Akın ÖZÇER

Akın ÖZÇER
Akın ÖZÇER
Tüm Yazıları
AB ve demokrasi kaldıracı işlevi
15.10.2011
3159

 Avrupa Birliği (AB) Komisyonu önceki gün 2011 İlerleme Raporu’nu yayınladı. Bilindiği gibi, bu raporlar aday ülkelerin yıl içinde AB siyasi ve ekonomik ölçütlerini karşılama ve müktesebatını üstlenme yönünde gösterdikleri ilerlemeye ayna tutuyor. Raporların hazırlık sürecinde, Komisyon uzmanlarıyla aday ülke yetkilileri arasında diyalog kanalları açık tutuluyor. Aday ülkelerin öncelikli hedefi, nihai raporda olumsuz noktaların mümkün olduğunca yumuşatılmasına ve olumlu gelişmelerin ön plana çıkarılmasına çalışmak oluyor; bunları dengelemek ise Komisyon’a kalıyor.

Bu yılki İlerleme Raporu’nun geçmiş yıllara ve özellikle 2000’li yılların başlarına oranla toplumda pek ilgi çekmediği, konuyla ilgili değerlendirmelerde genel kabul görüyor. Paralel olarak AB’nin hem devlet, hem de toplumumuz üzerindeki etkisini giderek yitirdiği saptanıyor. Bunda, Fransa ve Almanya’da mevcut iktidarların Türkiye’ye karşı izledikleri dışlayıcı politikaların ve üyelik sürecimizi bloke etmeye yönelik tutumlarının rolü büyük. AB’de son dönem yaşanan ekonomik kriz ve Türkiye’nin göreceli istikrarı da sonuçta AB’nin toplumdaki çekiciliğini azaltıyor.

Aslında altının çizilmesi gereken bir faktör daha var AB sürecinin Türkiye bakımından önemini bir ölçüde yitirmesinde. O da AB’nin 2000’li yılların başında demokratikleşme sürecinde gördüğü kaldıraç işlevini yukarıda sayılan nedenlerle artık yerine getirememesi. Demokrasiyi ve ekonomik refahı temsil eden bir birliğe üyelik hedefi, geçici olarak bile ortadan kalktıkça, vesayet kurumlarının ve bugün Ergenekon sanıkları arasında bulunan bazı mensuplarının AB karşıtı söylemlerinin güçlendiği bir Türkiye’de demokratikleşmeyi destekleyecek yeni bir kaldıraca ihtiyaç duyuldu. Nasıl duyulmasın ki?

Sürecin daha başında DPT raporuyla (Mart 2000) telaşlanan MGK Genel Sekreterliği, Kopenhag siyasi ölçütlerine uyum için gerekli reformları, “Türkiye’nin milli bütünlüğüne, üniter devlet yapısına ve kendine özgü gerçeklerine uymayan aşırı ve haksız AB talepleri” ilan edivermişti. Genel Sekreterlik bu taleplerin ayrıca “ müteakip AB raporlarında yer almamasına çalışılmasında yarar” görmüş ve “görüş ve önerilerini” beş bakanlığın temsilcilerinden oluşan İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu’na “hizmete özel” bir yazıyla sunmuştu.

Helsinki’den bu yana geçen yaklaşık on iki yılda kat edilebilen mesafeyi görmek için yazıdan bazı örnekler vermekte yarar var. Bir kere “Kürt kimliğinin tanınması veya Kürtçe televizyona izin verilmesi gibi ayrılıkçılığı körükleyecek önerilerin uygun olmadığı” belirtiliyordu yazıda. Oysa TRT 6’nın iki yıla yakın bir süredir yaptığı yayın hiç de olumsuz bir işlev görmedi. Yazıda ayrıca, Kürt sorununu çözecek önlem olarak “tek ve en iyi hareket tarzının Anayasa’da yer alan Atatürk milliyetçiliğinin hâkim kılınması olduğu” değerlendirmesinde bulunuluyordu. Bugün bu atfın yeni anayasaya taşınmaması gerektiği tartışılıyor. Yazıda ayrıca ifade özgürlüğünün “devletin meşru savunması” anlamında bazı hallerde kısıtlanması gerektiği savunuluyordu. Ne yazık ki bu alanda tüm sorunlar hâlâ giderilebilmiş değil.

Görüldüğü gibi, AB sürecinde ana hatlarıyla reforma karşı statükoyu, bireye karşı devleti savunan askerî vesayetin geriletilmesi, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi koşullarının başında geliyor. O bakımdan bu yılki İlerleme Raporu’nun en dikkat çekici bölümü askerî vesayetin kırılmasına ve asker-sivil ilişkilerinin demokratikleştirilmesine ilişkin olanı. Ama AB’nin YAŞ’taki sivilleşme başta olmak üzere, bu konuda yıl içinde sağlanan ilerlemeye olumlu not vermesi değil önemli olan; askerin demokratik bir hukuk devletinde durması gereken yere çekilmesi gerektiğini vurgulaması. Rapor’da bu bağlamda, Genelkurmay’ın süren davalarla ilgili yorum yapmasının önlenmesinden askerî yargıya ve TSK İç Hizmet Yasası reformuna kadar atılması gereken adımlar sıralanıyor.

Kabul etmek gerekir ki, yargılanmakta olan darbe iddiaları bir yana, özellikle 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru iç politikaya “e-muhtıra” ve Anayasa Mahkemesi üzerinden “367 kararı” ile müdahale edenler, kantarın topuzunu kaçırdı. AK Parti’ye yönelik kapatma davası da “demokrasiyi kıskaca alma” operasyonunun tuzu biberi oldu. Ama sonuçta 2000’li yılların göbeğinde demokrasiye karşı böylesine fütursuzca yapılan müdahaleler geri tepti. Yeni anayasa sürecine girdiğimiz bugün herkesin üzerinde birleştiği bir hedef var artık: demokrasinin gereği olarak vesayet rejimine mutlaka son vermek. İşte demokratikleşme sürecinde kaybolan AB kaldıracının yerini de bu toplumsal irade almış görünüyor.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar