışı ve silahsızlanma sürecinin gölgesinde muhalefet 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağacı taşımanın suç olduğu ülke: Portekiz 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURKutuplaşmanın son mağduru; CHP’nin ilk imam hatip müdürü Celal Hoca 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUİnsan hiç üzülmez mi… utanmaz mı hiç? 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilÖtekileştirmek Ve Ötekileştirdiklerimizle Yüzleşmek – “Kürt Sorunu”na Alternatif Bir Bakış 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRSiyaset çıkar, itibar, zenginleşme aracı olmadığında… 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer Solgun“Geri zekalıya anlatır gibi” 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerULUSAL KİMLİK DAVASI 18.07.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRSÜRECE DOĞRU TUTUM 17.07.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYBırakın ömür boyu otursunlar o koltuklarda 17.07.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTaşıyıcı koalisyonlar ve ormanın içindeki CHP 17.07.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİREN“Kutup başı” 17.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluCoğrafyanın kader olmadığı ülke... 17.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Öcalan’ın Önerisi… 17.07.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim Kahveciİşsizlik Vergisi… 17.07.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİHepiniz oradaydınız be-2 15.07.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanZenginin malı züğürdün çenesi: Bu tekneler neden yanıyor? 15.07.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
11.07.2025
6.07.2025
30.06.2025
20.06.2025
15.06.2025
1.06.2025
23.05.2025
10.05.2025
27.04.2025
19.04.2025