Eylem YILMAZ
Eskinin yeniye direnişini izliyoruz ve bu en çok eski insanlarda “aydınlarda” vücud buluyor. Bir zamanlar en çok “barış” diye bağıranlar şimdi “savaş” diye bağırıyor, gün ışığı gibi bir aydınlığa karanlığı tercih ediyor.
Bizim memlekette “aydın” olmanın en önemli iki şartından biri illa solculuktur diğeri ise illa dinsizliktir. Bu nedenle de Avrupa toplumları aydınlarını kendi içinden çıkarırken bizde durum farklıdır. Bizde dinsizlik bilimle iç içe geçmişlikten kaynaklanmaz, solculukta kapitalizmin bu ülkedeki yerinden. Bu nedenle bugün toplum değişirken birçok aydın sınıfta kalıyor ve toplumdan gelen değişime ayak uyduramadıkça yavaşça, bağırarak yok oluyorlar.
Bu ülkenin aydınları ile toplumun ilişkisi her zaman problemli oldu. Eğitim herkese eşit değildi bu toplum “aydınlarına” eşit olduğu kadar. Okuma ve yazmanın bilinmediği zamanlar da iktidarı yönetmeye talipler nasıl ki okuma yazma bilen bürokratlara muhtaç olmuşlarsa bence aynı şekilde aydın yaratmaya da muhtaç olunmuş. Eskiden beri okuma ve yazma bilmenin yolu hep zenginlikten geçti. Belirli bir kesimin faydalanabildiği bu durum halk ile aydınlarını iki ayrı dünya haline soktu.
Bu ülkenin bir bölümü yuvarlak dilimlenmiş domatesli kahvaltı masasını klasik müzikle daha keyifli hale getirirken diğer tarafta insanların klasik müzik şöyle dursun, oturup kahvaltı etmeleri bile bir lükstür. Birileri daktilo gürültüsüne girerken diğerleri fabrikanın o korkunç karanlığına,makinaların kulakları sağır eden gürültüsüne girer. Birileri iş stresini atmak için iş sonrası birkaç kadeh içki içip, “ne olacak bu memleketin hali” üzerine lakırdı yapar, diğer tarafta insanlar kahveden bozma ucuz meyhanelerde içer sonra şiddet duygularını bastıramazken bulur kendisini. İş yerindeki sorunları, cevap veremeyişlerin yarattığı eşitsizlik, sıkışmışlık hırçınlaştırır ve evde karısını, çocuğunu döven adama dönüşür. Buyurun size aile içi şiddet. Bunu daha uzatabilirim elbette ama aydınlar ile toplumun arasındaki gerilimin tek kaynağı işte bu mutsuzluktur. İnsanlar mutsuz çünkü sevdiği işi yapmak nedir bilmiyorlar. Hâlbuki hayattaki en büyük tembelliğidir insanın sevdiği işi yapması. İnsanların işlerinden doğan soruna bir de devletin “o ırk yok sen Türk’sün, o dili konuşmayacaksın, o türbanı takmayacaksın…” eklenince hayat anlamını yitiriyor. Ne klasik müzik konseri kalıyor, ne opera, ne tiyatro, ne sergi vs… Yurt dışı seyahatleri, operalar, tiyatrolar, sevdiği işi yapıyor olmanın mutluluğu ve huzuru ile yaşayanlar bu durumu anlamadıkları gibi anlamaya da görünen o ki çalışmıyorlar. Anlayan bazı aydınlarımız bile geçmişi bu “elitten” geldiğinden Ulusalcıları eleştirirken bir anda kendisini ulusalcılarla aynı yerde bulabiliyor. “Barış” derken bir anda çark edip “aaa barışta nereden çıktı şimdi, savaşmanız lazım” diyebiliyorlar. Anlaşılan o ki, AKP alerjisi barış alerjisine doğru evirilmiş.
Bizim bu “aydınlarımız” barış geliyor diye savaş çığlıkları atmakta aslında haklılar. Bütün bir ömür dünyadan kopuk, kapitalizm düşmanlığı ve mücadelenin yalnızca devletle güreşerek verilmesine alışmışlar şimdi o alışkanlıkları ellerinden gidince sudan çıkmış balığa dönüştüler. Şiddet siyaseti üzerine yılları harcamış insanlar keşke biraz kafalarını kaldırıp insanlara bakabilselerdi. İnsanların korku altında, işsiz, mutsuz yaşamaktan bıktığını görebilirlerdi o zaman ve aydın olmanın en temel işlevi olan toplumu değişmeye zorlaması yerini bulurdu. Böyle aydınlarımız da yok değil ama birçoğu artık kendiliğinden bırakmalı, en azından bu zamana kadar bu ülkenin demokratikleşmesi için harcanmış onca çabaya saygı baki kalsın. Yoksa bu AKP alerjisinin dönüştüğü bu toplumun en büyük ihtiyacı olan barış alerjisi daha çok can yakacak görünüyor. Muhafazakârların getirdiği barışta olsa kabulümüz değildir mantığı “aydınları” karşı olduklarını söyledikleri askerlerle aynı yere koyuyor. Hurşit Tolon son olarak Turgut Özal’ın ölümü ile ilgili ifadesinin alınmasına nasıl ki tahammül edemeyip “orduyu göreve” çağırdıysa, bugün birçok “aydının” “PKK’ya silah bırakmayın, ne olacak Büyük Kürdistan, karşılığında ne verilecek” çağrıları birbirine denk düşüyor, ne acı!
Değişim her zaman sancılı olmuştur, çok can yakıyor. Önümüzde bizi bekleyen bir sürü sorun var ve belki de en son konuşulacak şeyler gündeme sokuluyor. Şu bayrak tartışmaları da öyle, epey sönük kalıyor. Somut durumu kimse konuşmuyor. Bayrağın ismi tartışmalarına da, Türkiye’nin aydınlarının geldiği noktaya da bir hikâye ile naçizane katkıda bulunayım. 1913 yılında Amerika’nın Massachusets eyaletinde kısa adı IWW olan Industrial Workers of the World (Dünya Sanayi İşçileri)örgütü “çalışarak aç kalmaktansa, mücadele ederek aç kalmak” çağrısı ile işçileri genel greve çağırdı. Sanayileşmesi hız kazanmış Amerika’daki bu dönemde bu genel grev çağrısına yirmi beş bin işçi katıldı. Bu grevi kırmak isteyen işverenler ise milli duyguları kullanarak grevi “vatan hainliği” ile bir tuttu ve 17 Mart 1913 tarihini ‘Bayrak Günü” olarak ilan etti. Sloganları şöyleydi; “Bu bayrağın altında birlikte yaşıyoruz, Bu bayrağın altında birlikte çalışıyoruz, Bu bayrağı birlikte savunacağız.” Gazeteler grevin bitmesi için muhteşem anlaşmalar yapıldığını yazdığı noktada ise işçiler işverenlerin ve onların uzantısı medyada yazılanların aksine sokağa şu sloganla çıktılar; “Bayrağı birlikte dokuduk, Bayrağı birlikte boyadık, Bayrağın altında birlikte yaşıyoruz, Fakat bayrağın altında birlikte ezilmeyeceğiz.” Bundan sonra Amerika toplumunda ciddi bir bölünme yaşanıyor. Bir kesim işçilerin mücadelesini göklere çıkarıyor, bir kesim ise işçilere ateş püskürüyor.
Bugüne kadar bizim böyle “bu bayrağın altında birlikte yaşıyoruz, birlikte ezilmeyeceğiz” sloganıyla bir mitingimiz olmadı ve olmadığı gibi devletin şiddetine şiddet ile karşılık verildi. Bir grup “aydınımız” kayıtsız bu şiddet siyasetine destek vererek mağduriyetin sürmesini sağladı, bir grup aydın ise şiddeti reddetti. Şimdi barış geliyor diye yine bir kısım “aydın” silah bırakılmasın diyor ve bir kısmı ise tam destek veriyor. Böyle bölünmeler iyidir, gerçek bir toplum olmaya doğru hızla gidiyoruz ve gerçek aydınlarımızı çıkarmaya başlıyoruz. Zaten aydın dediğimiz yaşadığı toplumdan çıkmaz mı?
Barış her şeyi değiştiriyor…
Yazarlar
-
Ali BAYRAMOĞLUÖzel ve CHP’ye dair son gözlemler 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluÇözüm sürecinin CHP’si daha merkezde 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURAK Parti üzerine doktora yapmış bir CHP lideri…. 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerPATRON KİM? 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRBakın Şahan'ı şikayet eden kimmiş? Her balkona havuz yapan müteahhit savcıya koştu! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİddianamenin ruhu siyasi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİREN“Boğazımdan tek kuruş geçmedi” 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDEN"Arananlar" zulmü ne zaman son bulacak? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuSuriye’de ‘altın oran’ nedir? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİmamoğlu'na istenen 23 asırlık tarihi ceza: Roma İmparatorluğu kurulduğunda hapse girseydi hala ceza 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNECumhurbaşkanı adayını suç örgütü liderine dönüştürmek mümkün mü? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİÖzgür Özel'le kahvaltı: CHP nereye böyle? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZBir iddianameden fazlası: CHP’yi dizayn girişimi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolCHP nereye? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçCHP hakkında kapatma davası açılır mı? Yok artık, daha neler! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBelediyenin açıklaması gerçekleri gizliyor mu? 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraMemnuniyetsizler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORU‘Masumiyet karinesi’ mi, o da ne ki? 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERDemokrat Kral’ın anıları 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciBir iddia-nağme 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBir “yalanlama” yalanı: CHP üyeliği ve Kanada’ya iltica meselesinde gerçekler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİKemalizm’in dindarlarca rehabilitasyonu 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNYerel yönetimlerle işbirliği kültür politikası için hayati 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZÇÖZÜM SÜRECİ KOMİSYON VE EKMEN 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünBaşarılı bir diplomasi örneği… 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAEnternasyonalizm ve Demokratik Toplum Çağrısı... 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYeşil sarıklı hocalar bize böyle anlatmamışlardı 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRAK Parti’nin 23 yılı: Kitle partisinden devlet partisine, siyaset dilinden güvenlik diline bir dönüş 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUKürtler davete icabet ediyorlar 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNAkdeniz’den Hazar’a hizalananlar ve Colani’nin Beyaz Saray günü 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞÖcalan 70’lerde mi kalmış? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRHSK neden suskun? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalSosyalist yükseliş dağınık ama yine de oligarşiye bir darbe 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasDüşmanımız kimdir bizim? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞİŞ CİNAYETLERİ VE CİNAYET EKONOMİSİ… 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilModernlik, gelenek ve Türkiye’nin zihinsel coğrafyası 9.11.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKBaşkanlık monarşisi (presidential monarchy) meselesi: Teorik bir izah 8.11.2025 Tüm Yazıları






































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
26.12.2013
9.06.2013
3.06.2013
3.04.2013
24.03.2013
29.01.2013
12.10.2012
12.09.2012
20.08.2012
21.07.2012