Esat KORKMAZ

BEKTASI MIZAHI
21.01.2014
2363

 BEKTASI MIZAHI

BOZUK DUZENDE

DOGRUYU IHBAR ETME SANATIDIR

 

 

Hakikat,

kimi kez gülerek açıklanır.

 

Mizah, acının ödülüyse eğer, Bektaşi mizahı, mizahla yeniden buluşmanın anahtarı olacaktır: Ne zamandır, mizah yapmayı unuttuk. Mizah da tersine dönüşüme uğradı ve ciddi durmayı öğrendi: Artık o da ağır abi. Diğer yandan  tehlikeli suların gezgini mizah, yabancılaşma yolunda yeni hünerler edindi: Sırtını iktidara dayadı; iktidarı okşayan popüler kültürün elinde bir oyuncak durumuna dönüştü.

Ama unutmayalım: Mizahın karşısında ağır abilik de, oyuncak olma durumu da uzun ömürlü olamaz. Gun gelir, Bektaşi fıkrasının tersten eleştiri darbesiyle mizah inceldiği yerden kopacak-ağır abi ölecek, oyuncak kırılacak: Bundan kuşkunuz olmasın.

Çünkü mizah, bozuk düzende doğruyu ihbar etme sanatıdır: Ayrılmanın kalabalığında azalıp toplanmışlığın yalnızlığında çoğalırken ilişkilerimizi çoğunluk mizaha dökeriz: Mizah yoluyla birbirimizi kullanırken aynadaki yansımamız dışında, hep bir Bektaşi ereninin bulunduğunu öğrenmiş oluruz. Kimi kez bizler birbirimize tuzak kurarız; kimi kez de erenler bizlere tuzak kurar.

Tuzak acıtır; bu nedenle mizah, şakanın acısıdır; acının ödülüdür daha doğrusu. Kahkaha görüntüsü ardında acılı bir çözüm tasarlayarak benliğimizde coşkulu bir düşü haykırırız. Bu nedenle acıdan sakınan mizah, kendini öldürür: Sistemin eğlence mantığıyla örtüşür ya da düşünmemenin tadı durumuna gelir. Mizah doğarken acı içinde kıvranır. Doğum gerçekleştiğinde mizah yapan da mizaha konu olan da yaşarken dirilir: Artık onlar için ağız bir yaşam kapısıdır. Bu yaşam kapısından dökülen her söz, ezber bozar. Mark Twain dediği gibi; Mizahın kaynağı neşe değil, hüzündür, Cennet’te mizah yoktur.

Mizah, iyiliğin zarar gördüğü yerde, yani iyiliğin kendisinin de bir dert olmaya başladığı yerde devreye girer ve bizleri, içimizin tasallutundan kurtarır; beden dilini öne alır, sözcükleri işlevsiz kılar. Karşılıklı bir görüntü bozumu yaşanır, denge ortadan kalkar, terslikler ve aksilikler birbirini izler; mizah yapanlar birbirine, biz onlara güleriz.

Aristo insanı, gülen hayvan, diye tanımlar: Bugün, gülen kısmı iptal edildiğinden geriye, hayvan kısmı kalmıştır. Tekrar acının şakası anlamında mizahı yaşamımıza taşıyıp gülerek geleceği kuracak acının üreticisi olduğumuzda Aristo’nun dediği gibi gülen hayvanlar olacağız. Boşuna dememişler, insan olmak mizahın keşfiyle başlamıştır, diye. Öyleyse durmayalım: Sabah uyandığımızda bir kahkaha atalım ve insan olmanın sesini herkese duyuralım: Duygularını mizah deneyimiyle doğuma hazırlayan, ruhunda muhalif olmayı güncelleyen insanlara, buyrun siz öne geçin, diyelim.

Gülümsemenin verdiği güven ve denge, bozuk düzende doğruyu işaret etme anlamında bir ihbardır. Aldığımız ihbarın peşinde doğruyla karşılaşır, olayların ve durumların dilini çözeriz; açık söylemek gerekirse gelecek yaşamın hizmetlisi oluruz.

Gelecek yaşamı bugünün azınlığı, yarının çoğunluğu olacak olanlar kurar: İşte mizah, her zaman azınlıkta olan yaşaklı çoğunluğun sesi-soluğudur.; Onun için gülmek suçtur.

Gezi Direnişi’nde, direnişin ödülü mizahı, hep birlikte yaşamımıza aldık: Alır almaz bu mizah, yani gülme; yaşamımızın yasaklı yanı olup çıktı. Mizah da egemen için belâ durumuna geldi.

Şimdi de bir belâ seçkisi sunalım. Buyrun:

KEÇİ DAVASI

Bektaşinin birine konuk gelecekmiş. Bektaşi kara kara düşünmeye baslar:  Elde yok, avuçta yok… Mahcup olmak da istemiyor…

Komşusu Yahudinin bir sürü keçisi varmış.. Onlardan birini çaktırmadan alıp kesmiş.. Ama çaktırmadığını sanan kendisi.. Yahudi, ağacın arkasından görmüş durumu.. Demiş ki kendi kendine, “Kadıya gitsem… Kadı Müslüman, o Müslüman, ben Yahudi… Davayı kazanamam. Hadi kazandım, Bektaşinin nesi var ki, ondan alıp bana vere… Biz artık Allahın huzurunda hesaplaşırız…”

Yıllar geçmiş. Yahudi, Allahın huzurunda davacı olmuş Bektaşiden… Mahkeme kurulmuş. Allah, “Sen Yahudi kulumun keçisini kesmişsin…”, demiş Bektaşiye. “Kesmedim”, demiş Bektaşi. “Ben gözlerimle gördüm…”, demiş Yahudi.

“Allahım… Bir mahkemede bir adam hem şahit, hem davacı olamaz…” demiş Bektaşi. “Haklısın ama, ben her şeyi görürüm. Ben de gördüm, kestiğini…”, demiş Allah.

“Allahım… Aynı mahkemede, hem şahit, hem hakim olunmaz…”. Allah, “Gene haklısın…” demiş ve eklemiş, “O zaman getirin keçiyi ona soralım…”.

Bektaşi, “Ne!.. Keçi burada mı? Ver onu o zaman bu Yahudiye… Bitsin bu dava!..”

TARAF

Biri Bektaşiye sormuş: “Abdest almak için soyunup göle girdiğim zaman, yüzümü ne tarafa döneyim?”. Bektaşi şöyle demiş: “Elbiselerini bıraktığın tarafa!..”

BAKLAVA

Mevlevi, Bektaşi ve softa yemekten sonra ikram edilen bir tepsi baklava için rüyaya yatarlar. En hayırlı düşü gören baklavayı alacak. Öneri kabul edilir. Yatar, uyurlar. Sabah olunca sofu: “Ne düş gördünüz anlatın bakalım?” der. Mevlevi sikkesini başına geçirerek: “Hayırdır inşallah göklere çıktım” der. Hoca da: “Ben ise düşümde cennete gittim,” der.

Bektaşi: “Erenler, ben de gece birinizin göklere uçtuğunu, diğerinizin de cennette gezdiğini görünce, ‘artık bunlar fani dünyaya dönmezler’ diyerek kalkıp baklavayı götürdüm!..” der.

ŞEYTAN

Irza tecavüz davasıyla bir çapkını mahkemeye getirirler. Yargıç sorar: “Bu suçu ne diye işledin?”

Delikanlı: “Şeytana uydum. Bana yol gösterdi, bu işi yaptırdı”, der. Bektaşi olan yargıç: “Be’hey çapkın! Hz. Âdem’e bile secde etmemek için cennetten kovulmayı göze alan şeytanın işi yok da, sana pezevenklik mi yapacak!..”

SÜNNET

Koyu sofu bir adamcağızla Bektaşi, bir başka kente gitmek üzere bir kervana katıldılar. Sofu, ikindi üzeri namaz kılacağını söyledi. Bektaşi: “Geç kalırsan kervanı kaçırırsın; onun için sünneti bırak da yalnız farzı kılıver”, diye öğüt verir.

Bektaşinin sözüne uyar adam. O gece bir yerde konaklarlar. Ertesi sabah sofu, Bektaşiye sitem eder. “Dün bana sünneti kıldırmadın, gece rüyama peygamber efendimiz girdi!..” Bektaşi adamın sözünü ağzına tıkar: “Daha ne istiyorsun! Farzı da bırak rüyana bu kez tanrı girsin!..”

AT

Bir gün yolda yaya giden Bektaşinin önüne bir atlı çıkar:

-Baba, bir müşkülüm var. Beni aydınlatır mısın?

Bektaşi yanıt verir:

-Elimden gelen bir şeyse, hay hay, oğlum.

-Şunu öğrenmek istiyorum: Şu anda Allah ne yapıyor acaba?

Sualin münasebetsizliğine içerleyen derviş, hiç belli etmez:

-Yanıt veririm ama, bir şartla, sen o attan in, ben bineyim.

-Neden?

-Böyle yüksek bir suale yüksekten yanıt vermek gerekir de ondan!

Adam attan inmiş, Bektaşi binmiş. Adam:

- Haydi, söyle bakalım. Allah şimdi ne yapıyor?

- Ne yapacak? Atı senin gibi budalanın elinden alıp, benim gibi akıllıya veriyor.

Ve çalakamçı uzaklaşır.

GAREZİNDENDİR

Baba erenler, kavurucu Ağustos güneşi altında uzunca bir yolculuktan sonra İç Anadolu’nun bir köyüne vasıl olur. Aç ve susuzdur. Bir lokma yiyecek bulabilmek umuduyla kapıları çalmaya başlar. Fakat köy bomboştur. En nihayet bir kenarda oturan yaşlı bir nine görür ve nineye köylülerin nerede olduğunu sorar. Kadıncağız: “Evladım, herkes şu ilerideki meydanlıkta yağmur duasında…” deyince bizimki de oraya doğru seğirtir.

Tabi herkes huşu içinde yağmur duasında. Kimsenin bizim Bektaşinin açlığını filan taktığı yok! Bir de üstüne üstlük, “Görmüyor musun be adam yağmur duasındayız”, diye terslenince, bizim Bektaşi dervişi de boynunu büküp gider, meydanın kenarındaki küçük çeşmenin başında beklemeye başlar.

Aradan 5-6 dakika geçmeden millet bir de ne görsün? Kapkara bulutlar ve bardaktan boşanırcasına bir yağmur! Günlerdir yağmur duasında olan köylüler bu yağmur üzerine Bektaşi dervişinin uğuruna inanıp kenarda oturmakta olan dervişi omuzlarda büyük bir coşkuyla köye taşırlar..

Tabi, akşama da şölen ziyafet onun şerefine… Bir ara köylülerden biri: “Ya’u beyamca, sen ne yaptın da yağmur yağdı, anlat hele…”,  diye sormayı akleder.

Baba erenler anlatmaya başlar: “Ağalar, günlerdir şu konya ovasında aç susuz yoldayım. Yaradana günlerdir bir damla su diye o kadar yalvardım, yağdırmadı! Biraz önce meydandaki çeşmede ceketimi yıkayıp, kurusun diye çalıların üstüne attım… Bana garezindendir, gördüğünüz gibi, ceketi bile kurutturmadı!..”

EL

Bir Bektaşi her ne olursa ”Allahtan…”, dermiş. Bir gün bir külhanbeyi bu Bektaşinin ensesine okkalı bir tokat patlatmış. Bektaşi arkasını dönünce külhanbeyi; “Baba erenler ne bakıyosun? Allahtan!..”, demiş.

“Eyvallah evlat… Ben de Allahtan olduğunu biliyorum, ama hangi pezevengin eliyle yaptırdı diye merak ettim; ondan baktım!..”

ÇAĞRI

Bektaşi ata binecek ama boyu kısa olduğu için sıçramaları sonuç vermiyor. “Ya Ali!..”, der, sıçrar. Bir sonuç alamaz. “Ya Hasan!..”, der bu kez. Ama sonuç değişmez. Son umudu Hüseyin’dedir. “Ya Hüseyin!..”, diyerek yeniden sıçrar. Bu kez de aşıp öte yandan düşer. Yerden kalkarken kendi kendine söylenir; “Hey kurban olduklarım!.. Teker teker çağırdım, gelmediniz. Sonunda acıyıp hep birlikte yüklendiniz!..”

NUTUK


Bektaşi babasına: “Baba erenler…”, derler, “Sen de seçim kampanyalarına katılıp, ‘Türk’e Türk propagandası’ yapa yapa oy toplamaya kalksaydın, nasıl bir nutuk söylerdin?”.

Baba erenler, şarap testisinden bir fırt çekerek hemen ayağa kalkar ve başlar nutkunu söylemeye: “Ey benim bakışı sert, yüreği mert, tarihi şanlı, kılıcı kanlı, ataları soylu, seçimleri oylu, kahramanlıkları sonsuz, kahpeleri donsuz yüce ırkımın soydaşları! Taharetlenmesini bile bilmeyen kefere; uzaya gitmeyi değil, turist olarak Antalya’ya gitmeyi dahi düşünemediği dönemlerde; biz çoktan göklerdeki kehkeşana da hükümran olmuş; Büyük Ayı’ları da, Küçük Ayı’ları da, Demirkazık’a bağlayarak uzayda rastlanmadık birer pehlivan olmuştuk.

işte size bunun belgesi: ‘Atalarım gökten yere indirdiler ay yıldızı / bir buluta sardılar ki, rengi şafaktan kırmızı!”.

Bektaşi babasını dinleyenler, hemen ayağa kalkarak yürekten alkışladılar baba erenleri: “İşte fikir özgürlüğü böyle olur”, dediler…

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar