Murat Sevinç

Kılıçdaroğlu’nun hırs ve öfke ‘yürüyüş’ü
13.02.2025
140

Hırs da öfke de insan için. Bazen dizginleyebiliyoruz, bazen başaramıyoruz. Hırslı olanı muhteristen ayıran, sanırım, bir ölçü tutturmakla ve özsaygıyı yitirecek çizgiyi aşmamakla ilgili tutum.

Siyaset alanı ve o alanın baş aktörü siyasetçiler hırs sözcüğünün vücut bulmuş hali, yalnızca Türkiye’de değil kuşkusuz, her yerde. Konumuz Türkiye.

Atatürk’ün de hırsları vardı, İsmet Paşa’nın da, Celal Bayar’ın da… Demirel şu kadar yıl iktidar kaldı, diyoruz; nasıl kaldı; birkaç kez “Artık işi bitti” denmesine rağmen nasıl yeniden ve yeniden zirveye tırmandı. Ecevit, ayakta duracak hali kalmamışken iktidarda kalmaya çabalıyordu. Erbakan son zamanlarında oturarak konuşma yapabiliyordu, ama konuşuyordu. Hâlihazırdaki iktidar mensuplarından söz etmeye gerek var mı?

Hırs, ihtiras ve azim, onca ‘siyaset esnafı’ içinde yıldızı parlamış siyasetçilerin başat nitelikleri. Bizatihi ‘yönetme’ iddiasının kendisinde var o hırs ve hatta kibir. Bu satırları okuyan kaç kişi, “Ben 85 milyon nüfusu olan bir ülkeyi yönetmek istiyorum” der? Var mı böyle bir arzunuz? Nasıl bir insan, geriye kalan herkesi yönetmek ister?

Siyaset esnafı içinde bu arzusunu gerçekleştirenler ve başaramayanlar var. Bir de arafta kalanlar, çok yaklaşanlar, çizgiyi geçmek üzereyken çelme yiyenler, nefesi kesilenler… Amiyane tabirle, iktidar tutkusu ‘içinde kalanlar.’

Muhalefetin en büyük partisi CHP. Bu yüzden, bir seçimde, oy versin ya da vermesin muhalif seçmenin yüzünü döndüğü parti konumunda. Onun göstereceği cumhurbaşkanı adayı muhalefetin en yüksek oy alan ismi olacak. Demek ki CHP’nin adayı yalnızca CHP’lileri değil, milyonlarca seçmeni ilgilendiriyor ve bu hükümet sisteminde yurttaşın en çok ‘aday’ ismiyle ilgilenmesinden daha doğal bir şey yok.

CHP’nin öne çıkan iki aday ismi var. Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş. İmamoğlu hırslı bir siyasetçi. Yavaş da hırslı bir siyasetçi. Bir gariplik yok, hırslı oldukları için o kendilerini o makama lâyık görüyorlar. Adaylık macerasının nasıl ilerleyeceğini, ön seçim ve sonuçlarını yaşayarak göreceğiz. Unutmadan, bir de ‘danışmanlar’ var tabii, onların ihtirası ayrı fasıl.

 

Kılıçdaroğlu da ‘diğerleri gibi’ son derece hırslı bir siyasetçi. Mülayim, sakin, güvenilir görünümün altında bir yanardağ var gibi. Biri diğerine tezat oluşturmaz kuşkusuz; mesele, o yanardağın, harekete geçtiğinde ‘sükuneti’ ne ölçüde bozduğu, ‘güvenilirliği’ne halel getirip getirmediği.

Hırs ve öfke, kontrolden çıkma belirtisi sergilediğinde nahoş görünüyor, çevreyi tahrip etmeye başlıyor.

Bazen çok başarılı, bazen çok başarısızdı

Kılıçdaroğlu, 2009 yerel seçimlerinden bugüne siyasetin merkezindeki isimlerden biri. Sosyal demokrat siyasetçilerin kibri ve beceriksizliği sayesinde Ankara’yı neredeyse çeyrek yüzyıl yönetebilen birini, Uğur Dündar’lı tartışma programlarında nakavt edişiyle parladı. Ardından, 2009 yerel seçimlerinde CHP’nin İstanbul’daki oy oranını artırdı. İlk kez o seçimde takip ettim kendisini ve ilk yazımı da 2009’da yazdım. Arşivi hödükler tarafından yok edilen Radikal İki’deki yazının başlığı, ‘Kılıçdaroğlu ve Bekaroğlu‘ idi. Kitlelere ‘eşitlikçi’ bir dille hitap eden iki ismin partilerinin başına geçmesini diledim. Bekaroğlu HAS Parti’den ayrıldı, CHP vekili oldu. Kılıçdaroğlu ise hakikaten partisinin başına geçti.

Sonraki 13 yılı yalnızca seçim sonuçlarına bakarak yorumlayanlara katılmıyorum. Kılıçdaroğlu, Baykal’dan miras CHP gibi bir partiyi hale yola sokma, dönüştürme işine girişti.

Bir etiket olarak ‘Atatürk’ün partisi’ söylemi iyi hoş da tarihten itibar ve iltifat dilenmenin boş ve can sıkıcı bir tarafı da var; Atatürk 1938’de vefat etti ve Türkiye’yi 23 yıldır ‘Atatürk’ün partisi olmayan bir parti’ yönetiyor!

Kılıçdaroğlu bunca zaman ne kadar başarılı oldu, tartışılır, ancak toptancı biçimde başarısız olduğunu söylemek doğru değil. Uzun yıllarda oluşmuş ve katılaşmış CHP ve CHP’li imajını az çok değiştirebildi. Bazen çok başarılı, bazen çok başarısızdı. Cumhuriyet’in her açıdan en etkili ve büyük toplumsal eylemlerinden Adalet Yürüyüşü’nü ‘hak-hukuk-adalet’ sloganıyla yapan da, ‘anayasa aykırı anayasa değişikliğini’ destekleyen de, yurttaş eylemliliğine şu ya da bu gerekçeyle uzak duran da, 2017 halkoylamasına karşı çıkan da, sonrasında o malum YSK kararını kabullenen de, devletin gadrine uğramış kesimlerle ‘helalleşme’ işine girişen de aynı insan. Günahlarıyla ve sevaplarıyla onca yıl yaşananı birkaç cümleye sığdırmaya çalışmak mümkün ve gerekli değil.

Son sahnede, muhalif güçleri bir araya getirdi, bir masa kurdu, cumhurbaşkanlığına aday oldu ve kaybetti. Evet, kaybetti. Çok partili yaşamın belki de en önemli seçimini.

Seçim sonrasında, masanın kuruluşuna ilişkin eleştirileri kabul etmedi. Hatta çoğunlukla anlamazdan geldi, aynı ‘yanıt olmayan yanıtlar’ı verdi. Özeleştiri yapmadı, ya da ‘En kötü huyum iyi kalpli olmam’ nevi bir üslubu tercih etti. İki tur arasında Özdağ gibi biriyle yaptığı ‘gizli protokolün’ faturasını ödemedi. Koltuğundan ayrılmadı. Kurultayda aday oldu, ilk oylamada kaybetti, çekilmedi, Özel’in elini kaldıracak kadar olsun olgunluk sergilemedi ve bir kez daha kaybetti. Bu yenilgi Kılıçdaroğlu’nun “Ben aslında kaybetmedim” serisinin son halkası oldu.

Kılıçdaroğlu genel başkanlıkta kalsaydı yerel seçimde başarı gelir miydi? Sanmam. Seçmen derin bir travma yaşıyor ve bir bedel ödendiğini görmek istiyordu. Peki, seçim başarısında Kılıçdaroğlu’nun yıllara yayılan ‘uzlaşma ve ikna’ siyasetinin etkisi yok muydu? Bence, vardı. Bu varsayımları yarıştırmanın âlemi yok, aynı zamanda mümkün olabilirler.

Aleme çocuk muamelesi

Muhalefete oy veren bir seçmen olarak, en güçlü muhalefet partisinin ve genel başkanı Özel’in, yerel seçim sonrasındaki siyasetinden memnun değilim. Görünen o ki rejimin niteliğinden habersizmişçesine yürütülüp giderek absürt bir hal alan ‘normalleşme’ siyaseti fiyaskoyla sonuçlandı. Ancak Özel’in siyasetinin açmazları, selefinin tutumunu kabul edilebilir hale getirmiyor.

Kılıçdaroğlu, özellikle kongre sonrasında, her şeye rağmen iyi anılar ve saygıyla hatırlanmamak için elinden geleni yapıyor. Okuduğunuz yazının nedeni, birkaç gün önce KRT’de yayınlanan söyleşisi. Tepkilerin tuzağına düşmeden yazabilmek için, bu uzun söyleşiyi seyrettim. İki küsur saatin büyük bölümü öncekilerin tekrarı ve konuşmanın çoğu, muhaliflerin katıldığı düşünceler. Sorun, konu CHP yönetimi ve kaybettiği seçimlere geldiğinde inatla aynı tavrı sergilemesi ve bu kez, kendisiyle çelişkiye düşmeyi de umursamadan, saklayamadığı öfkesiyle yaptığı ‘kurultay’ değerlendirmesinin içeriği. Söyleşiyi buraya bırakıyorum.

Kurultayla ilgili soruya (49’uncu dakika) verdiği yanıt çok üzücü. Erdoğan’ın ‘şaibeli kurultay’ iddiasına CHP yönetiminin yanıt vermemesini eleştiriyor. Bunu yaparken hiç kimseyi açıkça itham etmiyor, ancak dönüp dolaşıp aynı şeyleri söyleyerek topu yeni yönetime atıyor. CHP yönetiminden talep ettiği/beklediği açıklamayı, neden kendisinin yapmadığının anlamlı bir gerekçesi yok ve bu üslupla âleme çocuk muamelesi yapmaktan çekinmiyor. “Sizin şüpheniz var mı?” sorusuna “Bilmiyorum…” yanıtını veriyor. Sunucu, bu ‘verimli’ konuyu sonlara doğru bir kez daha açınca (1 saat 49’uncu dakika) aynı cümleleri kuruyor. Bir yandan da CHP’nin karıştırılmak istendiğini dile getiriyor, kendi sözlerinin o esnada ne işlev gördüğünü bilmezmiş gibi.

Diğer vahim değerlendirmesi, İmamoğlu’na açılan soruşturmalarla ilgili. Sunucu, arka arkaya başlatılan soruşturmaları sorduğunda şu yanıtı vermiş Kılıçdaroğlu: “Şöyle bir gerçek var, davalar açılır… Bana da açıldı, açılıyor… Davalardan korkmayız, çünkü verilmeyecek hesabımız yoktur, alnımız açıktır, boğazımızdan aşağıya haram lokma inmemiştir…” Kendisinin ne denli temiz bir siyasetçi olduğunu anlatmış, oysa soru İmamoğlu’yla ilgiliydi! Üstelik programın genelinde, haklı olarak adaletsizliklerden söz etmişken. Hırsının ve öfkesinin cenderesinde kendisiyle çelişkiye düşmek umurunda değil. Demek ki ceza alanların, canı yakılanların, cezaevinde çürütülenlerin alnı ak değil ve verilmeyecek hesapları var. Öyle ya…

Kılıçdaroğlu hırs ve öfkeyle, pek aydınlık görünmeyen bir yolda yürüyor bu kez. Herhalde çevresinde onu hakikaten düşünen ve sükunet önerecek bir siyaset esnafı da yok. Oysa yürüyebilmek kadar, durabilmek de bir marifet.

Yazı önerisi:

Bu kez, güzel yazılarına yeniden başlayan köşe komşum Mustafa Alp Dağıstanlı’nın yazısını öneriyorum.  

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar